Ulus Fatih, “1002. Gece Masalları”, Mart 2005
“Nötrinonun sabahı / proton aydınlığı yayıyor cumaya / göz kırpıyor fener. / Ulyssesçe çınlıyor ortalık / su içen tanrıların tazıları / kucaklıyor kuarkları. / Sararan gözlerin sarısı demiryol / geçiyor dekovil sessizliği bükerek. / Elektronik orağı baş tanrının / biçiyor otları / Tepegöz ağlıyor tepede / nicedir.”
Yazınımıza öteden beri, bazı açılardan yeryüzü yazınının gerisinde kalıyor diye bir eleştiri var. Nedir bu; örneğin roman bizde çok yeni, onun baş meleği öykü gene öyle, Osmanlıdan şiir, tasavvufi felsefe, gezi (anlatı) türleri dışında bize kalıt bir yapıt yok. Altıyüz yıl boyunca yazınsal diye nitelenebilecek altıyüz kitap bile olmaması düşünceye durgunluk verecek bir şey, ‘yedi uyurlar’ ve kıtmir bir yana, bundan daha ‘fantastik’ bir insanlık durumu, daha ilginç bir ‘edebi konu’ olabilir mi bilinmez. Fantastik deyince düşünelim ki, fantastik yazın konusunda da yazınımızda bir eksikliğin varlığı ve ama şimdilerde bir kıpırdanmadan söz ediliyor artık. Bu sorunsallara ilgi duyan biri olarak Metis Yayınları’nın 1002. Gece Masalları adlı yazınımızdan derlenmiş bir fantastik öyküler kitabı yayımladığını öğrenince kitabı edinerek bir gece vakti okudum.
Kitaba değinmeden önce; fantastik kavramı üzerine biraz olsun söz edelim. Bu kavram Fransızca ama oraya Yunanca’dan geçmiş. İmgelem gücüyle yaratılan, gerçeküstü, düşsel nesne ya da canlılar için kullanılıyor. Aşırı ışığın yaydığı görünmezlik gibi; bu konudaki ilk alegoriyi İngiliz William Beckford, Fransızca yazdığı Vathek adlı yapıtıyla ortaya koymuş. Fantastik kavramının ilginç açılımları var. Fransızların Fantoma adlı çizgi roman kahramanı ve Phantom uçakları hayalet, bir yerde düşsel anlamına geliyor... Öbür yandan Pan, başlangıçta Arkadhia çobanlarının tanrısıymış, tüm tanrıları eğlendirdiği için ‘Tüm’ adı konulmuş ona, boynuzlu, kuyruklu ve teke ayaklı olduğu için görenler ‘paniğe’ kapılırmış, boynuzlu ve kuyruklu, yani fantastik; buradaki Pan’ın Phantastic’le ilgisi olması gerekir, Pan’dan daha düşsel, fantastik bir şey var mıdır, çünkü o kırların tanrısı... Issızlığın, rüzgârın, bakirelerin ve uçurumlarda dolaşan yolcuların... Yoksa Sait Faik’in Hişt Hişt adlı öyküsünde kırlarda gezen aylak kahramanımızın ardından duyduğu ses, Pan’ın sesi olamazdı!..
Panteist tüm tanrıcılık, Panteon’da, Olimpos’da olduğu gibi Latin dünyasının tanrılarının toplandığı yer veya tapınak demekmiş, tümlük bir yana, Panteon’unda, Borges’in Düşsel Yaratıklar Kitabı gibi ‘Düşsel Yaratıklar Tapınağı’ sayılması gerektiğini, çünkü sözcüğün kökenlerinin birbiriyle ilintili olduğunu düşünüyorum.
1002. Gece Masalları’na gelince, kitaptaki fantastik öyküler o denli güzel ki yazınımızın bir konuya eğilince, batıdan, fantastik öykünün ‘karaavrupasından’ asla geri kalmadığını, hatta onları aşan bir öyküleme yeteneği bile gösterdiğine tanık oluyorsunuz, belki absürd ya da grotesk bir düşünce içinde olduğum sanılabilir ama yazınımızdan yeryüzü ölçeğinde bir atılım, Marquezli, Llosalı Güney Amerika yazını gibi bir zümrüdanka periyodu bekliyorum ve önümüzdeki yıllarda bunun büyük ödülleri de içeren göstergelerinin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Kitapta 19 yazarımızın fantastik öyküleri var, dile getirme ve düşleme yeteneği bakımından tümü ayrı güzellikte, örneğin ilk öykünün yazarı Barış Müstecaplıoğlu genç yaşından umulmadık olgunlukta romanlar yazmış ve fantastik yazının öncülüğünü yapmış. Fantastik yazının düşsel karmaşasına özgün diliyle katkıda bulunduğu uzun ve okur için beğeni dolu bir metni kitapta yer alıyor. Nazlı Eray’ın Harita adlı öyküsü, öykü üzerine ders olarak okutulması gereken bir yapıda, bir sözcükten yola çıkacak, düşleyecek, şaşırtacak ve duru, eşsiz bir öykü yazacaksınız, Nazlı Eray’ın yazınımızda değeri ölçüsünde yeri olmadığı üzüncüne kapılarak düş kırıklığına uğradığımı belirtmeliyim. Kadir Aydemir’in Kara Uyku adlı öyküsü ise türün örneklerinin esinini taşıyan ama bunu yazarının özgün dünyası ve birikimiyle bir senteze götürmeyi başarmış, üç boyutlu, dilin öne çıktığı ve yine son derece güzel bir öykü...
