| ISBN13 978-975-342-801-9 | 13x19,5 cm, 288 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, Zorluğun İcadı, Yeniden, s. 11-18. Turgut Uyar’ın denemeleri kışkırtıcı cümle ve slogandan yana fakir değildir. Bunlardan bazıları yazıldığı tarihte de dikkat çekmiş, tam Uyar'ın amaçladığı biçimde olmasa bile bir yankı bulmuştur. "Çıkmazın güzelliği" böyle: "şiir çıkmazda çünkü insan çıkmazda" (1963).(1) Bu önerme, uzun bir süre, Uyar'ın sağcılığının veya "dekadanlığının" en sağlam kanıtı olarak alındı. "Korkulu ustalık" veya "efendimiz acemilik": bunlar daha bir sempatiyle karşılanan sloganlardı; özellikle 1980'lerde, "genç şair"liğin sosyolojik bir kategori haline geldiği yıllarda, henüz kendi yeteneklerinden emin olmayanlar için belli bir dayanak oluşturduğunu hatırlıyorum (yine de "yetenek" fikrinin tartışılmasını sağlayamamıştır; kendisi de yazılarında hiç girmedi böyle bir tartışmaya). Ama bir cümlesi var ki Uyar'ın, ne ilk yazıldığı tarihte (1950'lerin ikinci yarısı) okunmuş göründü, herhangi bir cevap aldı, ne ölümünün hemen ardından çıkan Sonsuz ve Öbürü seçkisinde(2) yeniden yayımlandığında dikkat çekti, ne de şairin düzyazıları 2009'da nihayet özenli bir biçimde toplandığında okurlar nezdinde bir "cümle" olarak belirebildi. Şuydu: "Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi falan gibi sebeplerle değil... kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum" (K.U., s. 263). Aynı kayıtsızlık yaklaşık otuzar yıl arayla üç kez tekrarlanıyor. Üçünde de kendini yeniden icat etmek fikri dikkat çekmemiş, herhangi bir soruya yol açmamış. Bu noktada çok eleştirel olmamalıyım belki de, çünkü parçasıyım: Cümlenin yer aldığı "Efendimiz Acemilik" denemesini 1985' te Sonsuz ve Öbürü kitabında ilk kez okuduğumda, benim zihinsel derimden içeri işleyebilen de başlığın ilk terimi bile değil, sadece ikincisi olduydu: sevgili yetersizlik, tatlı kekemelik, muhteşem başarısızlık. Ama üç ayrı tarih var, algı eksikliğinin üç ayrı tarihsel bağlamı. İlkinde, 1950'lerde, belki cümlenin yazarının bile travmatik etkinliğini tam algılayamadığı bir çıkıştı bu: kendi kendini ve yeniden ve icat etmek. O dönemde "İkinci Yeni"yi anlamaya, saptamaya, adlandırmaya yönelen yazarlar (en başta, bu adı da koyan Muzaffer Erdost) hep şunlarla ilgilendiler: sözcükler çarpılıyor, yeni sözdizimleri beliriyor, anlam geziniyor, dalgalanıyor. Başka bir deyişle, bir üslup değişmesiydi bu, teknik farklılaşmıştı, modern çağda sık sık olduğu gibi. Nasıl bir "Birinci Yeni" ("Garip") varsa, bir ikincisi de olabilirdi. Modernliğin sürekli değişme ve yenilenme geleneğinde her zaman bir son yeniliğe, bir yeni yeniliğe de yer vardı. Sonra belki Uyar'ın da beklemediği 1960'lar geldi. Olayın adı yoktu ("İkinci" dışında) ama kendisi, eylemi vardı: Herkes kendi kendini icat etme, en azından başkalarının icatlarına uyarlama faaliyetine girişmişti. Olayın kendisi yaşanırken, kavramına ihtiyaç olabilir mi? Böylece yeniden icat tasarısı da, tartışılmaksızın, kendi oluşumuna bırakılmış oldu. Doğallaştı. Bu doğallaşmanın bir siyasal bağlamı da vardır. 