Ayda Su, “Serserinin yaşamı”, Cumhuriyet Kitap, 24 Mayıs 2001
Bir yazar çıkar ortaya, o güne dek yazılan kalıplaşmış edebiyata tepki duyarak yazmaya başlar. Bu sanat tarihinin bilinen öyküsüdür, çoğu akım kendinden önceki sanatçılara tepki duyarak başlar, edebiyatta da yenilik arayan yazar, dilin tüm olanaklarını keşfetme arayışına girer.
Elbette yenilik peşindeki yazarın en büyük zorluğu statüko yayınlarla para kazanmaya alışmış yayınevleri tarafından kabul edilmektir, güçlü yayıncılardan önce, şansını yeraltı ve amatör dergilerde dener. Bazen, şanslıysa, edebiyat çevresi taze bir nefes alarak onu kabul eder; diğer zamanlarda da senelerce bıkmadan eser üretmesi ve yılmaması gerekir. Charles Bukowski'nin yazarlık yaşamı bu senaryonun iyi örneğidir. İlk dönemlerinde sanat çevrelerinin tanımak istemediği Walt Whitman ve Allen Ginsberg -şimdi bu isimler Amerikan edebiyatının önde gelen şairlerinden sayılır- gibi tamamen dışlanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı'nda Batı Almanya'da görev yapan asker babası ile Alman annesi, o iki yaşındayken Amerika'ya umutlu gelecek hayalleriyle döndüler; fakat bu hayaller kısa zamanda büyük ekonomik kriz yüzünden umutsuzluğa dönüşünce, işsiz, parasız ve mutsuz bir ortamda büyümesine neden oldu küçük Charles'ın. Otobiyografilerinde anlattığı gibi babası tarafından nedensiz yere sık sık dayak yemesi ve "acne vulgaris" adıyla bilinen cilt hastalığı, ergenlik çağını da dışlanmış geçirmesine neden oldu. "Acımasızca ve çok sıklıkla dayak yerseniz, bundan sonra sadece çok zorunlu olanları söylemeye başlarsınız; yani, üzerinizde yapay olan her şey düşer. Eğer bu durumdan bir gün kurtulursanız, geride kalan genellikle en gerçek doğanızdır. Çocukluğunda ağır cezalar görmüş biri, büyüdüğünde çok güçlü, çok iyi ya da tamamen yönünü şaşırmış bir katil, tecavüzcü veya deli olur. Gördüğünüz gibi babam çok iyi edebiyat öğretmeniydi: Bana acının ne olduğunu öğretti, nedensiz acı..."
Bukowski kötü geçen çocukluğundan iki şeye tutunarak sağ kalmayı başardı: Yazarlık ve alkol. Fakat birinci tutkusundan kazandıkları, ikinci tutkusunu almaya bile yetmiyordu çoğu zaman; o da, bulaşıkçı, kamyon şoförü, postacı olarak para kazanmaya çalıştı. Sonuçta yaşamı ve içkisi, yazdıklarının konusu oldu. Kendini, acınası yaşamını, yoksulları, evsizleri, gururu incinmiş insanların gerçeklerini, abartmadan ve çekici kılmaya çalışmadan anlatıyordu.
Şiirlerini ve öykülerini çok özel yapan öğelere de sahipti. En başta günlük dilin müzikal niteliğini yakalamıştı, yaşama bakarken kendine ya da çevresindekilere acımıyordu, duygusallıktan uzak sıradan detayları, küfürlü konuşmaları, öznesinden hep belli bir uzaklıkta aktarıyordu. Bu mesafe sayesinde gerçekçi hatta bazen komik bile oluyordu. Hayatın inceliklerine dokunduğunda da, mitolojiden uzak, işe yaramazlık hissediliyordu.
