Sonuç: Ulus-Devlet Aşılıyor mu?, s. 173-181.
Bu kitabı başından sonuna kateden bir damar, asimilasyon ile çokkültürlülük projeleri arasındaki gerilimdir.(*) Türkiye'nin bazı değişikliklerle ödünç aldığı Fransız vatandaşlık kavrayışının öngördüğü biçimde asimilasyonu hedeflemek, farklı kültürlerin bastırılmasına, hatta yok edilmesine ve ulus-devletin bütün üyeleri üzerinde tek bir kültürel kalıbın dayatılmasına yol açabilir. Buna karşılık, bir halkın kültürel "otantikliği"ni iddia etmek, çoğu kez, sadece kan bağıyla aktarılan ve kapsamına başkalarını alamayacak bir benzersizliğin var olduğunu ileri sürmek anlamına gelir. Bu varsayımın bir ulus-devlet oluşturma çabasıyla birleştirilmesi, bir zamanlar Almanya'da olduğu gibi ve bugün hâlâ İsrail'de görüldüğü gibi, belli bir etnik ya da dini grupla sınırlı bir vatandaşlık anlayışına yol açar. Son olarak, bir yandan özcü bir "otantiklik" iddiasını koruyup bir yandan da birlikte yaşamaya çalışmak, sonuçta ulus-devlet kavramıyla çelişen, bölünmüş bir siyasal oluşum yaratmakla kalmaz, daha da kötüsü, Lübnan örneğinde olduğu gibi, bir iç savaşa bile neden olabilir. Bunların hiçbirinin tatmin edici bir çözüm oluşturmadığı açıktır ve önceki bölümlerde gördüğümüz gibi mesele büyük ölçüde çözümsüz kalmaktadır.
Sorunun temelde modern ulus-devletin "evrenselci" varsayımlarından kaynaklandığı söylenebilir. Kamusal alanda birbirleriyle eşit vatandaşlar arasında tekbiçimlilik ve homojenlik olduğu (ya da olması gerektiği) varsayımı, paradoksal olarak toplumsal eşitsizliğe dayalı bir sistem yaratmaktadır. Çünkü kamusal alana katılabilmek için tikellikleri bir kenara bırakma zorunluluğu, aslında, etnik olarak baskın konumdaki seçkinlerin tanımladığı normatif ideallere uymayanların dışlanması anlamına gelir. Bu nedenle, farklı kültürel kimliklerin ileri sürülmesi ve tikelci taleplerin oluşması, kimi zaman, tek bir siyasal topluluk içinde çok-hukuklu bir yapının kurulması yönünde önerilere kadar varabilmektedir.(1)
Herkesi güçlü seçkinler tarafından tanımlanmış tek bir kalıba zorlamaktan kaçınmak için toplumdaki etnik, cinsiyete dayalı, dini ve bu tür başka farklılıkları (toplu halde "kültürel çeşitlilik" olarak tanımlanan özellikleri) tanımak gerekli olsa da, çözüm, grup haklarının kolektif bir temelde tanınması olmamalıdır. Çünkü böyle bir çözüm, bireyin homojen bir kolektiviteye ait olduğu varsayımını ulusal düzeyden ulus-altı bir düzeye taşımaktan ibaret kalacaktır. Bireyleri ulusal düzeyin altında başka bir hayali homojen topluluğun mensupları olarak tanımlamak ve bu topluluğa özerklik hakları vermek, aynı bireyleri topluluk hiyerarşisinin getirebileceği baskıcı uygulamalar karşısında güçsüz bırakacaktır. Topluluklara grup hakları tanımak, yani hakları bireylere değil topluluklara atıfla tanımlamak ve böylece (tesadüfen, hatta yapay olarak) bir kez belirlendikleri biçim altında oluşmuş toplu kimlikleri sağlamlaştırmak, kişilerin bağımsız bireyler olarak haklarını görmezden gelmekle kalmaz, onların bastırılmasına da yol açabilir. Dahası, çokkültürlülüğe dayalı çoğulcu bir toplumda farklı kültürel grupların herhangi birinin ya da birkaçının otoriter olması da mümkündür. Böyle bir durumda, otantikliği koruma düşüncesi ile toplulukların kendilerine özgü otoriter kültürel uygulamalarına izin vermek arasında bir fark kalmayacaktır. O halde çok-hukukluluk yoluyla kültürel çeşitliliği düzenlemek, katılımcı demokrasiye yol açmaz. Bireyin hakları karşısında grubun kültürel normlarına öncelik verir. Sonuçta, insan gruplarının, özgüllükleri nedeniyle birbirleriyle kıyaslanamaz olduğunu varsayar. Kültürel özgüllüğü koruma iddiası, belli bir toplumsal gruba kendine özgü haklar tanımak için yeterli bir gerekçe oluşturamaz. Evrensel birey haklarına alternatif olarak getirilen görececi yaklaşım, kolayca, farklı grupların farklı haklara sahip olduğu ve kendi özgüllükleri içinde toplumun genelinden yalıtıldığı "aşiretçilik" denen yapıya dönüşebilir.(2)