1960 askeri darbesi (o dönemde "27 Mayıs Devrimi" olarak anılmaktaydı) aydınların büyük bölümünde, yeni anayasanın da etkisiyle, bir tür "milat" düşüncesine bitişmiş gibiydi: geçmiş "sıfırlanıyordu"; gelecek sıfırdan başlanarak kurulacaktı. Yeni anayasanın öngördüğü Devlet Planlama Teşkilatı'nın kurulmasıyla 1930'lardan sonra ikinci kez güncelleşen plan fikri de iktisadi içeriğinin ötesinde bir yan-anlam kazanmıştı: yenilik her nasılsa başımıza gelen bir şey olmak zorunda değildi; geleceğin tasarlanması, kurulması, icat edilmesi mümkündü. Uyar'ın 60'lı yıllardaki yazıları, bu düşüncelerin biraz bulutsu bir biçimde ona da nüfuz ettiğini gösterir. Oysa deneme yazarı Uyar'ın değilse bile şair Uyar'ın (ya da Uyar'ın şiirinin) bundan farklı bir derdi de vardı: bu kendini yeniden icat nasıl mümkün olabildi, ben Türkiyem'den (1952) Dünyanın En Güzel Arabistanı'na (1959) nasıl varabildim, nasıl oldu da bir boşluğun üzerinden sıçrayabildim? Soru havada asılı kaldı; değindiğim doğallaşma işitilmesini önlüyordu. Yenilik zaten vardı, bunda bir yenilik yoktu.(3) İlk ânın sorusu, ancak ikinci anda, Uyar'ın ölümünün ardından belirebilecekti. Mesela Güven Turan için, Uyar'ın şiirsel çizgisindeki kırılma, aralık, boşluk, en azından bir soru haline gelmişti 1980' lerin başında: "Doğrusu, Turgut Uyar'ın [Türkiyem'deki] şiirlerden hemen sonra, taş çatlasa iki yıl sonra, Dünyanın En Güzel Arabistanı'ndaki şiirlere nasıl geçtiğini bilemiyorum... Bu iki şiir kitabı arasındaki fark, sadece bir şiir dili farkı olarak da kalmıyor. Bir dünya farkı da belirgin bir şekilde kendini gösteriyor."(4) Aynı tarihlerde, Enis Batur ve Füsun Akatlı gibi yazarlar da Turan'ın bir soru olarak ortaya koyduğu geçişe "patlama" ve "taşkınlık" gibi terimlerle yaklaştılar. İlk ânın sorusuzluğundan farklıydı bu; yine de Uyar'ın kendi tuhaf formülasyonu bu ikinci anda da tartışmaya dahil edilmedi. Oysa benzer bir düşünce, İkinci Yeni'nin başka şairlerince de farklı sözcüklerle dile getirilmişti. Ece Ayhan, "kendi kendini doğuruyordu bir cinaedi" diye yazmıştı; Edip Cansever sık sık Phoenix'ten, Anka'dan, kendi küllerinden yeniden doğmaktan söz etmişti. Bunların içinde en genel, en soyut formülasyon Uyar'ınkiydi; ama kendi tarihsel-kültürel bağlamına en yakın duran da oydu. 1955-65 yılları, Varoluşçuluğun (özellikle Sartrecı versiyonunun) çevirilerle Türkiye'ye de girdiği ve nerdeyse "hazır bir tarla" bulduğu dönemdir. Sartre'ın çoğu zaman "varoluş özden önce gelir" sloganında özetlenen ilk dönem (1940'lar) felsefesi, aslında Romantizmle başlayan ve belki en keskin ifadesine Nietzsche'de(5) kavuşan bir özerklik/hükümranlık düşüncesinin gündelik kullanım için uyarlanmış biçimi de sayılabilir: Karakter aldanıştır; sizin kaderinize sizden önce karar vermiş değişmez bir öz, bir miras, bir soyaçekim olduğunu kabul ederseniz sadece kendi kendinize yalan söylemiş, kendi korkunç özgürlüğünüzden (belirlenmemişliğinizden, temelsizliğinizden) kaçmış olursunuz – eyleminizle yapacaksınız kendinizi, korkak ve yalancı değilseniz eğer. Sadece bir durum tesbiti değil, daha çok bir meydan okuma, bir oyun daveti de olduğu ölçüde, kendine yer açmak isteyen hırslı "yaratıcıya" bir programın da ana hatlarını veriyordu bu türden önermeler. Ama işte 50'lerin sonunda, 60'ların başında, fazla yaygınlaşmış, aydınlar arasında "zaten öyledir" diye çoktan kabullenilmiş olduğu, kültürel eriyiğe karıştığı, başka bir deyişle kendi karşıtından yoksun