(Garip şeyler düşünürdü o yalnız kaldığında. Mesela paslı kapının anahtarı deliğinde şimdiye dek binlerce kez dönüp durmuştu. Bu tür ayrıntıları anımsamak yoruyordu kendisini, ama yine de aklından çıkmazdı bazıları... Evin içine giren küçük ışık lekeleri yerde kah birleşip kah ayrılıyorlardı. Sarı bitik tüpün üstünde ayakkabılar diziliydi. Evin tahta kapısı rahatsız edici bir gıcırtıyla açılırdı; çok değil günde bir iki kez olurdu bu olay. Ya yiyecek bir şeyler almak için çıkardı dışarı ya da kapıya birinin vurduğunu sanarak çevirirdi anahtarı. Kapının önünde rüzgârın savurduğu otlardan başka hiçbir şey bulamazdı.)
Arzu Çur’un öyküsü de düşlem bakımından yeryüzü çapında bir öykü diyebilirim, ‘Ellerinizi Arkanızda Tutun’ adlı bu öykü o denli ilginç ki iyi bir okurun bu öyküyü, daha doğrusu bu kitaptaki öyküleri okumadan, yazın dünyasını izliyorum sanısı kanımca bir yetersizlik sayılacak. Orhan Duru’nun alıştığımız, kendine özgü biçemiyle, dokunduğu her şeyi fantastikleştiren havası bir kez daha karşımızda. İzzet Yasar, Çiler İlhan, Sadık Yemni, Levent Mete, Muammer Yüksel adını sayamadığım diğer öykücülerimiz o denli bütüncül, türünün gerçek örneği, öyle ‘fantezi’ birer öykü yazmışlar ki, paylaşılası, aşkın biçimde bir mutluluğun kitaptan yayılmasını sağlıyorlar.
İhsan Oktay Anar’ın ‘İnşaat İşçisi Rıfkı’nın Dehşet Verici Akıbeti’ adlı öyküsü, adının sıradanlığına karşın fantastik öykünün bir desen gibi tüm öğelerini özümsemiş örneği; (Vampir ile Rıfkı, ertesi gece şatodayken garip bir topluluk gördüler. Bunlar inşaat işçileriydi. İşi gücü bırakmış, ellerinde kazmalar, tırpanlar, kürekler, yabalar ve meşalelerle şatoya doğru geliyorlardı. Bu topluluğun arkasında, gerektiğinde kafa göz yarmak için, taşla doldurulmuş el arabalarını süren iki kişi bile vardı. İki ölümsüz, meşale ışıkları altında şatoya doğru yürüyen kalabalığı gördüklerinde dehşet içinde kaldı. Öfkeli işçiler, ölümsüzleri yakalamak için bütün inşaatı aradılar. Sonunda onları tabutun içine sinmiş bir halde buldular ve hangi sivri akıllıdan bilgi aldılarsa, yaka paça edip tokatladıkları iki vampirin göğsüne oracıkta tahta kazık çaktılar. Fakat bu başarıları onlara zarar verdi. Çünkü ertesi sabah inşaata gelen ustabaşı, artık vampir mampir tehlikesi kalmadığına göre tehlike tazminatlarını alamayacaklarını, yani kendilerine yevmiyelerin yarısının ödeneceğini müjde verir gibi söyledi. Gecenin bir vakti Merzifonlu bir işçi, şöyle demekten kendini alamadı: “Ah! Keşke öldürmeseydik zavallı öcüleri! Şimdi tehlike tazminatı alıyor olurduk!” dedi ve gözlerini yumdu. Gözkapaklarını açtığında ise gözbebeklerinin kırmızı olduğu fark edildi. Evet! Artık çift yevmiye alacaklardı.)
Kitapta Altay Öktem’in Oyun adlı öyküsü felsefe, eğretileme, insani durumları dile getirme ve atmosfer açısından daha ayrıksı duruyor diyebilirim, kahramanlarının adının ve yörenin yabancı oluşu eleştirinin dayanılmaz çekiciliğini çağrıştırıyor gibi görünse de perestroykayla başlayıp, küreselleşmeyle sürüp giden dünyamızda artık bunu da hoş görmenin bir yolunu bulmalıyız diye düşünüyorum.
(Araba hızla ilerlerken, “İlk kavşaktan sağa dön, kuzeye gidiyoruz,” dedi adam. Kadın gülümsedi. “ Şaka yapıyorsun herhalde. Kuzey diye bir yön olmadığını bilecek yaştayım.” Kadının gülümsediği anda, karşılık verme ya da paylaşma isteğinden, belki de ihtirastan... artık her nedense; adam da gülümsemişti.
