Nafer Ermiş, "Hayali bir coğrafyada gerçekçilik arayışları", Sabitfikir, 2009
Yirmi yıldır babasını arayan ve sonunda hiç ummadığı bir yerde, hiç ummadığı bir şekilde bulan bakkal Cemal’in hikayesiyle başlıyor İnceldiği Yerden... İlk anda o ünlü deyimin bir parçasıymış gibi duran ismin aslında anakaraya incecik bir toprak parçasıyla bağlanan, ada olmasına ramak kalmış bir yarımadayı işaret ettiğini anlıyoruz. Giderek, oradaki hayatların da anakaraya aynı derecede ince bir bağla bağlandığını görüyoruz.
Her şey hem hayali, hem gerçek orada. Yarımada hayali, ama lolipoplar gerçek. Uzun yıllar bakkal Cemal'in içinde ağırdan ağıra yeşeren aşk hayali ama gençliğinde kasabadan ayrılıp yıllar sonra dönen Saliha gerçek...
Aslında kökleri uzun yıllara dayanan ama yine de neredeyse kimsenin beklemediği bir anda gerçekliğe dönüveren bu aşkın evliliğe dönüşme serüvenini izlerken, birden bir sürpriz daha oluyor ve romana belki biraz geç de olsa yeni bir kahraman giriyor: Jülide. Jülide de tıpkı Cemal gibi bir arama ve bulma motifiyle sahne alıyor.
Bir şey aramak her zaman bir gerilim doğurur. Aranan şeyin ne olduğu, bulunup bulunamayacağı, bulunduğunda beklenildiği gibi olup olmayacağı vs... Roman boyunca da yazarın, yarattığı bu ve buna benzer küçük gerilimlerle romanı hep canlı tuttuğunu görüyoruz.
Jülide, romanın en genç kahramanlarından biri. Henüz lise öğrencisi. Anne babasını bir kazada kaybetmiş. Ninesiyle yaşıyor. Bu Ege sahillerine Aslı Biçen tarafından kurulmuş ve adı Andalıç olarak verilmiş kasabada, amatör bir futbol takımında oynayan Erkan’la gelgitlerle dolu, inişli çıkışlı denebilecek bir aşk ilişkisi var. Küçük nesneleri, özellikle de normalde kendiliğinden hareket eden atomlar, polenler, rüzgarlar gibi nesneleri yönlendirme yeteneğine sahip. Romanın aslında ustaca bir yöntemle gerçeklikten kopacak hale geldiği ama tıpkı üzerinde yaşadıkları yarımada gibi incecik bir şeyle de olsa ona bağlı kaldığı nokta da buradan başlıyor. Sonra yavaş yavaş zaman gibi, rüzgar gibi, sıkıntı gibi, sessizlik gibi doğal varlıklar insani bir iradeleri varmışcasına hareket etmeye ve öyle betimlenmeye başlıyorlar.
Romanın şimdiki zamanından önceki hayatı neredeyse babasını aramakla geçen Cemal’i, romanın ilerleyen sayfalarında başka bir arayış bekliyor. İstanbul’dan imdat çığlığı gönderen, kötü yola düşmüş bir üvey kardeşin peşine düşüyor Cemal. Onunla birlikte o sakin taşra havasından, bir süreliğine büyük şehrin kaosuna giriyoruz; yarımadadan anakara’ya geçiyoruz.
İnceldiği Yerden’de Aslı Biçen harika bir roman dili yaratmış... Ayrıntılar çarpıcı, benzetmeler yaratıcı, gözlemler, saptamalar zekice, betimlemeler neredeyse insanı kendi içine çeken bir melodiye dönüşmüş. Buna karşın anlatımında hissedilir bir doğallık var. Bu doğallık yarattığı atmosfere de yansıyor. Birden kendinizi o yarımadada buluyor, sanki çoktandır tanıdığınız insanları izlemeye başlıyorsunuz.
Aslı Biçen gerçekle gerçekdışı arasında kurduğu o ince dengeyi bütün güçlüklerine rağmen kurmayı ve korumayı başarıyor. Ve roman o inceldiği yerden... hiç kopmuyor.
Ve şöyle başlıyor:
“Yolun sağında, ihmalkârlıkla ovada unutulmuş gibi duran iki kıraç, iğreti tepenin güdük dişleri arasında güneş fersiz bir aydınlıkla gelişini duyurdu. Geceyi baştan sona kat eden otobüs yoldan ziyade saattlerle cebelleşmiş, geriye kalan son dakikaların üzerinde zaferle ilerliyordu. Tepelerin V’sindeki güneş sapan taşı sabırsızlığıyla...”