kaldığı için, özgül bir düşünce olarak, bir cümle olarak da algılanamıyordu. Bir düşünceyi bir düşünce haline getiren, bir soru nesnesi olarak belirmesini sağlayan şey sadece kendi karşıtıyla karşılaşmış, kendi farklısı tarafından sınırlanmış olmasıdır; doğallık izlenimi öyle kırılır. Yok muydu o ilk anda böyle bir karşıt, "bizden öncekiler kendilerini yeniden icat edemediler" cümlesinin de kayda geçmesini sağlayacak? Aslında vardı; ne kadar cılız, ne kadar ham olursa olsun, bir sosyalist hareket, en azından bir Stalinist hareket vardı. Böyle rasgele söylenmiş gibi duran bir kişisel özerklik fikrini derhal saptayıp mahkûm etmesi gereken "Sosyalist Gerçekçi" yazar, eleştirmen ve şairler vardı; çıkmazın güzelliği sloganına asıl itiraz da zaten o kamptan gelmişti. Öyleyse niçin kaçırdılar? İki sebep düşünebiliyorum. Birincisinden ben de emin değilim, fazla hipotetik olacak. Şu: Türk Stalinist hareketinin bazı siyasal, örgütsel gelgitlere rağmen en azından 1938'den itibaren bayraklaştırmak durumunda kaldığı bir şair, asıl Şair, tam da bunu yapmıştı: Nâzım Hikmet, 1922'den sonra şiirsel olarak kendini tam da yeniden icat etmişti. Adı konulmasa bile, böyle bir şeyin "olabilirliği" içten içe seziliyor olabilir miydi? İkinci sebep daha somut, daha kayıtlı: Marx'ın yazıları, ancak Stalinist süzgeçten geçebildiği kadarıyla ulaşıyordu bizim SG'cilere. Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i ancak 70'li yılların başında ilk kez çevrildi Türkçeye. Sonra da, çok daha iyi bir çeviriyle, ancak iş işten geçtikten sonra, 2000'li yıllarda çıktı. Marx, hiç yabancısı olmayan, çünkü en azından Hegel'den ve onun "Sol Hegelci" tilmizlerinden (en başta da Max Stirner: Nietzsche-öncesi Nietzsche) bildiği "kendini yaratmak" fikrini bu metinde hem içerir hem eleştirir. Tanıl Bora'nın yeni tercümesinden aktarıyorum: "İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe, kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar."(6) Devamı kendisinden de daha meşhur olan bu cümle, Uyar'ın ve genel olarak her türlü sanatsal yenilik, "eşsizlik ve karşılaştırılmazlık" önermesinin tartışılması için bir çıkış noktası olabilirdi – tartışılmasını değil, görülmesini bile sağlayamadı, çünkü o dönemde, o ilk anda, 50'lerin sonlarında, kendisi de bir otorite cümlesi olarak bizde mevcut değildi. İkinci anda, "Marx" bahsinin nedense kapanmış gibi göründüğü bir tarihte, 80'li yılların sonuna doğru, artık farklı bir dikkatin, farklı bir itirazın da konusu olması beklenirdi Uyar'ın cümlesinin. Çünkü kendini yaratma fikri bu cümlede alışılmadık bir ifade bulmuştu. Tam da bunu fark etmemiz gereken bir eşikteydik: Post-modernizm tartışması yeni başlamıştı ve ilgi uyandırıyordu. Formülasyon sahiden tuhaftı çünkü; kaynaklandığı Romantik düşünceye oranla bile garipti. Romantizmde (modernizmde) kendini yaratma, hatta kendini "doğurma" vardır; ama bir kez yarattıktan sonra artık kendi "dehâ"na (Romantizmin merkezi kavramı) eşitlenmiş olursun. Yakalanmış olursun. Gerisi yâd etmedir, bir gençliğin, yaşanmış bir "sahiciliğin" kendi hatırlama ve kayıt tekniklerine kavuşturulması. Ama işte Uyar'ın otuz yıllık formülünde, bu "öz-yaratıştaki" ölüm-kalım ciddiyetini hafifleten bir bükülüş vardı: kendini yeniden icat etmekten, şu