İşte o gülümseme yapışıp kaldı yüzünde. “Kuzey diye bir yön vardı çok iyi hatırlıyorum.” “Ben de buna benzer bir şey duymuştum. Ama yıllar önceydi. Küçükken, yani kırmızı bir atkımın olduğu ve annemin beni kıskanmadığı yaşlardayken... Gerçekten bunu duydun mu, yoksa çocukluk işte, uydurdun mu... bilmiyorum.” “Olduğundan eminim.” “Belki de rüyamda görmüşümdür. İnsanın gördüğüne emin olduğu, ama bir süre sonra gerçek mi, rüya mı olduğunu ayırt edemediği durumlar vardır ya...” “Onlar genelde gerçek oluyor. Rüya çok daha belirsiz bir şey. Belli belirsiz.!” “Annemi hatırlıyorum ama, atkıyı da” “Kavşağı geçiyoruz.” “Boşver. Bir sonraki kavşaktan sağa döneriz, o da aynı şeye çıkar... ku...” “Kuzeye.” “Yön değişmez nasıl olsa. Yalnızca biraz gecikiriz. Sakıncası var mı?”
Yüzüne yapışıp kalan gülümsemenin hala bir maske gibi asılı durduğunu fark etti adam. İfadeyi yüzünde unutmuştu. Yüzünün eski haline dönmesi için küçük bir çaba harcaması yetti. “Sakıncası yok. Olsa da bir şey değişmez artık, kavşağı geçtik.” “Bir sonraki kavşağı görebiliyorum. Bu kadar yakın olduğunu tahmin etmemiştim.” “Rüyadan söz edince zaman çabuk geçti...” )
Kitabın bütün öyküleri fantastik öykü açısından değerli sayılabilecek, nitelikli öyküler, Edgar Allan Poe’nun Usher’lerin Çöküşü adlı öyküsünü okumuş, bir derlemedeyse; ‘Yeniden’ adında içinde ölü bulunan bir odanın labirente dönüştüğü ve yine İngiltere’nin denizlerden gelen buzulların altında kalıp çöktüğü ve de güney yarım kürede eski bir krallığın ufkunda yükselen karanlık bir duvarın gizeminin anlatıldığı öyküleri okuyup etkilenmiştim, hepsi yabancı öyküler; şimdi anladım ki bizde en az onlar kadar güçlü öyküler yazabilir, yaratabiliriz.
İşte kimlerden kaldığını bilmediğim küçücük, fantastik bir mesel: Cadının biri, fareyi evlat edinmiş, fare büyüyüp serpilmiş ve prensesler kadar güzel bir kız olmuş. Ve bir gün annesine demiş ki, anneciğim artık büyüdüm, beni evlendirmenin zamanı geldi... Cadı da, iyi ama güzeller güzelim, sen kimlere layıksın, demiş. Kız, prensesler kadar güzel olduğuma göre en güçlüye, yani güneşe demiş. Güneşe gitmişler çaresiz. Güneşse iyi ama demiş en güçlü ben değilim ki, bulutları görüyor musunuz, canları isteyince önüme geçip karartıyor, beni görünmez kılıyorlar, buluta gidin en güçlüsü o! Ve buluta gitmişler, ama bulut da, heyhat demiş, yanılıyorsunuz, rüzgârı görmüyor musunuz, ne zaman esse beni parçalayıp darmadağın ediyor siz en iyisi rüzgâra gidin. Ve rüzgâra gelmişler anlatmışlar olan biteni, rüzgâr kederle başını önüne eğmiş, en güçlü ben değilim; şu dağı görüyor musunuz, tüm gücümle essem bile onun kılı kıpırdamaz, bir an bile kımıldatamam yerinden, en güçlü o, siz en iyisi dağa gidin demiş. Sonuçta dağa gelmişler ama dağda ne dese iyi; sizi anlıyorum ama aradığınız yazık ki ben değilim, küçücük bir fare bağrımı delik deşik ediyor da, hiçbir şey yapamıyorum, hiçbir şey gelmiyor elimden, siz en iyisi fareye gidin, en güçlüsü o demiş! Ve sonuçta cadının kızı, fareyle evlenmiş ve mesel de burada bitmiş.
Yazın dediğimiz şey hedonist arzulara doyunç vermeli, ama okur genellikle kendi beğenisini oluşturmuyor, oluşturulmuş bir beğeninin peşinde sürüklenip gidiyor.
Oysa birkaç ay öncesinin hangi çoksatarı okurun anlağında iz bırakmış sormak gerekir, izi bir tarafa bırakın; Dolly Bell’i (adını) anımsıyor musunuz...
Buğdaydaki rekoltenin uzaydan ölçülebildiği bir dünyada, her türlü söylemin, klasik olandan uzak olması gerektiğini varsayarak, dünün fantastiğinin bugünün gerçekleri olduğunu anlayarak; her an kendimizi yenilemeli ve çağı içimizde duyumsayarak yaşamayı öğrenmeliyiz. 1002. Gece Masalları, yazınımızda fantastik öykü olarak, kimi gerçeklerden ve alışılmış şeylerden daha ‘gerçek’ sayılabilir. Çünkü; ufuk açıyor.