William S. Burroughs gibi yaşamın karanlıklarını anlatanlardan farklı kılan özelliği ise, bu onun seçtiği bir yaşam değildi, sadece böyle yaşamayı biliyordu ve sürünenleri övgüyle anlatmıyordu, entelektüel çıkış yolları da aramıyordu; bu yaşamdan para sayesinde çıkacağını umuyordu ve öyle de oldu. Yazdıklarıyla (önce Avrupa'da, çok sonra da Amerika'da) para kazanmaya başlayınca şartlarını değiştirmekte hiç zorlanmadı, BMW arabası, genç ve güzel karısı, daha iyi bir ev, daha iyi mahalleler, onu ne yazmaktan, ne de içkiden uzaklaştırdı. Aynı duyarlılıkla, hep bildiği insan manzaraları şiirlerinde yer alıyordu.
Bukowski en çok eleştiriyi kuşkusuz tutucu çevrelerden aldı. Eleştirinin kaynağında sanatı değil, yaşam tarzı yatıyordu. Anlatılanlar öylesine itici ve uzak bir dünyanın gerçkeleriydi ki, ayyaş, hastalıklı, kumar düşkünü yazarın başarısız yaşamının ötesi görünmüyordu. İçtenliği kolaylıkla göz ardı ediliyordu. Şiirlerinde çok sık "gibi", "benzer", "çok" gibi kelimeleri kullanması da bazı eleştirmenlere göre şiirsellikten uzaklaştırıyordu yazdıklarını. Oysa Bukowski 1981'de verdiği bir röportajda "deha, çok derin anlamı olan şeyleri çok basit söyleme yeteneğidir" diyerek yazı tekniğini de dile getiriyordu. Sıradan adamın dilini yeniden yaratmadaki ustalığı, bir bira içerken dostlarla sıradan konuşma ağzıyla yazılmış olması edebiyat çevrelerinin alışık olmadığı bir yenilik olduğu için bugün bile küçümsenmesine neden olur.
Bukowski'nin bir başka tutkusu da müziktir. En umutsuz günlerinde Mahler ya da Şostakoviç dinleyerek yenilenir. "Borodin'in yaşamı" adlı şiiri de başyapıtlarından biri sayılır. İlk dönem şiirlerinden biri olmasına rağmen, daha sonraki yıllarda yazacaklarının izlerini taşır. Borodin'in çekilmez karısını, devamlı söylenmesini anlattıktan sonra "o sadece bir kimyacıydı/ rahatlamak için müzik bestelerdi/ evi insanlarla dolu olurdu/ öğrenciler, sanatçılar, alkolikler, işsizler/ çünkü o hiçbir zaman hayır diyemezdi" dedikten sonra, şiiri "bir daha Borodin dinlerken/ düşün" diye bitirir. Şiirlerinin sonunda okuyucuyu düşünmeye itmesi de şiir-öykülerinin vazgeçilmez özelliklerinden biridir. Burada Bukowski okuyucuya nasihat vermek yerine sanki elinden tutar ve görmediği bir adamı tanıması için ona tanıtır. Sanatçının yaşamından seçtiği özelikler onun sanatıyla iç içedir.
19. yüzyılda sanata bakarken sanatçı ile sanatı birbirlerinden tamamen ayırma gerekli görülürdü. Oysa Schumann'ın bir eseri bestelediğinde delirme sınırına ne kadar yaklaştığını görmek eseri de daha iyi tanımamızı sağlar. Bugün sanata bakarken sanatçıyı tanıma isteğini yadsımadan bakıyoruz, çünkü eserin ardındaki sanatçıyı tanımak, eseri de anlamamız için yol gösteriyor. Bukowski'nin sanata yaklaşımı da sanatçı ile sanatı birbirlerinden koparmadan bir bütün olarak algıladığını gösterir. 20. yüzyıl yazarlarını ve sanatçılarını anlamak için bu olgunun öneminin ne kadar altı çizilse azdır. Bukowski'nin de yazarlığı ile yaşamı bir bütün oluşturur. Öykü şiirlerinde anlattığı kişiler gibi yaratan ile yaratılan aynı madalyonun farklı yüzleridir. Kendi yazdıklarına da bu gözle bakılmasını istemek onun yazar olarak en doğal hakkıdır.