halde defalarca icat edebilme yeteneğinden söz etmekteydi. Şimdi, postmodernizm kadar dağınık bir görüngünün (bir dağılma ve erime görüngüsünün) eğer tek bir toparlayıcı sloganı varsa o da benliğin ya da kendiliğin rastlansallaşması, olumsallaşmasıdır: kendinizi her an yeniden tasarlayabilir, icat edebilirsiniz: bu benliklerden hiçbiri öbüründen daha sahici, daha özsel değildir. Tıpkı Kundera'daki gibi: gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz bir miras, bir dehâ, bir potansiyel de yoktur. – Uyar'ın şiiri, başlangıçta bütün yükünü belki de hissedemediği bu yüksüzlüğün cesaret ve korku anlarını kaydetmekle uğraşıp duracaktır. (Sonlara doğru yazılmış bir parçada, "soyumuz geçerlidir, biliyorum" diyecek ve hemen toparlanıp şunu da ekleyecek: sayılmayan soyumuz, hükümsüz özümüz.) Şu halde Uyar'ın (ve İkinci Yeni'nin) gizli manifestosunun en problematik cümlesi, bizim postmodernist meşguliyet ânımızda da dikkatten kaçtı. Üçüncü eşiğe, elinizdeki kitabın zamanına geldiğimizde, ikinci eşiğin fırsatı da çoktan kaçırılmış, çünkü postmodernizm kendi karikatürüne, galiba hafifçe mahcubiyet veren hakikatine indirgenmişti – süregiden bir gerçeklik olmaktan da çıkmaksızın. 90'lı yıllardan itibaren "öz-yaratış" fikri buna en müsait sektörün, elbise işinin (hazır giyimin) asli önermesi haline geldi: alın, seçin, yakıştırın, çeşitli kombinezonlar arasından kendi imajınızı kendiniz yaratın. Kierkegaard gibi bir gecikmiş Romantiğin "çok çalışan, iyi çalışan, kendi babasını da doğurur" şeklindeki önermesi, asıl provokatif ve tehditkâr gerçekliğine, bu türden cümlelere de gülümseyerek bakan yaratıcıların, mesela Hüseyin Çağlayan'ın (?) işlerinde kavuşuyordu. Ama hep bağlam açısından baktık olguya. Olgunun kendisinin de bağlama, bu bağlamı şimdi tanımlayabilen biz okurlara sorduğu sorular olmalı. "Olgu", Uyar'ın o cümlesi ve uzun süre o cümlenin gözetiminde ilerleyen şiiri. En azından Marx'a yönelttiği bir soru var. Evet insanlar kendilerini üretirler, demişti Marx, ama ancak devraldıkları koşullarda, devraldıkları malzemeden. Buna karşı şiir de şöyle diyor: Kendi söylediğimin yeniliğini bana anlatacak olan da yine benden önce söylenmiş olanlar mıdır; ölçü hep gelenek midir – bu bir "değişme geleneği" bile olsa? Hep onun terimlerine mi tercüme olmak zorundayım? Benden önce başlamış bir zaman-mekân sürekliliği içinde bana ayrılan yere mi ilişeceğim? Biz bu modernist kibri şimdi pek anlayamıyor veya ciddiye alamıyor olabiliriz; ama modernliğin ön-tarihinde, Romantizmde başlayan ve radikal ifadesini de Kierkegaard'ın "babayı doğurmak" formülünde bulan bir düşünce, bir istek, belki de en keskin metaforuna modern bilimde, kozmolojinin (bilim midir?) "Büyük Patlama" kurgusunda kavuşacaktı. Büyük Patlama zaman ve mekân içinde meydana gelen bir olay değildir: içinde "meydana geleceği" ve yol alacağı zaman / mekânı da kendisi yaratır. Madde, olgu, doğarken, doğmakla, parçası olacağı bütünü de (uzay, kozmos) doğurmuştur: bağlam olguya bağlıdır. Başka bir deyişle, kendi okunma ve anlaşılma koşullarımı da ben yaratmış olacağım. Bu açıdan (olgunun, şiirin açısından) bakıldığında, tarihsel maddecilik de bir kaçış, bir savuşturma, bir uzlaşı formasyonu olarak görünür. Evet insanlar kendilerini yaparlar – ama