| ISBN13 978-975-342-697-8 | 13x19,5 cm, 96 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Orhan Koçak, “Uçuşan sözlerle...”, Sabah Kitap Eki, 20 Mayıs 2009 Peşinen söyleyeyim: Levent Yılmaz’ın Afrika’sı, onun hakkında söyleyebileceklerimizi, en azından benim söyleyebileceklerimi aşan bir kitap. Çünkü durup düşündükten sonra söyleyeceğiniz her şey, kendinizi zorlayarak varacağınız her ciddi yargı, doğru olsa bile, sizi bu şiirlerden alabileceğiniz hazdan adım adım uzaklaştırabilir. En iyisi, şiire teslim olmak, kendi kaçış çizgisi boyunca seyreden bu kuyrukluyıldızı silindiği noktaya kadar izlemek. Yine de... Afrika dört bölümlük bir aşk şiiri. Yaşanıp bitmiş, ama bittikten sonra da artık her şeyi aşk haline getirmiş bir aşkın şiiri. Gençler hormonlarıyla bilir, henüz genç olanlar, hatta hâlâ genç olanlar da anı ve istek karışımı bir şeyle bilebilir: Ölüm yoksa eğer, gidenin arkada bıraktığı o tuhaf, yaşayan boşluk çoğu zaman daha da güzel, daha da çekici kılıyordur dünyayı: Uyarılmış hayranlık, nesnesi kaybolduktan sonra da çevreyi ışıtmaya devam etmiştir. Yeter ki acı bizi nobranlaştırmış olmasın; kendi kaybımız bizi ne yüzyılların telafisiz kayıplarına ne de mevsimlerin uçucu kazançlarına sağırlaştırmış olsun. Levent Yılmaz’ın görünüşlerden oluşan hayalî Afrika’sı, Halikarnas Balıkçısı’nın gerçek Bodrum’u gibi: Balıkçı, bir sürgün olarak gittiği yerde bir cennet bulmuştu, Yılmaz da kendini birden içinde bulduğu boşlukta harikuladenin açılışlarına tanık olan birinin izlenimlerini kaydediyor. Afrika, geçişleri kutlayan bir kitap, vazgeçişlerin ödülü olan geçişleri. Kendini birden “Afrika”da bulmuştur, mektubunda şöyle yazar artık orada olmayan sevgiliye: “Uyandın mı? Uyandı mı aşk? // Bak bakalım geldi mi harfler, gece göndermiştim düşümde. / Dedim ya, iyiyim; sıcağa, gördüklerime, görünüşlere, / bu uçuşan dile alışmaya çalışıyorum: / Sanki dünyaya ilk gelişim bu. // Doğduğum bu dünya fakir, ama ölesiye güzel.” Bu uçuşan dile alışmaya çalışıyorum: Kolay değildir birliğin, aidiyetin, mülkiyetin, kimliğin, sabitliğin ve özdeşliğin dilinden vazgeçişlerin ve geçişlerin diline geçmek. Yeniden doğmak için önce ölmüş olmak gerekir ve bu doğum da kendine yol açan ölümü hatırlamadan edemeyecektir. Ama yine de doğumdur: “Geçecek zaman, fakir ve güzel dünya, / evet ama gittin, zalimsin, yoksun, / geçme deseydik ya zamana, / diye şikayet ederken bir pamuk bulut beliriveriyor topak topak, / yüzün gülüyor yukardan. Nasıl seviyorum o bulutu. / Nasıl seviniyorum!” Bulut savrulduğu, geçtiği için güzeldir; bir süre asılı kaldıktan sonra geçtiği, geçeceği için. Ben bu dersi daha iyi anlatan satırlar okumadım: “Sabahlar böyle öfkeyle dolu olmasın, / şafağın parmaklarında tekrar / güller bitsin, su içelim, toprağa dökelim, / buharlaşalım, / hallerden hallere geçip uçalım, / kokusuz, görünmez dolaşalım havada. / Niye beceremedik katı halde / bir arada olmayı, diye sorma, / hangi karada?” Ben alınmış dersin hiçbir gnosis’te bu kadar alçakgönüllü, ağırlıksız, uçuşan sözlerle aktarıldığını da görmedim. Kaçışlar, akışlar, hallerden hallere geçişler. Ama söylediğim her sözün hem kendimi hem de bu şiirin siz potansiyel okurlarını daha da sıktığını hissediyorum. O zaman bazı satırlar: “Yıllar ufak adımlarla son sürat kaçıyor, / vakit çok geç, / güzellikleri duman oluyor, poyrazla savruluyor.” “Eskiteceğimiz hiçbir şey kalmamış, bir kendimiz. / Güller geçmiş, değillermiş kimsenin.” “Su yollarını izleyerek geliyorum şimdi kendime, / Çatlaklardan sızıyor, süzülüyorum. / Akışa bırakıyorum kendimi. Sana bırakıyorum. / Suyun aynasıyım ben, üstünde salınan kayık, / çektiğim kürekler, oltama vuran balık, hep ben.” Katı haldeyken beceremeyiz, ama bunu anladığımızda da vakit artık çok geç olacaktır. Keyfinizi kaçırmamayım, kitabın daha barok ikinci bölümünde (“Kaside”) bu açmazın açılımlarıyla uğraşıyor şair. Şiirlerin hepsi birbirine bağlı, ama bu örgünün dışında tek başına da okunabilecek bir serendip meseli de var kitapta, Andersen’in bazı “iyimser” masallarını hatırlatan: “Çığlık çığlığa ortalık, / yakartop, kukalı saklambaç, / düşüyor oğlan, dizi kanıyor, / mutsuz, önde başı, / gülüyorlar, kenara çekiliyor, / dışlandığını biliyor, / “Hamsi gibi kaldı” derdi Oktay Bey, / anlamazlıktan geliyor oğlan, / biliyor oysa bal gibi; / geç olgunlaşacak o, nar da öyledir, / kızarır önce, sonra kasım gelir.” Bu “Oktay Bey”, Oktay Rifat olmalı. Bu “çirkin ördek yavrusu” hikayesi de rahmetli büyük şairi gülümsetebilecek, hatta gururlandırabilecekti, kendinden sonra yazılan şiire en ufak bir ilgi duyabilmiş olsaydı eğer. Geç olgunlaşma, hem narın hem de bu artık çok genç olmayan “genç şairin” hayat hikayesidir; nar yaz bittikten sonra kızarır ve “sonra kasım gelir.” Nedir kasım? Olgun narın artık yenilebileceği mevsim mi? Yoksa artık her şeyin çok geç olduğunun anlaşıldığı zaman mı? Şiir, tıpkı Oktay Bey’de olduğu gibi, bu iki şıkkı da içererek ama herhangi birini ötekine üstün kılmadan kendi üzerine kapanır, “kasım” sözcüğüyle mühürlenir. |