Hayvanların Âlemi’nden, s. 97-199
Melih, iriyarı bir çocuk olmuştu. Elini ayağını nereye koyacağını bilemeyenlerden. Sanki vücudu kalıbıydı –hani alüminyum folyo pasta kalıbı gibi– ve o da kalıbına daima büyük; bu kalıptan taşmaktan başka şansı yoktu.
Zamanla kalıbına az çok uymuş ya da kalıbının kenarlarından taşan yerlerini unutmuştu.
Bu ona belli bir acıya maloldu. Ama arada acıyı da unuttu.
Küçüklükle büyüklük arasında bir noktada hayatına hayvanlar girdi. "Hayvan dostu" oldu. İki yandaki tırnaklara bakmayın, bunu alayla söylemiyorum. Sadece "hayvan dostu" gibi tanımların bazı durumları anlatmakta nasıl yetersiz, nasıl aciz kaldıklarını vurgulamak için söylüyorum. Küçükken bir gün hayvanların, özellikle de yavru hayvanların "küçük ve incinebilir oluşlarının onda derin bir acı uyandırdığını" keşfetti, yaşıtlarının bazılarının bu hayvanlara –daha sonra rüyalarına girecek olsa da– tam da aynı sebepten işkence etmeye bayıldıkları bir yaşta, kalıbını hayvanları sevmeye adamaya karar verdi. Bununla birlikte bir seçim de yaptı.
Daha ileri bir yaşta, duyguları tekdüze bir ritim tutturup da derin düşüncelere daha açık¨olduğu bir yaşta ise hayvanların nasıl öyle "küskün öldüklerini", küçük, üçgen ağızlarının öyle gücenik, avuntusuz yukarı kalkıverdiğini keşfetti. Bu, hayvanlarla arasındaki ilişkiyi daha da güçlendirdi. Köpeklerin kulaklarının arkasını kaşımaya karar verdiklerinde ön ayaklarını kaldırıp bir an öyle beklemeleri, kedilerin havada dimdik tuttukları kuyruklarını aniden titretmeleri, kapkara kedilerin ağızlarını ansızın sonuna kadar açıp içerideki pembeyi göstermeleri hayatta gerçekten, derinden şefkat duyduğu şeyler arasına girdi.
Beslediği baktığı ev hayvanlarını, olduğu yerde doğrulup tabanlarının üzerinde yükselerek –böylece bir miktar caydırıcı da oluyordu– yabancılara karşı koruduğu sokak köpeklerini, gizlice kafeslerini açtığı, hatta, macera kıvamında, tuzaklardan kurtardığı hayvanları ve bunlarla ilgili hikâyeleri uzun uzadıya anlatmayacağım. Anlatacağım olaylar, son günlere denk düşüyor.
Bir pazar sabahı, sabahları güneş alan küçük mutfağında çocukluktan beri kahvaltı ettiği formika masanın başında oturmuş, pazar gazetelerine ve onların saçmasapan ama eğlenceli eklerine bakıyordu. İlk Türk sumo güreşçisinin çevirdiği ve çevireceği filmlerle ilgili haberi okurken güldü, iri kolları sarsıldı. Şu sumo güreşçileri ne âlem, ne garip şeylerdi. Sumo güreşçisi olmak kimin aklına gelirdi dünyada! Böyle ayağa kalkıp birbiriyle çarpışmak, sonra geri geri gidip gene çarpışmak olacak şey miydi. Sonra da otuz beşine varmadan ölüyorlardı. Ama ilk Türk sumo güreşçisinin kimseyle çarpıştığı da yoktu zaten. O sadece yere paralel gelecek şekilde çömelerek fotoğraftan atlayıp çıkacakmış gibi poz vermişti. Memeleri, göbeği ve bacakları resimde alt alta kalın çizgiler oluşturuyorlardı. Beyaz denecek derece açık sarıya boyanmış, iyice kısa kesilip sepsert jölelenmiş saçlarının ortasından simsiyah, şimşek biçiminde bir çizgi geçiyordu. Röportajda, ünlü bir Amerikalı aktörün filminde rol alacakken son anda bu işin suya düşmesine hayıflanıyordu. "Hollywood'da böyledir bu işler, kontratı görene kadar hiçbir şeyden emin olamazsınız," diyordu.
