| ISBN13 978-975-342-630-5 | 13x19,5 cm, 632 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Bülent Usta, “Damardan gerçekçi bir roman”, Birgün, 5 Şubat 2008 Metis, iki önemli kitap yayımladı bugünlerde. Çokça tartışılması gereken, aslına bakarsanız, Türkçeye kazandırılmış olması da oldukça gecikmiş iki yapıt. Biri, Şili'den bir romancı Roberto Bolano'nun Vahşi Hafiyeler adlı romanı, diğeri de edebiyat eleştirisi denilince akla ilk gelen isimlerden birisi olan Paul De Man'ın Körlük ve İçgörü adlı yapıtı. İkisi de Türkçeye çok geç kazandırılmış yazarlar. Örneğin Kafka'nın Türkçede daha yeni yayımlandığını düşünebiliyor musunuz? Ne büyük bir kayıp olurdu. Belki de Kafka olmaksızın pek çok eser ve yazar ortaya çıkmazdı ya da çıksa bile başka türlü, doğal olarak Kafka'yı bilmeyen bir yazar ve onun eseri olarak ortaya çıkardı. Kafka'nın edebiyatımıza, günümüzün en güçlü yerli yazarları kadar, belki de daha da fazla katkıda bulunduğunu düşündürecek çok fazla veri var elimizde. Kafka'nın Çek kökenli olması, onu salt Çek edebiyatçı olarak kabul etmemiz için yeterli değil. Bir yazarın yapıtları, hangi dilde yaşıyor (yani okunuyorsa), o dilin malıdır artık ve Kafka uzun yıllardır Türkçenin içinde boy verip serpiliyor. İşte Bolano da böyle bir yazar. Peral Bayaz'ın çevirisiyle Türkçede yolculuğuna başladı. Eğer bu yolculuk döngüsel olmaz ve kendisine sıçrayacak yazarlar, yapıtlar bulabilirse, belki de romancılık serüvenimize çok olumlu katkılar sağlayacak. Aynı şekilde Paul de Man da öyle. Gittikçe zayıflayan edebiyat eleştirimize, Paul de Man'ın açacağı pençeler, hiç kuşkusuz büyük bir katla sağlayacak. Ama düşünün ki Paul de Man'ın çokça tartışılan bu eseri, ilk olarak 1971 yılında yayımlanmış, Bolano'nun Vahşi Hafiyeler adlı ödüllü romanı da, 1998 yılında... Türkçeye çok sonra kazandırılmış başka yazarları ve temel yapıtları düşünürsek, bu iki yazarla tanışmak için çok geç kalınmadığını düşünüp avunmamız da mümkün. Şöyle derler hep, onların Shakespeare'i varsa, bizim de Yunus Emre'miz var. Bu sözü, başka bir yerde duyamazsınız. Kültür emperyalizmi denilince, tümden bütün yabancı kültürleri yargılamak ve onlara şüpheyle yaklaşmak nedense çok yaygın bir tavır olarak varlığını sürdürüyor. Eğer öyleyse, roman hiç yazılmamalıydı, ne de olsa bizim destanlarımız, halk hikâyelerimiz var, onların Balzac'1 varsa. Ya da Rimbaud'ya ne gerek var şimdi, bunca köklü bir şiir geleneğimiz varken. Halbuki mesele, onlar ve biz değil ki... Mesele, edebiyat... Edebiyatımızın nasıl zenginleşeceği... Turgut Uyar'ın Bir Şiirden adlı kitabında, şiiri Tanzimat'tan bu yana nasıl yanlış yorumladığımızı, içinde yaşanılan bir varlık alanı görmek yerine, onu nasıl araçsallaştırıp iktidar ve kimlik meselesi haline getirdiğimizi anlatıyordu uzun uzun. Turgut Uyar'ın orada söyledikleri, bugün hâlâ geçerliliğini koruyor. Bu yüzden sahici edebiyat yapan kişi sayısı az. Bu yüzden, edebiyatta her tür yeniliğe karşı belirli bir kesimde büyük bir direnç var. Turgut Uyar, bugün yaşasaydı, kesinlikle şiirde bir tabu halini almış İkinci Yeni'ye karşı çıkardı ve başka bir "Yeni"nin olanaklarını araştırırdı diye düşünüyorum. Ayrıca yine aynı kitapta, şairlerin egemen güçlerle yakınlaşmasının ve iktidarlara boyun eğmesinin, bırakın başka şeyleri, şiirin kendisine nasıl zarar verdiğinin de altını çizmiş Turgut Uyar. Bir