Bir grubun tikel haklar için mücadele etmesinin temel nedeni, o gruba ait bireylerin bazı farklı ve değiştirilemeyecek niteliklere ve bu farklı niteliklerinden dolayı daha düşük bir toplumsal statüye sahip olmaları, yani sırf o gruba mensup oldukları için ayrımcılığa uğramalarıdır.(3) Eğer kişiler kendi bireysel eylemlerinden değil de grup kimliklerinden kaynaklanan deneyimlere maruz kalıyorlarsa, her bireyin grup kimliğine bakılmaksızın haklarını korumak ve bu yolla ayrımcılığı önlemek bir çözüm olabilir. Bu çözüm, ezilen ya da dezavantajlı gruplar adına devletin müdahalesini gerektirebilir. Kadınlar, etnik ya da ırksal azınlıklar gibi tarihsel olarak baskıya uğramış gruplara arka çıkan pozitif ayrımcılık politikaları, bu anlamda refah devletinin mülksüzler ve işsizler lehine müdahalede bulunmasına benzer. Dolayısıyla çok-hukukluluk düşüncesinin içerdiği görececilik eğilimi ile demokrasinin normlarına uygun bir politika olan pozitif ayrımcılığı birbirlerine karıştırmamak gerekir.
Fakat, pozitif ayrımcılık kaçınılmaz olarak belirli bir insan grubunu hedeflediğine göre, demokratik bir müdahale olarak pozitif ayrımcılık düşüncesiyle bireysel haklar kavramı nasıl bağdaştırılabilir? Bu sorunun cevabı, söz konusu grupların toplumsal ve tarihsel esnekliğini ve değişkenliğini görmekte yatar. Kimlik gruplarını siyasal sistem içinde sabitlemek ve dondurmak yerine, çeşitlilik bireysel haklar yoluyla tanınabilir.(4) Bu durumda bireyler değişen toplumsal ihtiyaçları ve/veya kimlikleri temelinde ittifaklar ve birlikler kurmakta serbest olacaklardır. Her kişi, toplumsal öneme sahip çok sayıda niteliği kendinde toplar: Etnisite, cinsiyet, ırk, dil, din, sınıf, mesleki statü, yaş, fiziksel yetiler, cinsel yönelim, siyasal ve düşünsel tercih, vs. Aslında bu listenin ucu açıktır, çünkü kimliğin bugün toplum için önemli olmayan, hatta akıllara bile gelmeyen bazı boyutları gelecekte hiç beklenmedik bir biçimde önem kazanabilir. Fakat kimliğin boyutlarını makul bir sayıyla (sözgelimi ırk, din ve cinsiyetle) sınırlamak mümkün olsa bile, iki mesele belirsizliğini korumaya devam edecektir. Birincisi, kimliklerin bu sayılan boyutları toplumun genelinde nasıl bir önem sırasına sahiptir? İkincisi, gerçek bireyler zamanın herhangi bir anında kimliklerinin hangi boyut veya boyutlarıyla kendilerini tanımlayacaklardır? Bu sorulara tepeden inme verilecek ve bir kez verildiğiyle kalınacak kesin yanıtlar hiçbir işe yaramayacaktır. Bu tür yanıtları siyasal sisteme dahil etmek, şu ya da bu kimlik boyutunda başkalarıyla birleşmek isteyen ya da hiç istemeyen bireylerin tercih imkânlarını ortadan kaldıracaktır; ayrıca o toplumsal yapının özgüllüklerine ve zaman içindeki değişimine uygun yeni kimlik oluşumlarının ortaya çıkmasını da engelleyecektir. Her bir kişinin aslında son derece karmaşık olan kimlik yapısını, o kişinin kendi tercihi olmayan tek bir boyuta ya da bir boyutlar hiyerarşisine indirgeyecektir.
