Suat Hayri Küçük, “Devrim hakikattir; yaşam bir ütopya”, Birgün Kitap Eki, 13 Kasım 2010
Yaşam, en radikal indirgenmesinde üç tür deneyimin ürettiği bilgi, duygu ve bedenden ibarettir: Şeylerle, şeylerin adlarıyla ve şeylerin imgeleriyle. Bir şey olarak burjuva, onun adı ve imgesiyle karşılaştığımızı düşünelim. Burjuvayla kökten bir hesaplaşma, ancak onun imgesiyle karşılaştığımızda zuhur edecektir. Burjuvanın imgesini deneyimlerken neşet edecek olan şey, onun kendisi ve adından fazlası olacaktır. Bu fazlaya yerleşerek, onun eksiğini duyumsarız. İşte olay, durum ve kendilik bu duyumsamada meydana gelir. Tüm şeylerde olduğu gibi burjuvanın da, kendisi ve adıyla karşılaşmanın benzerlik ekseninde bilgiler üretmesine karşın, imgesiyle karşılaşmanın farkı ve karşıtlığı açığa çıkarır. Benzeterek anlamanın uzlaştırıcılığından, farkı görmenin çatışmacı estetiğine sarkmak için, şeylerin imgeleriyle kurduğumuz ilişki etik ve politik olanı da kımıldatacaktır. Bu farklılık bölgesinde, bu uygunsuz benzerlikte artık her dua, XII. yüzyıl heretiklerinin “Devirin, Devirin, Devirin!” köktenciliğine selam çakmadır. Bu, aşikar olanın malum olması için, şeyleri görünür kılan sözdür. İnancın anlam sahasını kuşatacak olan söz, burjuva ufku bizim için eşik olacaktır.
Burjuvazi, yarattığı dünyada dünyasız bırakmıştır insanı. Böylesi bir yerde, insan kendi kendisiyle örtüşemez. Öyleyse bu dünyanın yasalarını her ihlal deneyimi, taşkınlık, izden çıkmak ve ayarsızlık, sınırları her aşındırma çabası, tehdit türünden her vaat, bir dünya edinmenin duasıdır. Sorular, soruşturulanın anlam sahasını kuşatmaktır. Bu kuşatmada bize yeni bir başlangıç noktası sunacak olan, hakikatin gelişi ve estetiğin aşılması olarak düşünmeli sanatı. İşte bu soydan bir sanat, hakikatin çobanı olan varlığın oluşuna açacaktır bizi. Bu soydan bir sanatın aşılamaz imkânında hakikatin özü özgürlük belirecektir.
Bir sanat yapıtının karşısında durduğumuzda, karşımızdaki şeyin yarattığı dünyanın tam ortasındayızdır. Örgütlenmiş bir söylemin, mimarinin ve inancın tuzağına çekilmişizdir. Düşümüzdeyken birinin kâbusuna yakalandığımızı sezeriz. Çağın ruhunca kuşatılmış mekanda ve toplumsal bedende sezgi, kendimize ait kalmış vasattır. Bu vasatta kaçış, sistemi kendimizden yoksun bırakma, kendimizi ondan esirgeme edimidir. Bu yüzden de, sırtı görünen herkes kaçıyor değildir; beklide baltasını almaya gidiyordur.
Sanat, sahip olduğu inandırıcılık kırıntılarını yitirirken, kültürel endüstriye ve gösteri toplumuna boyun eğdikçe spekülasyon nesnesine dönüşüyor. Çekirdeğinde sınıf çıkarı olan burjuva akıl ve ahlakça düzenlenmiş söylemin bir taşıyıcısına/üreticisine indirgenen sanat, boş bir kabuğa dönüşerek, görülmesi gereken boşluğu ve eksiği büyütmeye devam ediyor. Tam da bu nedenle, çağımızın anıtları olan varoşlar, görüntünün kıyılarında henüz inşa edilmeden yıkıntıya dönüşüyor. Burjuva aklın nesneden kurtulma ve her nesneyi metaya dönüştürme arzusunda, çivisini çakacak duvar bırakmayan bu sanat sirkinde, nasıl ki göz, kendi görüş alanı içinde bir nesne olamıyorsa, burjuva özne de nesneler tarafından kuşatılmışlıktır. Öyleyse ondan, anlamlı nesnesin almak gerekir. İşte sanat, yarattığı her imgede bu çevrimi sabote ettikçe, bu komployu pusuya düşürdükçe, yaşamda ve yaşamı yaratanlarda kıymet bulacaktır. Bu kıymetlenme, sanat için çağımızda yeni-başka bir varlık nedeni olabilir. Bunun dilini, biçimini, duyusal doğasını ve arzuya içkin aklını kurmanın vaktindeyiz.
