DİKEN, s. 39-53.
Sırtüstü yatmış, yastıklardan birini yüzünün üzerine kapamıştı. Temiz, ama hafifçe eskilik, kapalı kalmış oda kokan bir yazlık ev yastığıydı. Çocukluğundakiler gibi.
Başının arkası, boynu, ensesi yatağın üzerindeydi. Rahattı. Belki yatmanın en iyi yolu buydu. Vücudu aşağıya doğru dümdüz iniyordu. İyice uzamış bedenini hissetti; karnının çukurluğunu, bedeninin bittiği yerde yatağa sığmayıp dışarı çıkan ayaklarını. Tabanlarını bile.
Uyuyordu, daha doğrusu uyur gibi yapıyordu. Uyuyormuş oyunu oynuyordu. Çocukluğundaki gibi.
Yarı açık oda kapısının önünde tıkırtılar duydu. Topuk sesleri, bilezik gibi birbirine çarpan madeni şeylerin tıkırtısı, etek hışırtısı.
"Uyuyor," diye fısıldadı bir kadın sesi alçak, biraz da teatral bir sesle.
"Evet," dedi başka bir kadın sesi. "Yastığı yüzüne kapamış."
"Kestirirken bazen öyle yapar."
Karısı ve başka birisi. Anne şefkati. Sesler, tıkırtılar, hışırtılar çekildi. İkindi uykusuna saygı, uyuyana sevgi. Etrafı yeniden evin sessizliği doldurdu.
Birden yerinden kalksa, yastığı yüzünden atıp yerinde doğrulsa, yatağın kenarına oturup, biraz mahmur, "Yok uyumuyorum, kestiriyordum öyle, ne var, nereye gidiyorsunuz?" diye sorsa her şey başka olabilir, hayata karışabilir.
"Bak sen, uyuyor taklidi de yaparmış," dedi annesi yastığın altındaki karanlıkta, kulağına. Sonra odada belirdi, yatağın yanına gelip avucunu alnına koydu. "Ateşin mi var senin?" Yok. Küçük bir çocuk olduğu için ses çıkarmadı. "Yok, ateşin yok." Annesi geriye çekildi, ılık duygu kaldı geriye.
Bu yaz artık yapacaktı. Yüzüne kapalı yastığın kokusunu, onun altındaki karanlığı, evin içini ve başka şeyleri yazacaktı. Hayatta yapılacak en önemli şeyin bu olduğunu hissediyordu. Her zaman öyle hissetmişti. Yazmanın tersi olan her şeyden, başarılardan, kadınların şefkatinden, hayat dedikleri şeyi yolundan çevirip kendi işine yaratmaktan farklı, çok daha derinde duran, "asıl hayat"la ilgili olan şeyi yapacaktı.
Ev sessizdi. Sadece kendi soluk alıp verişini duyuyordu.
Ses çıkarmadan kalktı, önde, oturma odasında hâlâ birileri vardır belki, herkes gitmemiştir; arkaya, mutfak kapısına yöneldi.
En çok korktuğu önde, oturma odasında, yazlık evin derme çatma kütüphanesinde bulduğu bir kitaba dalmış okuyan bir çocukla, bir misafir çocukla karşılaşmaktı.
"Ne okuyorsun?"
Misafir çocuk elindeki kitabı isteksizce kaldırıp kapağını gösterecekti.
"Onu ben de okumuştum, onu ben de okumuştum."
Artık bir kitabı okumuş olmanın yetmediğini, onu yazmış olmak isteğinin katlanılmazlığını nasıl anlatacaktı? Misafir çocuğun gözleriyle kendine baktı. Saçları dağınık, uykulu, iri yarı bir yetişkin. Gelip kitabı alıp kapağına bakar. Korkunç. Mutfak kapısından çıktı, hiç kimseye, en çok da kitap okuyan misafir çocuğa görünmemeyi başararak.
Dışarısı güneşle ve cırcırböceklerinin sesiyle doluydu, gözleri kamaştı. Geriden, dalgaların hışırtısı, bir düdük sesi, çocukların tiz, vahşice uzatılmış haz çığlıkları geliyordu. Evin arkasına, önünde uzanan koruluğa doğru yürüdü. Yürüdükçe arkasından gelen sesler kesildi, çocukları, denizi iyice geride bıraktı. Cırcırböceklerinin sesi yükseldi.
Tabiat ona her zaman bir yazı odası gibi gelmişti. Gizlice çağıran bir yazı odası. Ayaklarının altında ezilen çam iğnelerinin sesine uyarak bir süre yürüdü. Sonunda bir açıklığa geldi. Durdu. Burası. Bol pantolonunun arka cebindeki not defteriyle tükenmezkalemi yokladı.
Oturup yazacaktı, emin gibiydi.
Her şey olmuştu. Olgunlaşmıştı. Oradaydı. Bir daha hiç geri gitmese, insanların arasına dönmese fark etmezdi. Yazacaktı. Belki buradan en yakın köye giderdi. Herkes birbirine soracaktı "ne oldu ona?", "nerde o?", "araba da burada, arabayı da almamış." Birisi kayıtsızca "gelir, gelir" diyecekti. İçi cız etti.
Bir ağacın dibine oturdu, dizlerini göğsüne çekti. En rahat bulduğu pozisyon buydu yazmak için.
Defteriyle kalemini çıkardı. Dizinin üzerine koydu. Dizi, küçük bir yazı alanı oluşturacak kadar yer sağlıyordu ona. Her şey hazırdı, her şey tamamdı.
Küçük not defterine, biraz da rahatsız pozisyonundan ileri gelen kargacık burgacık elyazısıyla yazdı:
"Sırtüstü yatmış, yastıklardan birini yüzünün üzerine kapamıştı. Temiz ama hafifçe eskilik, kapalı kalmış oda kokan bir yazlık ev yastığıydı. Çocukluğundakiler gibi."
"Çocukluğundakiler gibi"den sonra durdu.
Bu "çocukluğundakiler gibi" bir sürü "çocukluğundakiler gibi" gibiydi, hele sayfada. Düz, yassı, sıradan. Bu "çocukluğundakiler gibi"nin ona, sadece, sadece ona ait bir "çocukluğundakiler gibi" olması için başka bir şey daha gerekiyordu, hissediyordu. Ama neydi o? "Nedir o, bil bakalım nedir o?"
Karşısında duvar gibi duran ağaçlara baktı. "Çocukluğundakiler gibi"–yastığın–evin–sessizliğin–odanın–ikindi uykusunun kırışıksız uzanıp giden yüzeyinin altında bir şey olmalıydı... bir çıkıntı... bir... diken... batan bir şey. Vardı, biliyordu.
Neydi o, neydi o? Gözlerini yumdu.
Onu bulmalıydı. O şey belirmiyordu. Yüzeye çıkmıyordu, yakınlaşmıyordu bile. Cümleyi kendisinin yapacak ne ise, onun derinde bir yerde, orada durduğunu biliyordu ama elini ne kadar aşağılara daldırsa da bulamıyordu. Acımayan bir yaraya parmağını sokmak gibiydi.
Gözlerini açtı. Her şey, öğle vakti, bedenini saran sıcaklık, karşısındaki yapraklar, kulaklarını dolduran cırcırböcekleri durmuş onu seyrediyorlardı: "Neyin var? Neyin var?"
Sonra anladı. Mutluydu. Doymuş bir hayvan gibi mutluydu.
Her şeyin üzerini bu sefil, doygun, şahane mutluluk alışkanlığı kaplamıştı.
...