A. Ömer Türkeş, “Geceyarısı Çocukları”, Pandora
Dünya çapındaki şöhretini, Şeytan Ayetleri romanında Müslümanlara hakaret ettiği gerekçesiyle, İran rejiminin hakkında çıkardığı ölüm fetvası ile edinen Salman Rushdie, Urduca ve İngilizce konuşan bir ailenin çocuğu olarak 1947 yılında Hindistan’ın Bombay kentinde doğdu. 1961 yılında lise eğitimini tamamlaması için İngiltere’ye gönderildi. Ailesi ise Hindistan’daki siyasi karışıklıklar nedeniyle 1964’de, büyük bir Müslüman topluluk ile birlikte Pakistan’a; Karaçi kentine göç etmek zorunda kaldı. Salman Rushdie, Cambridge üniversitesi tarih bölümünden 1968 yılında mezun oldu. Bu tarihten başlayarak edebiyat ve tiyatro ile ilgilenen yazar, geçimini sağlamak için 1981 yılına kadar reklam sektöründe çalıştı.
İlk romanı Grimus (1975), fantastik bir bilimkurgu metniydi ve eleştirmenlerin dikkatini çekmeye yetti. Ama, onun yazarlığının onaylanması 1981 yılında yayınlanan Geceyarısı Çocukları sayesinde olmuştur. Bu romanı ile Booker ve Jamestait Black ödüllerini kazandı, ancak az sonra değineceğimiz muhalif içeriğinden dolayı, kitap Hindistan’da yasaklandı. Yasak ve lanetlerin yazarı gibidir Rushdie. 1983 tarihli üçüncü romanı Shame de Pakistan’da aynı akibete uğradı. Nikaragua’yı anlattığı The Jaguar Smile’ın (1987) ardından yazdığı The Satanic Verses, 1988 Whitebread ödülünü kazandıysa da, hem müslüman ülkelerin büyük bir bölümünde yasaklandı, hem de onu hala kovalayan ölüm fetvasının –Ayetulleh Humeyni tarafından-–ilanına neden oldu. Kitapları pek çok dilde basılan Salman Ruhdie’nin iki de belgesel film senaryosu var.
Hindistan Tarihi
Post-modern edebiyat ya da fantastik anlatılar, –özellikle Türkiye’de– gerçeklere değinmediği gerekçesiyle sık sık eleştiriye uğramıştır. Bu eleştiri, Türk yazarların ürünlerine bakıldığında pek de haksız sayılmaz. Oysa, post-modern olmaklık hali ile siyasi ve toplumsal içeriğin birbirini dışlaması gerekmediğini Geceyarısı Çocukları’nı okuduktan sonra daha iyi anlıyoruz. Roman, bir anlamda Rushdie’nin biyografisini yansıtıyor. 1947 yılında, Hindistan’ın bağımsızlık gecesi doğan bir çocuğun gözünden, Hindistan’ın 1980’lere kadar olan siyasi tarihini anlatmış yazar.
Roman kahramanı Salim Sina, 15 Ağustos 1947’de, tam gece yarısı dünyaya gelir, aynı anda Hindistan bağımsızlığına kavuşmuştur. “Hayatın bir bakıma bizimkinin aynısı olacak” diye yazar Başbakan, Salim Sina’nın doğum defterine ve o gece doğa ötesi güçlere sahip yüzlerce çocuk daha doğar. Bu büyülü gece yarısı çocuklarının ortak kaderleri ile Hindistan tarihi arasında gizemli bir ilişki kurulacaktır... Böylelikle, bir ulusun emekleme çağını, ergenlik sancılarını, yetişkinleşme çabalarını, çocukların her yaş dönemindeki maceraları, kavgaları, aşkları, uğradıkları kazalar paralelinde izleriz.