Değeri ölçülemez bir yaşama dönük yolculukta, belki yola koyulmadan önce, bu hileli oyun masasından kalkarken masaya çarpar gibi, sanat nesnesini, salt kendi varlığına indirgemek gerekiyor. Varlık ve zamanın birbirine aitliğini bilerek, bu burjuva züppe figürü karşısında, bu türen, had bilmez küstahlıkla, varoluş karşısındaki estetik mesafe alınabilir. Mesafenin, boşluğun ve farkın efendisi olduğumuzda; aktüel dünyanın negatif bilgisi olarak sanat, ruhumuzu dalgalandırarak, aklın genellikleriyle, duyunun tikellikleri arasında, adaletin ve kederli bir meydan okumanın simgesi olabilir.
Bir kavram, nesnesini geride hiçbir şey bırakmayacak biçimde soğuramadığı gibi, bir nesnenin bir kavramın içini doldurması da olanaksızdır. İşte bu olanaksızlık sanatın çağımızdaki imkânıdır. Bu içsel bir çatlaktır ve sanat bu çatlağa yerleşebilirse, felsefenin söyleyemeyeceğini gösterebilir. Böylece kokuşmuş ahlak, kahreden güzellik, üstümüze yalanlar salan gerçeklik düşmana teslim edilecektir. Varoluşun bu trajik gerilimi, sanatı estetiğin esaretinden kopararak, geciktirilmiş özgürlüğün bir bilgi nesnesinden fazlası olduğunu göstermeye zorlayacaktır.
“Şükürler olsun ki her şey var olandan ibaret değildir” dedirten, Alain Badiou’nun, Başka Bir Estetik arayışı, sanat ortamına saldığı ısırgan sorularla neyi kaşıyor. Sanat felsefeye; imge kavrama soruyor: “Sen ki bilensin; söyle bana kimim ben?” sanat hakikate kadir midir? Hakikat sanatın dışında mıdır? Yoksa sanat hakikat midir? Gerçeğin tutsağı olmak mıdır, yoksa meramı içkinliğe terk edilmeyecek olan bir duyunun hakikati midir sanat? Hakikatin safrasındaki gerçekliği boşalttığımızda, dilin tenidir sanat. Boş kabuğun, maskenin örttüğü iğrencin süsü olmaktan takatsiz kalan sanat, hakikatin kaynağındaki olay mahalinde zuhur etmelidir. Düşünceye bigane kalmamak için neyi mevcut kılmalı, neyi eksiltmeli? Varlık ve olayı birbirine düğümleyen hakikatin, sanatın indinde tüm varoluşu yutan çıplaklıkta, gözden kaybolan ve çoraklaşan yeryüzüne özgü amansız bir hakikat. Kendi yüksekliğine doğru uzanmış ve kendi doruğuna adanmış bir düşünce, kendi kendisinin ilkesi olan ve kendi kendini çizen bir çember, kendi merkezini genişleten bir hareket. İtkiyi harekette soğuran, düşünceyi yakalayan bir oluş hali. Mallarme, “Dansöz dans etmez.” Derken, yazıdan azade şiir, bedene boyun eğmeyen dans, nesneye burun kıvıran düşünce ve düşünceyle yetinmeyen sanatın zorunlu olanağını mırıldanmıştır sanki. Dansta tüketilen düşünce gibi, süse burun kıvıran iffetli çıplaklık da, sonluda tezahür eden sonsuzluğu varlığın zemini olarak uçurumla sınar tüm konforu.
Alain Badiou, Başka Bir Estetik’te, tüm sanatları, her biri bir düğümlenmeye dönüşen Didaktizm, Romantizm ve Klasisizm olmak üzere üç temel şemada olageldiğini, avangard, dada ve Sitüasyonizm’in de bu şemanın uzamından kaçamadığını söylüyor. Bir doygunluk ve kapanım yaşadığını düşündüğü sanatın, bu şema içinde miadını doldurduğunu, bu şema içinde var kalmanın kefaretini yozlaşmayla, züppeleşmeyle ödeyeceğini söylemek de bize düşüyor.
Aşılması gereken geçmişe ait üç düğümlenmenin ortak keseni olan sanat ve hakikat ilişkisidir. Bu ilişkinin kategorileri de içkinlik ve tekilliktir.