süredir, edebiyatta yeniliğe karşı olanların geliştirdikleri bir söylem dikkatimi çekiyor ister istemez. Kendilerine farklı gelen her şeyi, "postmodern" olarak nitelendirmek ve yargılamak, bu söylemin önemli bir ayağını oluşturuyor. Bunu çeşitli dergilerde yazan akademisyenlerden tutun, çok bilinen eleştirmenler dahi fütursuzca yapıyor. Postmodernizmi bilmeden, postmodernizmi salt küreselleşmeyle ilişkilendirip emperyalistlerin bir oyunu olarak göstermeye çalışıyorlar ki ortada postmodern edebiyattan bahsedecek çok fazla şeyin olmaması da bu durumu daha da gülünç bir hale sokuyor. Hayali bir postmodern düşman var ortada ve herkes o hayali düşmanı taşa tutuyor. Örneğin, ünlü bir köşe yazarı ile sohbet ederken, sözlerinin bir yerinde "postmodern pislikler" diye bir şey kaçırmıştı ağzından. Konuşmamız sırasında ne Lyotard'ı, ne de postmoderniz-min diğer temel yapıtlarından birisini okumadığı, tamamen kendine özgü bir postmodern tanımı geliştirmiş olduğu ortaya çıkmıştı. Üstelik sanatta ve felsefede birbirinden o kadar farklı postmodern anlayışlar var ki, hepsini aynı kategori içinde değerlendirmek de başka bir büyük hata. Bolano ve Paul de Man'ın kitapları, kaç gündür elimden düşmüyor. Onlarla tanışmış olmanın mutluluğu, uykularımın kaçmasına ve sabahlara kadar bu kitapların çizdiği yollar boyunca, hatta bazen o yolları başka yollarla (yapıtlarla) birleştirerek koşarcasına okumama neden oluyor. Paul de Man'ın kitabını, teorik bir kitap olduğu için, hemen bir çırpıda okumak elbette mümkün değil. Ama Bolano'nun 628 sayfalık romanı, gerçekten de bir çırpıda okunacak bir kitap. Romanın kurgusu, karakterleri, olayları ele alışı, cinselliğin ve sanatın türlü halleri, tartışmaları, bir macera ekseninde öyle başarılı bir biçimde yoğrulmuş ki yazarın diğer yapıtlarını okumak için de sabırsızlık duyuyor insan. Roman, şöyle başlıyor örneğin: "Nazik bir davetle damardan gerçekçilik akımına katılmam istendi." Damardan gerçekçilik de ne diye düşünüyor insan. Ben, kendi adıma bu tanımlamayı çok tuttum. Üstelik, bir şiir akımının, gizli bir örgüt gibi örgütlenmesi ve şiiri salt yazılan bir şey olarak değil de, yaşanılan, kendi kuralları ve yaşam biçimi olan bir şey olarak anlatılmış olması da beni heyecanladırdı açıkçası. Davet edilen kişi, on yedisinde bir şair. Romanın ilk bölümü, bu genç şairin gözünden anlatılıyor. Maria adlı kızla yaşadığı o tuhaf aşk ve cinsellik, damardan gerçekçi diğer şairlerle kurduğu ilişki ve Meksika'nın sokaklarında, barlarında türlü hesaplaşmalarla ve arayışlarla süren bir yolculuk. Romanın ikinci bölümünde ise, anlatıcı birden değiştiği gibi, üstelik belirsizleşiyor da. Ama üçüncü bölümde aynı kişi, anlatıcı olarak yeniden görünürlük kazanıyor. Damardan gerçekçi iki şairin, dedektiflik yaparak bir çölde kaybolan Tinajero'yu ararken, biz de anlatıcıyla birlikte onların izini sürüyoruz. Bu şairlerin gerçekte kim olduklarını öğrenirken, hem Latin Amerika'nın gizemli dünyasında bir gezintiye çıkıyor, hem de Bolano'nun kendi kuşağıyla ve başka şeylerle yaşadığı hesaplaşmaya tanık oluyoruz. 2003 yılında 50 yaşındayken ölmüş Bolano. Onu romanlarıyla olduğu kadar, diktatör Pinochet'ye karşı verdiği mücadeleyle de hatırlamak gerek. Ama daha yeni tanıştık kendisiyle. Ve onunla daha çok konuşacağımız şey var, diğer yapıtları da Türkçenin kara sularına girdikçe... |