Oysa "kültürel" çeşitlilik bireysel haklar çerçevesinde tanınırsa, o haklardan yararlanıp yararlanmamak bireylerin arzusuna bağlı olacak ve bireyler toplumun genelinden ya da siyasal sürece katılımdan dışlanma korkusu olmaksızın bu hakları kullanabileceklerdir. Ayrıca, sahip olduklarına inandıkları ve toplumsal açıdan önem taşıyan niteliklerin bileşkesini göz önünde bulundurarak kendi belirledikleri öncelikler sırasına göre kimlerle birlik olmak istediklerine kendileri karar verebileceklerdir. Üstelik bu nitelikler yaşam süreci içinde değişebilir de. Yaşla ilgili ihtiyaçlar burada vurgulanan noktayı aydınlatmak için verilebilecek paradigmatik bir örnektir, çünkü yaş biyolojiktir ve hayat boyunca kaçınılmaz olarak değişir. Bu örnek (değişmez addedilen ve genelde ırk ve toplumsal cinsiyet politikalarının dayandırıldığı) biyolojik bir unsurun, sürekli değişen çıkarlar için bir temel oluşturabileceğini göstermektedir. Açıktır ki kişinin sahip olduğu toplumsal açıdan önemli diğer niteliklere göre bu unsurun önemi, kişinin hayat döngüsünün hangi noktasında bulunduğuna bağlı olacaktır. Kişinin ihtiyaçları ve çıkarları biyolojik yaşla birlikte değişmeye mahkûmdur; dolayısıyla insan hayatta yol aldıkça farklı toplumsal ve siyasal önceliklere sahip olabilecektir.
Kimlik hakları bireysel olarak tanınınca, birbirleriyle serbestçe birlik kuran kişiler, ihtiyaçlarını kolektif olarak belirleyebilecek ve böylece oluşan bu birlik dışındaki kimselerle yine kolektif olarak müzakere edebileceklerdir. Onlar için neyin iyi olduğu tepeden belirlenmeyecektir. Gruplar sabitlenip dondurulmayacak, benzer koşullarda olanlarla işbirliği içinde, farklı koşullarda olanlarlaysa müzakere içinde, özgürce şekillenecektir. Bir demokrasi, topluluğun iç çeşitliliğini görmezden gelmek zorunda değildir; ancak grup kimliğine dayalı bir siyasal düzenleme zorunlu olarak hoşgörüsüz olacaktır, çünkü kıyaslanamaz, müzakere edilemez ve dışlayıcı olan bir dizi özsel niteliği varsayacaktır. Kimlik politikaları, muhalefet hareketleri olduklarında, toplumsal gruplar arasında sistematik eşitsizlikler yaratan yapısal koşulları tanımlamakta yararlı olabilirler ve olmuşlardır da; ancak, üzerine demokratik bir yönetim biçimi inşa edilebilecek bir zemin oluşturamazlar. Bir kimlik hareketi başarılı bir biçimde iktidarı ele geçirdiğinde, örneğin kökten dinci bir rejim söz konusu olduğunda, sonucun kaçınılmaz olarak dışlayıcı ve demokrasi-dışı bir rejim olacağı açıktır.