Öykü Bombay’da başlıyor; çocuk Salim, doktor dedesi, sorunlu büyükannesi, akrabaları ve komşuları üzerinden Hindistan’daki hayata tanık oluyoruz. İkinci bölümde ise Pakistan var. Ailesi ile Karaçi’ye göç eden Salim, bu kez de Pakistan’ın şiddet, acı, yolsuzluk ve savaşla yoğrulmuş toplumsal yaşantısıyla yüz yüze gelir. Ailesini kaybeder. Bir sonraki bölümdeki Salim, Bangladeş’teki bağımsızlık savaşını bastırmaya giden Pakistan özel timlerinin iz sürücüsüdür. Buradan da kaçar ve Bombay’a geri döner. Sona gelindiğinde, Hindistan’la aynı gece doğan çocuklara karşı yürütülen sürek avındaki hedeflerden biridir o...
Üçüncü Dünya ülkelerinin ortak yazgısı
Yukarıda öykünün ana hatlarını özetlemeye çalıştım, ama bu tür romanlarda asıl anlatılmak istenen; ayrıntılarda, simgelerde, allegori ve ironilerde çıkıyor ortaya. Salman Ryshdie, Hindistan ve Pakistan’ın kalbine doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu. Olup bitenlere, yazarın vurgu yaptığı yerlere baktığımızda, Cumhuriyetin ilanından bu yana süren “batılı” ülke olma gayretlerimizle, Asya’nın bu iki komşu/düşman ülkesinin uluslaşma macerası arasında büyük benzerlikler buluyoruz.
Milliyetçi, şoven devlet söylemlerini ironik diliyle ve kullandığı metaforlarla çözümlüyor Ruhdie. İngiltere egemenliğinden kurtulan Hindistan, kendi ötekilerini yaratmaya, düşmanlar üretmeye, bir kimlik oluşturmaya koyulur. İlk “ötekileştirilen” topluluk olan Çinlilerin uğradığı saldırıları ve milliyetçi dalgayı; “iyimserlik hastalığının pençesindeki öğrenciler Mao Zedung ve Çhou En-Lai’nin kuklalarını yaktılar; alınlarında iyimserlik ateşi yanan kitleler Çinli ayakkabıcılara, biblo satıcılarına ve lokantacılara saldırdılar. İyimserlikle yanan hükümet Çin asıllı Hint vatandaşlarını –“düşman yabancılar”– Racastan’daki kamplara sürdüler. Birla Endüstrisi, ulusa minyatür atış poligonu hediye etti; okul kızları askeri resmi geçitlere çıkmaya başladılar” biçiminde özetliyor yazar.
Romandaki fantastik unsurlardan en önemlisi, çocuğun dünyayı algılayış ve yorumlayış biçiminde görülüyor. Salim’e göre, toplumdaki bölünme, onun bedeniyle ilişkilidir. Her tarihsel, toplumsal ve siyasi gelişmeyi, Salim’in fiziksel ve duygusal yapısındaki değişimler belirlemektedir sanki; “Siyasetçiler “Çin saldırganlığı” ve “şehit cavanlarımızın kanı” konulu demeçler püskürtürken”, gözlerinden yaşlar boşalmaya başlar Salim’in. Gece yarısı doğan çocuklar arasındaki uyumun –aslında Hindistan toplumundaki uyumun– bozulmasını; “Bir şeyin yeniliği geçtiğinde, bıkkınlık ve çekişmelerin boy göstermesi kaçınılmazdır. Konferanstaki çatlaklar benim parmağımı kaybetmemin sonucu muydu bilmem ama kesinlikle genişlemekteydiler(...) Başka etmenler de vardı. Çocuklar ne kadar büyülü olsalar da ana-babalarından etkileniyorlardı; yetişkinlerin önyargıları ve dünya görüşleri zihniyetlerini ele geçirmeye başlayınca, Maharashtra’dan çocukları Guceratlardan nefret ettiklerini, açık tenli kuzeylilerin Dravidli “karaları” aşağıladıklarını gördüm; dini rekabet vardı; sınıf farklılıkları da konseylerimize sızmıştı. zengin çocukları böyle aşağı tabakalarla birlikte olmak istemiyorlardı; Brahman’lar düşüncelerinin bile dokunulmazların düşüncelerine dokunmasından rahatsızdılar; bu arada düşük sınıflar arasında fakirlerin baskısı ve Komünizm açığa çıkıyordu...” sözleriyle açıklar.