buldukları koşullarda. Doğan şiir açısından bakıldığında, bu formülün ikinci yarısı, birincisinin şiddetinden, travmatik hakikatinden kaçınmanın, onu sakinleştirmenin, ona yalan söylemenin aracından ibarettir. (Marx'ın kendisi de bu noktada bulanıktır, ikirciklidir: insanlar yapsın mı istiyordu sahiden, yoksa "... ama yapamazlar" diye eklemekten hınçlı bir zevk mi alıyordu?) Evet, sonunda öyle olmuş olur; her şey kendi tarihiyle (bağlamıyla, öncesiyle) açıklanabilir hale gelmiş olur – biz de bu yüzden bu şiire (ya da bir başkasına) sadece maruz kalmakla kalmıyor, onu anlama, anlatma çabasına da girişebiliyoruz. Ama başlarken öyle miydi? İkinci Yeni şairleri, Uyar, Süreya, Cansever, hayranlık duydukları daha eski şairler üzerinde düşünürken sık sık "açıklanamazlık" terimini kullanmışlardır: Nâzım Hikmet, Dağlarca, Külebi, Dıranas – bunlar kendilerinden önce gelen hiçbir şeyle açıklanamayacak olgulardır. Bir güvensizliğe de işaret eder bu yaklaşım. Koşulsuz bir öz-yaratış fikrine yine de geçmişten dayanak, örnek veya kefalet aranmış gibidir. Öte yandan İkinci Yenicilerin kendi tam anlayamadıkları "mucizelerini" geçmişe teşmil etme çabalarında, her zaman ancak bir gecikmeyle kavranabilecek bir doğum ânının tehlikesini ve tazeliğini tekrar tekrar tatma isteğini de görebiliriz. Uyar'ın gizli manifestosunun belki en dokunaklı kısmı şudur: "Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever, tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız." ... Notlar (1) Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, haz. Alaattin Karaca, YKY, 2009, s. 352. Uyar'ın düzyazılarının tamamına yakınını içeren bu kitaptan yapılan alıntılar bundan sonra metin içinde, K.U. kısaltmasıyla zikredilecektir. Yukarı (2) Turgut Uyar, Sonsuz ve Öbürü, haz. Tomris Uyar ve Seyyit Nezir (Broy, 1985). Bu kitapta Uyar hakkında yazılmış (bazıları artık bulunamayacak) yazılar, Uyar'ın deneme, söyleşi ve günlük notlarından seçmeler ve şairin ölümünden bir yıl önce, 1984'te çıkmış toplu şiirlerine (Büyük Saat, Can) girmemiş son parçalar yer alıyordu. Yukarı (3) Sorunun geçiştirilmesinin bir örneğini Hüseyin Cöntürk'ün 1961'de çıkan Turgut Uyar kitabında bulabiliriz: "Uyar'ın Arabistan'dan önce yazdığı şiirler klişelerle doludur... Bunlar, bir kişiliği olmadığından, üzerlerinde durulmaya değmez. Ancak Arabistan'ladır ki Uyar üzerinde durulmaya değer dünyalar getiriyor." H. Cöntürk, Çağının Eleştirisi I, YKY, 2006, s. 207. Üzerinde durmaya değmeyecek birtakım "klişelerden" üzerinde durmaya değecek bazı "dünyalara" geçebilmiş, sıçrayabilmiş olması, bu şiirin varlığının son derece üzerinde durmaya değer bir parçası olarak görülemiyor muydu? Başlı başına bir inceleme konusu oluşturmuyor muydu? Yukarı (4) Sonsuz ve Öbürü, s. 67. Bu metin Turan'ın Yazıyla Yaşamak (YKY, 1998) başlığıyla çıkan toplu denemelerinde de bulunmaktadır. Yukarı (5) Şen Bilim'in 335. fragmanından: "Ama bizler... yeni, eşsiz, karşılaştırılmaz, kendi yasalarını kendileri koyan, kendi kendilerini yaratan insanlar olmak istiyoruz." The Gay Science, Vintage, 1974, s. 266; Türkçesi: Şen Bilim, çev. Ahmet İnam, Say, 2009, 2. basım. Yukarı (6) Karl Marx, Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i, çev. Tanıl Bora, İletişim, 2010, s. 30. Yukarı
|