Irmak Zileli, “Döngü’nün içindeki çocuklar”, Radikal Kitap Eki, 27 Şubat 2009
Yeryüzündeki değil ama tarihin içindeki fay hatları sizi nereye götürür? Bugünün dünyasında olup bitenlerin kökleri nereye uzanır? Bugünden geriye doğru fay hattının kırılma noktalarında dura dura bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız? Ama gerçekten hazır mısınız? Çünkü karşılaşacaklarınız insanlık adına şu soruyu sormanıza neden olacak: Biz ne yaptık!
Nancy Huston’ın son kitabı Fay Hatları, 2004 yılından başlayarak geriye doğru gidiyor. Fay hattının kırılma noktaları, 1982, 1962 ve 1944-45... Her biri aynı ailenin önceki kuşağından birer temsilcinin gözüyle anlatılıyor. Anlatıcılar hep altı yaşında. Hemen başından söyleyelim, Huston çok akıllıca ve anlatmak istediği tema açısından da çok anlamlı bir kurgu biçimi oluşturmuş. Roman, bir ailenin özel tarihine ışık tutar görünse de, aslında insanlığın kir pas içindeki geçmişini, çocukların masum diliyle aktarıyor okura. Yazar bu dili son derece başarıyla kuruyor ve çocukların dünyasını bir seçenek olarak sunuyor. Onların algılayışındaki saflık ile dünyayı kana bulayan büyüklerin güç ve iktidar hırsı arasındaki tezat kendini her an hissettiriyor; 2004 yılı hariç.
Çünkü artık çocukların oyuncakları bile değişiyor... Oyuncak bebekten gücün temsilcisi Arnold Schwarzenegger’in küçük bir maketine evrilen oyuncaklar her şeyi anlatıyor. 2004’ün bir diğer oyunu da, internette gösterilen gerçek savaş görüntüleri!
Bu yıl, ABD’nin Irak’ta işgalci olarak varlığını sürdürdüğü yıldır. Sol da ‘kusursuz’ bir Amerikalı ailenin küçük oğludur. Dahi çocuktur. Bedeni de mükemmel ‘işlemektedir’. Sol’da, çocuklara özgü masumiyetten ve saflıktan eser yoktur. Tipik bir Amerikan orta sınıfı ailesidir tarif edilen. Baba, bira içip televizyon karşısında Araplara küfretmektedir. Anne, ebeveyn kurslarında çocuk yetiştirmenin tüm kurallarını öğrenmiştir. Oğluna şiddet görüntülerini izlemesini yasaklayarak içini rahatlatmaktadır. Ama Sol, her gece internet üzerinden ABD askerlerinin Iraklılara tecavüz sahnelerini izleyerek kendini tatmin etmektedir... O da babası gibi Araplardan nefret eder. Kendisini tıpkı ABD gibi bir ‘süpergüç’ olarak tanımlar. Rüyalarında beyni çıkarılmış, kafatası boş çocuklar görür, kendisi de onlardan biridir. (Bu, Nazilerin ari ırk yaratmak için yaptıkları deneyleri hatırlatır.) Yaşlılıktan ve acizlikten nefret eden Sol, gençliği ve güzelliği yüceltir. İdolleri İsa, Bush ve Schwarzenegger’dir. Onlar gibi “arındırıcı olmak istiyorsam, kötülük konusunda her şeyi bilmeliyim” der... Sol, kötülük konusunda büyükleri bile yaya bırakmıştır!
Büyüklerin Savaşında Çocuklar da Düşman
Sol’un babası Randall Yahudi’dir. Irak’ta savaşacak asker robotlar üretmektedir. Duyguları olmayan, öfke, korku, acıma, pişmanlık duymayan askerler... Ama Randall da bir zamanlar çocuktur. Kendi oğlundan farklı olarak, masum ve duyarlı bir çocuk. Romanın ikinci bölümünde fay hattının yaklaşık yirmi yıl öncesine gideriz. Randall altı yaşındadır ve anlatmaktadır... Annesi, aile tarihine dair bir araştırmanın içine gömülmüştür ve ne eviyle ne de oğluyla ilgilidir. Ortaya çıkarmak istediği bir sır vardır. Bu sır, fay hattının kırılma noktalarının da anahtarıdır. Anahtar ancak romanın sonunda okurun eline verilecektir. Annesi, araştırmalarını geliştirebilmek için oğlunu ve kocasını da arkasından İsrail’e sürükler. Bir yıl sürecek İsrail yaşamında Randall, belki de hayatına ve kişiliğine yön verecek çatışmaların ortasında bulur kendini. 1982 yılı, İsrail’in Lübnan’a savaş açtığı yıldır ve okulda Yahudi çocuklar olduğu gibi Filistinliler de vardır. Çocuklar birbirleriyle Nazi-Yahudi savaşı oynamaktadır...
Evdeki temel çatışma babası ile annesi arasındadır. Bir tiyatro yazarı olan babası, Yahudidir ama Lübnan’la olan savaşa muhaliftir, annesi ise Kuzey İsrail’e terörist akınlar düzenleyerek her şeyi başlatanın Araplar olduğunu savunur. Fay hattının kırılma noktasında yine bir çocuk bir başınadır. Üstüne üstlük bir bakışta vurulduğu Filistinli kızın şu sözleri kafasında yeni sorular uyandırır: “Bu ülkenin gerçek ismi, Filistin. Ben Filistinli bir Arap’ım, burası benim ülkem. Buradaki yabancılar, Yahudiler.”