Sumocunun beyanatını dokunaklı bulmakla, hatta bir an onu çok sevmekle birlikte Melih'in dikkatini onun hemen altındaki başka bir haber çekti:
"Kedi ama suyu seviyor..."
Haberin altındaki fotoğrafta, grili beyazlı bir kedi yavrusu, sırılsıklam ve bütün ıslak kediler gibi düştüğü durumdan nefret eder bir ifadeyle pembe burnunun yarısı suyun içinde yarısı dışarıda, ne olduğu belli olmayan bir su birikintisinin içinde görülüyordu. Bu bir laboratuar teknesi miydi acaba? Laboratuar teknesi neyse... Her halükârda, doğal bir su birikintisine benzemiyordu.
Tabii bayılacak suya, diye düşündü Melih. Kedilerin suyu hiç sevmediğini akıllarının bir kenarına yazmış, bunu bir gerçek –en azından bir gazete gerçeği– olarak kabul etmiş kimselere bir kere daha güldü. Kedilerinden birinin mutfak tezgâhının üzerine çıkıp olanca ciddiyetiyle, musluktan akan suyu pataklayışı gözünün önüne geldi.
Aynı anda evinde hiç kedi olmayışını yeniden fark etti. Şu sırada "kediler arası"ydı. Arayı hiç açmadan birbirlerini izleyen ya da aynı anda bir sürüsü birden kapılanan kedilerinin hepsi almış başını bir yerlere gitmişlerdi. Hayret.
Sonra, bir gün başka bir gazetenin arka sayfasında şu habere rastladı:
"Yılbaşı Hediyesini Kimseye Kaptırmadı..."
San Fransisco Hayvanat Bahçesinin sakinleri önceki güne bir sürprizle başladı. Bakıcılarından yılbaşı hediyeleri alan hayvanların mutlulukları gözlerinden okundu. Pike isimli bu kutup ayısı da (yazının yanında süslü kâğıda sarılmış hediye paketini ağzında tutarken fotoğrafı vardı) içinde somon balığı bulunan paketi açmak için büyük çaba harcadı.
Ayının şirinliğine, iki kömür parçasını andıran kara gözlerine, yere hem sağlam hem sanki kararsız basan beyaz, kocaman bacaklarına, paketi ağzında tutuşunun komikliğine rağmen haberde kalpsizce bir yan buldu. İnsanların hayvanat bahçelerine kapattıkları hayvanlardan oranın "sakinleri" diye bahsetmelerinde zalimce bir alay, onların suç ortakları olan bakıcıların hayvanlara paketlenmiş hediyeler vermelerinde sonsuz bir zulüm, "hayvanların mutlulukları gözlerinden okundu" cümlesinde tahammülü güç bir kötücüllük vardı. Gözleri doldu. Kendilerine verilse, bir paketin içinde somon balığı olduğunu anlamak için uzun uzun uğraşmaları gerekecek aptal yaratıkların tutsağı olmuş yaratıkların kaderine içi yandı. "Yılbaşı Hediyesini Kimseye Kaptırmadı"ymış... İnsanlar kendi rekabet duygularını her yaratığın paylaştığını sanıyorlardı. Pike'nin tombul kocaman elleriyle paketi açmaya çalışmasını seyrederken nasıl da eğlenmişlerdir.
Sarsılarak ağlamaya başladı. Gözyaşları beyaz atletinin üzerine döküldüler, atletinin göğüs kısmı bütün ıslandı. Gövdesinin iriliğiyle gözyaşları arasındaki tezat, bu sahneye tanık olan bazılarının dayanılmaz bulacağı bir şeydi. Tıpkı bir beyaz ayı gibi kalkıp onu kucaklamak isterlerdi. Ama onun böyle şeylerle işi yoktu. Kimse onu görmeyecekti. Mutfakta, masasının başında kendi başına ağladı. Sabah güneşi mutfaktan ağır ağır çekildi, musluğun pırıltısı donuklaştı.
(...)