Peki, ulusal bir topluluk içinde çeşitlilik meselesi, halihazırda ulus-devleti çerçeve alan demokrasi uygulamalarını nasıl etkiler? Modern demokrasinin birbirleriyle çelişebilecek iki farklı tarihsel kökeni vardır. Biri, topluluğun bireyden üstün olduğu, dolayısıyla kolektif karar oluşturma sürecine katılımın (bunun için gereken statüye sahip olanlar açısından) bir haktan çok yükümlülük olduğu, Atina'nın "aktif yurttaşlar" modelidir. Diğeri ise bireyin, siyasal sürece katılmama hakkı da dahil olmak üzere, çiğnenemez haklara sahip olduğu ve bireyin topluluktan önde geldiği, Aydınlanma'nın "hak sahibi vatandaş" modelidir.(5) Bu iki demokrasi ilkesi arasındaki gerilim şöyle bir ikileme yol açar: Bir yanda, bir siyasal rejim olarak demokrasi, bağımsız bireyin özgür irade taşıdığını varsayar ve böylece onu bir takım haklara sahip bir vatandaş olarak tanır. Bireyin akılcı olduğu, kendi çıkarlarına öncelik verdiği, bağımsız düşünebildiği ve karar verebildiği varsayılır; böylece bireyler birbirleriyle özgür ve eşit yurttaşlar olarak etkileşime girerler. Öte yanda ise demokrasi ortak bir kamusal alanı paylaşan bir topluluğun varlığını öngörür. Bir topluluk, tanımı gereği sınırlıdır. Hayali de olsa kendince iyi tanımlanmış bir dizi ortak niteliğin varlığını kabul eder ve dolayısıyla her zaman dışlayıcıdır. Bir topluluğun varlığı, aynı zamanda, bir arada yaşama zorunluluğunu (ya da rastlantısını) ifade eder. Bu şekilde bir arada yaşama zorunluluğu olmasaydı, siyasal topluluğun kendi kendini yönetme sistemi olan demokrasi meselesi zaten ortaya çıkmazdı. Ortak bir dizi sorun paylaşılmasaydı, kolektif çözümler bulma ve kolektif kararlara varma projesi zaten söz konusu olmazdı. Dolayısıyla, demokratik bireyin bağımsız olduğu varsayımı yapıldığı halde, aslında demokrasi ancak halihazırda var olan bir topluluk içinde mümkün olabilir. Yani "bağımsız" birey, aslında her zaman için belli bir "topluluğun" mensubudur.
Bu soyut ikilem, modern dönemde liberal demokrasinin mekânı olan ulus-devlet çerçevesinde somut olarak gözlemlenebilir. Ulus-devlet bir yandan yurttaşlar topluluğunun kesin sınırlarını belirler. Böylece ulus-devlette vatandaşlık bir topluluğa üyelik, yani ulusal kimlik anlamına gelir. Ulus-devlet öte yandan vatandaşlara yönelik muamelesinde (ideal olarak) evrensel kurallara uyar. Dolayısıyla vatandaşlık, yasa önünde eşit olmak ve hem devlet hem de başka vatandaşlar karşısında bir dizi hakka sahip olmak anlamına gelir. Demokratik olan ulus-devletlerde bu haklar siyasal karar oluşturma süreçlerine katılım hakkını da kapsar. Dolayısıyla vatandaşlığın biri kimlik, diğeri katılım olmak üzere iki anlamı vardır; kimlik dışlayıcı, katılım ise kapsayıcıdır. Ulus-devlet çerçevesi içerisinde katılım konusundaki vatandaşlık hakları, zorunlu olarak, sınırları iyi çizilmiş bir insanlar topluluğuyla sınırlıdır.
Bu durum, demokrasinin temel varsayımlarından birine dair bir soruya yol açar. Eğer, yukarıda öne sürüldüğü gibi, demokrasi ortak kimliğe sahip bir topluluğu öngörüyorsa, tek bir ulus-devlet içinde farklı kimliklere sahip çok sayıda kültürel topluluğun ortaya çıkması demokrasinin temellerini sarsar mı? Bu durumda, "ulus" kavramını ve ulus-devletin kimlik iddialarını yeniden gözden geçirmek gerekmez mi? Demokratik topluluğu, "aslî" kimlikten daha başka bir temelde yeniden tanımlamak gerekmez mi? Başka bir deyişle, demokrasiyi korumak için "milliyet"i "vatandaşlık"tan ayırmak gerekmez mi?