Randall arada kalmışlığını tüm çocuksuluğuyla ifade eder: “... iki arada kalmış gibi hissediyordum, yalnızca annemle babam arasında değil, (...) annem ile Nuzha arasında halbuki hepsini seviyorum! Kafam karışıyor ve insanların neden sakinleşemediklerini ve birbirini anlamaya çalışamadıklarını anlamıyorum.” Onun bir türlü anlayamadığı, büyüklerin savaşlarında çocukların da düşman olduğudur...
Anne Kokusuna ve Sevgiye Hasret Çocuklar
Aile tarihinin gizlerini ortaya çıkarmaya çalışan Sadie, kocasına şunları söylemişti: “İki yüz elli bin çocuk! Kaçırılmış! Çalınmış! Doğu Avrupa’daki ailelerinden koparılmış...” Öğrenmek istediği, ikinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin, Doğu Avrupalı ailelerden çaldığı, ari ırka benzeyen, sarışın, mavi gözlü, beyaz tenli, sağlıklı çocuklar arasında kendi annesi Erra’nın da olup olmadığıydı. Eğer bu doğru idiyse, yedi yaşına kadar yanlarında kaldığı ve büyükanne, büyükbaba dediği, kendisini tam bir Nazi disiplini içinde yetiştiren o “büyükler”, Sadie için de üvey demekti!
Şimdi fay hattında bir yirmi yıl daha geriye gidiyoruz. Yıl 1962. Sadie altı yaşında. Annesinden ayrı. Büyükanne ve büyükbabasının yanında mutsuz bir çocuk o. Mutsuz çünkü sevgisiz. O bir çocuk ama düşüp de dizini kanatmaya bile hakkı yok! Ağlamaya hakkı yok! Sakarlık etmeye hakkı yok! Suçluluk duygusu ve hata yapma korkusuyla büyümüş. ‘Mükemmel’ bir nesil yetiştirmenin bu tür katı kurallarla mümkün olacağına inanan Kanadalı bir karıkocanın, gestapo kamplarından farksız evinde yaşıyor.
1962, Amerika’nın uzaya füze gönderdiği tarih. Sadie’nin annesi Erra, “milyonlarca yurttaşı yoksul ve işsizken” Amerika’nın füze göndermek için servet harcamasına kızıyor. Büyükanne ve büyükbaba ise onu “komünist olmakla” suçluyor. Bir kez daha altı yaşındaki çocuk çatışmaların ortasında... Şimdiki düşman komünizm. Çocuklar okullarda hava saldırısı alarmı tatbikatı yapıyorlar, neredeyse her gün... Amerika, Üçüncü Dünya Savaşı’na hazırlanıyor... Sadie tüm bu olan bitenin içinde, annesinin kokusuna hasret büyüyor...
Ve işte düğümün çözüldüğü son bölüm. Erra, Kristina ya da Krystka, adı belirsiz altı yaşındaki bu çocuk, Alman bir ailenin yanında yaşıyor. İkinci Dünya Savaşı yılları. Herkes birbirine “Heil Hitler!” diyerek selam veriyor. Kristina bir gün ‘kız kardeşi‘ Greta’nın öfkeyle ağzından kaçırdığı gerçekle yüzleşiyor: “Sen benim gerçek kız kardeşim değilsin!” Peki o kim? Gerçek ismi ne? Ve hatta milliyeti, dili ne? Gerçek ailesi nerede? Sorular ancak savaşın bitimiyle kısmen aydınlanabiliyor... Ama o, kendine hiçbir millete ait olmayan bir isim bulacak... Erra, sözsüz, hiçbir dile ait olmayan şarkılar söylemeyi öğrenerek direnecek bu savaşa... Müziğin ve imgelerin büyülü dünyasında, kendine ait bir vatan yaratacak...
Peki fay hattı üzerindeki diğer çocuklar?
Annesi, ari ırk olarak yetiştirilmek üzere Naziler tarafından öz ailesinden çalınan Sadie, İsrail’in Lübnan’a saldırısında ölen çocukların fotoğraflarına bakınca duygulanmayacak bile...
Babasının o çocukların fotoğrafları karşısındaki isyanına tanıklık eden, çocukluğunda bir Arap kızına âşık olan Randall, büyüyünce Irak’ta savaşacak robot askerler üretecek.
Ve sonuç: Yeni neslin temsilcisi Sol, Nazilerin ari ırk dedikleri tüm özelliklere sahip... Güçlü, sağlıklı, süper çocuk. Gelecek nesillerin temsilcisi. Erkekliğiyle gurur duyuyor. Güce tapıyor. Şiddet onu tahrik ediyor.
Bu romanıyla, yeni insanın tohumları 1940’larda atılmıştı, diyor Nancy Huston. Savaşların içindeki çocuklar masumiyetlerini yitirdiler. Anne babalar kendi kavgalarına dalıp, sevgiyi unuttular...
Aklıma savaşların sona ermesi için hiçbir şey yapmayan ama çocukları saygı duruşlarına zorlayan, onları savaşın bir parçası yapan merhametsiz iktidarlar geliyor... Döngü devam ediyor...