İkinci bölümdeki Pakistan izlenimleri de farksız; üstelik ordunun, yaptığı yolsuzlukları savaşın arkasına gizleme gayreti de ekleniyor bu ülkedeki egemen söyleme; “Gazete haberleri ardına gizlenen –alçak Hint istilası kahraman evlatlarımız tarafından bertaraf edildi– general Zülfikar gerçeği belirsiz, muğlak bir şeye dönüştü; sınır muhafızlarının satın alınması gazetelerde, “masum askerler Hint askerleri tarafından katledildi” şeklinde yer aldı; eniştemin kaçakçılık faaliyetlerini kim duyuracaktı?”
Salman Rushdie, yaşanan durumu doğru tespit ediyor ve rahatsızlıklarının temelinde şizofreni korkusunun, her Pakistanlının kalbinde bir göbek bağı gibi gömülü olan bölünme korkusunun olduğunu düşünüyor. Kahramanı Salim, Bangladeş’teki isyanı bastırmak için eğitilirken, şöyle sorguluyor kendisini; “Birimlerin amacı ne? –İstenmeyen unsurların kökünün kazınması. Bu unsurların özellikleri neler? –Aile hayatının sona erdirilmesi, tanrının katli, toprak ağalarının mülksüz bırakılması, film sansürlerinin kaldırılması. Hedeflenen ne? –Devletin yıkılması, anarşi, yabancı egemenliği. Endişeyi arttıran sebepler neler? –Yapılacak seçim ve sonuçta sivil idare....”
“Orduyu naibi kabul eden, kendini içinde bulduğu hayat boyun eğerek görevini yapan, emirlere itaat eden, hem bu dünyada yaşayan hem de bu dünyada yaşamayan, boyun eğen, insan hayvan demeden sokaklarda, nehirlerde izini süren; kimin himayesinde, kimin hatırına, kimin intikamcı kışkırtmasıyla silah altına alındığını ne bilen ne umursayan” insan tipinin evrensel bir haritasını çıkarıyor Salman Rushdie..!
Anlatım özellikleri
Başlarda söylediğim gibi, kendisi de 1947 doğumlu olan Salman Rushdie’nin bireysel tarihinden izler bulunabilir bu romanda. Ancak, yazarın vurguladığı gibi, “Bütün edebiyatta olduğu gibi otobiyografide de gerçekten olmuş olanlar, yazarın okuyucusunu ikna ettiği şeylerden daha önemsizdir...” Geceyarısı Çocukları, bir düş, bir fantazya gibi kurgulanmış ama fantazyanın kaynakları gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı. Çocukluk ve çocuk bedeni bir metafor. Tıpkı Günter Grass’ın Teneke Trampet’indeki çocuk kahraman gibi, Salim de olayların nedeni olarak kendi doğumunu ve yaşadıklarını görüyor Hindistan’ın trajedisinde.
Salim’in daha doğumunda bir başka gece yarısı çocuğu olan Şiva ile karıştırılmış olması, bağımsız Hindistan tarihinin de tersliklerle dolu olacağını işaret ediyor. Bu çocukların sondaki kısırlaştırılma girişimi de, kuruluş günlerindeki ideallerin sona erdiğinin bir sembolü. Ama bütün bu siyasi, tarihsel ve toplumsal tablonun aktarılmasında, Salman Rushdie, bir an bile tekdüzeliğe, ajitasyona ve kabalığa kaçmıyor. Bir çocuğun duygusal ve düşünsel gelişimini zaman zaman diyaloglar, bazen iç monologlar, kimi kez de bilinç akışı tekniği ile aktarıyor.
Yaklaşık beş yüz sayfalık romanda öykü sürükleyiciliğini ve temposunu hiç düşürmüyor. Doğunun anlatım geleneğinden söz edilebilir belki de bu akıcılığı açıklamak için. Her bölüm bir diğerine, başa ve sona bağlanıyor. Felaketler önceden sezdiriliyor ve merak duygusu her zaman uyanık tutuluyor. Ancak, sadece öyküsü değil, olay örgüsü, düşü gerçek, gerçeği düş yapan metaforları ile, Geceyarısı Çocukları mutlaka okunması gereken bir roman. Salman Ruhdie, neyi anlatacağını, neden anlatacağını ve nasıl anlatacağını çok iyi bilen bir yazar.