Ulus-devletin evrenselci özlemleri ile özcü varsayımları arasındaki gerilim dikkate alındığında, demokratik vatandaşlık ilkelerinin artık belli bir ulusal kimlikle tanımlanmayan bir devlet modelinde en iyi biçimde geliştirilebileceğini daha önce savunmuştuk. Dahası, küreselleşme çağında, sadece çokkültürlü toplumların ortaya çıkmasından dolayı milliyet ile vatandaşlık birbirinden ayrılmakla kalmıyor, ayrıca ulus-devletin egemenliğini kısıtlayan ulusüstü kurumlar yaratıldıkça toprak ile yönetim de birbirinden ayrılıyor. Ulus-devletlerin vatandaşları üzerindeki egemenliklerinin zayıflaması sonucunda, aralarından bazıları kültürel çeşitliliği tanımak uğruna hem yasal-resmi hem de ideolojik açıdan vatandaşlık tanımlarını değiştirmiş olabilirler; fakat, yine küreselleşme sonucunda, demokratik katılım konusunda artık ulus-devlet düzeyinde çözülemeyecek sorular da ortaya çıkmaktadır. Ulus-devlet modeli, küresel bir düzenin ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdadır. Ulusal sınırların insanların yaşamındaki önemini giderek yitirdiği, hatta kolektif toplumsal yarara ulaşma çabasını kolaylaştırmak yerine engellediği küresel bir sistemde, ulus-devlet siyasal egemenlik için gerekli yapıları kendi içinde barındıramaz.
Vatandaşlık ve demokrasi kavramlarının alışageldiğimiz biçimi, toprak sınırları iyi çizilmiş bir ulus-devlet çerçevesine hapsolmuş durumdadır. Ulus-devlet hâlâ demokrasiyi gerçekleştirmenin tek uygun siyasal birimi olarak görünmekte, ama diğer yandan küreselleşme ulus-devletin egemenliğini birkaç düzeyde zayıflatmaktadır. Bugün, egemen ulus-devletin biçimsel çerçevesi varlığını sürdürüyor olsa da, egemenliğin özü çoğunlukla küresel, bölgesel ve yerel düzeyde birçok aktör tarafından paylaşılmaktadır. Küreselleşme, ulus-devlete meydan okurken, alışageldiğimiz demokrasi çerçevesine de meydan okumaktadır.(6) Belli bir toprak üzerindeki mutlak egemenliğin bu biçimde daralması, örneğin insan haklarının korunması için ulus-dışı otorite kaynaklarından başarılı bir biçimde yararlanabilmeleri halinde, baskıcı bir ulus-devletin vatandaşları için iyi bir şey olabilir. Ancak, genel olarak bu durumun demokrasi üzerindeki geniş kapsamlı etkileri biraz daha belirsizdir. Bildiğimiz biçimiyle demokrasi, egemen bir devleti ve devletin sorumlu olduğu bir topluluğu öngörür. Birden çok otorite kaynağı ve katmanının bulunduğu bir sistemde, bir ulus-devletin vatandaşlarının huzurundan ve refahından kim sorumlu tutulacaktır? "Vatandaşlık" haklarının korunmasından, ulus-devletin ötesinde hangi kurumlar sorumlu olacaktır? Açıktır ki, ulusüstü nitelikteki bir vatandaşlık rejimi, öncelikle vatandaşlık statüsünün barındırdığı bütün hakların biçimsel olarak tanımlanıp tanınmasından, bu hakların içerik olarak da korunup kollanmasına kadar, vatandaşların ihtiyaçlarını karşılayacak bütünlüklü bir ulusüstü siyasal kurumlar dizisinin yaratılmasını gerektirecektir.
