Felsefe ve Siyaset, s. 37-44.
Platon'dan günümüze kadar, filozofun siyaset karşısındaki kaygısını billurlaştıran bir kelime vardır: "adalet". Filozofun siyasete yönelttiği soru şöyle formüle edilebilir: Adil bir siyaset olabilir mi? Ya da düşünceye hakkını veren bir siyaset?
Bizim kalkış noktamız şu olmalıdır: Adaletsizlik açık ve net, adalet bulanıktır. Adaletsizliğe uğramış olanlar bununla ilgili çürütülmez tanıklıklar sunarlar. Peki adalete kim tanıklık edebilir? Adaletsizliğin kendine özgü bir hissi vardır: Istırap, isyan. Gelgelelim adalete işaret eden bir şey yoktur: Kendini ne bir seyirlik gösteri olarak ne bir his olarak sunar.
O zaman tek meselemiz adaletin adaletsizliğin olmayışından ibaret olduğunu söyleme meselesi mi? Adalet bir çifte olumsuzlamanın içi boş nötrlüğünden öte bir şey değil mi? Ben öyle düşünmüyorum. Adaletsizlik algılanabilir olanın, deneyimin ya da öznel olanın tarafında bulunurken, adaletin anlaşılabilir olanın, aklın ya da nesnel olanın tarafında bulanabileceğini de düşünmüyorum. Adaletsizlik adaletin ideal düzenini sunduğu şeyin dolaysız bozuluşu değildir.
"Adalet" felsefeden gelen bir kelimedir; en azından bütünüyle polisiye ve adli kurumlara ait yasal anlamını bir yana bırakırsak – ki bırakmamız da gerekir. Ama felsefeye ait bu kelime koşulludur. Siyasi olan koşuluna tabidir. Zira felsefe tanıklık ettiği hakikatleri dünyada gerçekleştirmekten aciz olduğunu bilir. Platon bile ortada adalet olabilmesi için muhtemelen filozofun kral olması gerekecekse de, bu krallığın hayatta kalabilmesi olasılığının felsefeye bağlı olmayacağını bilir. Siyasi koşullara bağlı olacaktır; bu koşullar indirgenemez niteliktedirler hâlâ.
Bir felsefenin siyasi bir yönelimin olası hakikatini adlandırmak için başvurduğu isme "adalet" diyeceğiz.
Ampirik siyasi yönelimlerin büyük çoğunluğunun hakikatle hiçbir alakası yoktur. Bunu biliyoruz. İktidar ile kanaatlerin tiksindirici bir karışımını örgütlerler. Bunlara can katan öznellik, kabile ile lobinin, oy sandığı başındaki nihilizmle cemaatlerin kör hesaplaşmasının öznelliğidir. Felsefenin bu tür siyasetler konusunda söyleyecek sözü yoktur; çünkü felsefe sadece düşünceyi düşünür, oysa bu yönelimler kendilerini açıktan açığa düşünmeyen şeyler olarak ya da düşünce-olmayan olarak sunarlar. Bu tür yönelimler için önemli olan tek öznel unsur, çıkar unsurudur.
Tarihsel açıdan bakıldığında, bir hakikatle, kolektife ait bir hakikatle bağı olan bazı siyasi yönelimler olmuştur ve olacaktır. Nadir girişimlerdir bunlar ve çoğunlukla kısa ömürlü olmuşlardır, ama felsefenin düşünme koşulu işlevini sadece onlar görebilir.
Bu siyasi sekanslar tekilliklerdir: Bir yazgının izini sürmezler, anıtsal bir tarih de inşa etmezler. Yine de felsefe aralarında ortak bir özellik ayırt edebilir. Bu özellik de bu yönelimlerin kendilerine bağladıkları insanlardan, türeyimsel insanlıklarından başka hiçbir şey talep etmemeleridir. Bu yönelimler gözettikleri eylem ilkelerinde, çıkarların tikelliğini hesaba katmazlar. Kolektifin, faillerini tam bir eşitlik içindeymiş gibi görme yetisine dair bir tasavvuru teşvik ederler.
Burada "eşitlik" ne demeye geliyor? Eşitlik, siyasi bir aktörün sırf insana özgü bir kapasiteyle temsil edildiği anlamına gelir. Çıkar insana özgü bir kapasite değildir. Bütün canlı varlıklar bir hayatta kalma buyruğu olarak çıkarlarını korurlar. İnsana özgü olan kapasite düşünme kapasitesidir, düşünce de bir hakikat yolunun insan denen hayvanı yakalayıp kat etmesini sağlayan şeyden başka bir şey değildir.