Tersinden bakarsak, devletin egemenliğini paylaşan bir ulusüstü kurumlar sisteminde, bu kurumların hesap vereceği topluluk tam olarak kimlerden oluşacaktır? Demokratik katılımın iyi tanımlanmış bir topluluk gerektirdiğini, topluluk tanımının da üyelik, dolayısıyla bir dışlama getirdiğini daha önce kaydetmiştik. O halde ulusun ötesine geçen demokratik bir topluluğu nasıl tanımlayacağız? Bu topluluğun üyeleri arasındaki ortaklığı nasıl ve hangi kriterlere göre ölçeceğiz? Bu soruya verilecek yanıtın, mevcut koşullarda ulaşılabilecek bir hedef gibi durmasa da, biraz daha kolay olduğu söylenebilir: Ulusüstü bir demokrasi en azından müzakere ve katılım yönünde ortak bir eğilimi ve buna uygun bir dili gerektirir. Böyle bir siyasal birliği oluşturan topluluk, hayali (ve bölücü) ulusal kimlikler doğrultusunda değil, eşitlik, özgürlük ve siyasal katılımın evrensel ilkeleri etrafında şekillenecektir.
Notlar:
(*) Bu bölümdeki görüşlerin önemli bir kısmı, bazı ufak değişikliklerle, aynı konuların daha etraflı bir şekilde tartışıldığı şu yazıda da bulunabilir: Haldun Gülalp, "Demokratik Vatandaşlık Kavramının Dönüşümü", Burak Ülman ve İsmet Akça (haz.), İktisat, Siyaset, Devlet Üzerine Yazılar: Kemali Saybaşılı'ya Armağan, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2006.Yukarı
(1) Örneğin bkz. Iris Marion Young, "Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship", Ronald Beiner (haz.), Theorizing Citizenship içinde, Albany: SUNY Press, 1995 (Türkçesi: Çokkültürlü Yurttaşlık: Azınlık Haklarının Liberal Teorisi, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı, 1998); Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights, Oxford: Clarendon Press, 1995; Bhikhu Parekh, Rethinking Multiculturalism, Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000 (Türkçesi: Çokkültürlülüğü Yeniden Düşünmek, çev. Bilge Tanrıseven, Ankara: Phoenix-Türkçe, 2002).Yukarı
(2)Robert J. Antonio, "After Postmodernism: Reactionary Tribalism", American Journal of Sociology, 106(2), 2000.Yukarı
(3)Amy Gutmann, Identity in Democracy, Princeton: Princeton University Press, 2003.Yukarı
(4)Sırası gelmişken hatırlatalım: Avrupa Konseyi'nin "Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi" (1995) meseleyi tam da bu biçimde ele almaktadır. Sözleşme, azınlık haklarını "insan haklarının ve temel özgürlüklerin daha ileri bir düzeyde hayata geçirilmesi" çerçevesine oturtmakta ve 3. maddesinde şöyle demektedir: "(1) Ulusal bir azınlığa mensup herkes, bunun gerektirdiği muameleye tâbi olmayı ya da olmamayı serbestçe seçme hakkına sahip olacak ve bu seçim ya da bu seçime bağlı haklar hiçbir dezavantaj yaratmayacaktır; (2) Ulusal azınlık mensupları mevcut çerçeve sözleşmeyle korunan ilkelerden kaynaklanan haklar ve özgürlüklerden gerek bireysel olarak gerek başkalarıyla birlikte yararlanabilir." Yukarı
(5) Philip Brook Manville, The Origins of Citizenship in Ancient Athens, Princeton: Princeton University Press, 1990; John Dunn (haz.), Democracy: The Unfinished Journey, New York: Oxford University Press, 1992; Michael Ignatieff, "The Myth of Citizenship" ve J.G.A. Pocock, "The Ideal of Citizenship Since Classical Times", Ronald Beiner (haz.), Theorizing Citizenship içinde, Albany: SUNY Press, 1995; Ellen Meiksins Wood, "The Demos versus 'We the People': From Ancient to Modern Conceptions of Citizenship", kendi derlediği Democracy Against Capitalism içinde, Cambridge: Cambridge University Press, 1995 (Türkçesi: Kapitalizm Demokrasiye Karşı, İstanbul: İletişim, 2003).Yukarı
(6) William E. Connolly, "Democracy and Territoriality", Millenium: Journal of International Studies, 20(3), 1991; Wilfried von Bredow, "The Changing Character of National Borders", Citizenship Studies, 2(3), 1998; Barry Holden (haz.), Global Democracy: Key Debates, Londra: Routledge, 2000.Yukarı