Bu yüzden, bir siyasi yönelimin "adalet" fikri altında felsefenin dikkatine sunulmaya layık olabilmesi için benzersiz genel aksiyomunun şu olması gerekir: İnsanlar düşünürler, hakikate muktedirdirler. Saint-Just 1794 Nisanında Konvansiyon önünde kamusal bilinci tanımlarken, aklında hakikat kapasitesinin tam manasıyla eşitlikçi bir biçimde tanınması vardı: "Kamusal bir bilince sahip olmanızı diliyorum, çünkü iyi ve kötü hisler konusunda bütün gönüller eşit durumdadır, kamusal bilinç de halkın genel iyiye yönelik eğiliminden oluşur." Çin'deki Kültür Devrimi'nin bütünüyle farklı siyasi sekansında da aynı ilke bulunabilir. Örneğin, 8 Ağustos 1966 tarihli on altı maddelik kararda: "Bırakalım kitleler bu büyük devrimci hareket içinde kendilerini kendileri eğitsinler, bırakalım adil olanla olmayan arasındaki ayrımı kendileri tayin etsinler."
O halde, bir siyasi yönelim, adil olanı ya da iyi olanı tayin etme yetisindeki eşitlik ilkesi üzerine kurulu olduğu takdirde, hakikate temas eder: Felsefe her iki terimi de [adil ve iyi olan] bir kolektifin hakikat kapasitesi başlığı altında anlar.
"Eşitlik"in nesnel bir şeye atıfta bulunmadığını belirtmek çok önemlidir. Mesele bir statü, gelir, işlev eşitliği meselesi, hele hele sözleşme ya da reformların güya eşitlikçi dinamikleri meselesi değildir. Eşitlik özneldir. Saint-Just'e göre kamusal bilinç karşısındaki, Mao'ya göre siyasi kitle hareketi karşısındaki eşitliktir. Bu tür bir eşitlik hiçbir surette toplumsal bir program değildir. Üstelik, toplumsal olanla hiç ilgisi yoktur. Siyasi bir düsturdur, bir talimattır. Siyasi eşitlik istediğimiz ya da planladığımız şey değildir, olması gereken sıfatıyla değil, olan sıfatıyla burada ve şimdi olayın ateşi altında olduğunu beyan ettiğimiz şeydir. Aynı şekilde, felsefe için, "adalet" de bir devlet programı olamaz: "Adalet" eylem halinde bir eşitlikçi siyasi yönelimin niteliğidir.
Adalet öğretilerinin çoğunun sorunu önce bir adalet tanımı arayıp sonra da bunu gerçekleştirmenin araçlarını bulmaya çalışmalarıdır. Oysa eşitlikçi siyasi düsturun felsefi adı olan adalet tanımlanamaz. Zira eşitlik eylemin hedefi değil, aksiyomudur. Siyasi hakikate yönelik evrensel bir kapasitenin varlığını olumlamayan (ne garantisi ne de kanıtı olan bir olumlamadır bu), hakikatle bağlantılı hiçbir siyasi yönelim yoktur. Burada düşünce skolastik tanımlama yöntemini kullanamaz. Aksiyomların kavranması yoluyla ilerleyen bir yöntem kullanmalıdır.
"Adalet" bir felsefenin gerçek bir siyasi sekansta zaten bulunan eşitlikçi aksiyomu yakalamaya çalıştığı kelimelerden biridir hepsi hepsi. Bu aksiyom verili sekansa özgü tekil beyanlarla ifade edilir, mesela Saint-Just'ün kamusal bilinç tanımında ya da Mao'nun devrimci kitle hareketinin kendi kendini içkin olarak eğiteceği tezinde.
Adaletin kendisi, ampirik dünyada şu ya da bu ölçüde yaklaşık gerçekleştirimlerini bulmaya yönelik bir arayışı beraberinde getiren bir kavram değildir. Daha çok şöyle bir şey denebilir: Adalet bir kez eşitlikçi siyasi yönelimlerin –hakiki siyasi yönelimlerin– kapma aygıtı olarak tasarlanınca, etkili, aksiyomatik ve dolaysız bir özne figürü tanımlar. Samuel Beckett'in How It Is'deki şaşırtıcı olumlamasına bütün o derinliğini veren de budur: "Her halükârda adalet içindeyizdir, kimsenin tersini söylediğini duymadım." Yani, adalet –bir siyasi öznenin örtük aksiyomunu yakalayan adalet– zorunlu olarak, olması gerekeni değil, olanı adlandırır. Siyasi beyanlarda eşitlikçi aksiyom ya vardır ya da yoktur. Sonuç olarak ya adalet içindeyizdir ya da değilizdir. Bu aynı zamanda şu demektir: Felsefenin düşünceyle onun içinde karşılaşması anlamında siyasi olan ya vardır ya da yoktur. Ama varsa ve biz onunla içkin olarak ilişki kuruyorsak, o zaman adalet içindeyizdir.
Adalete yönelik her türlü tanımlayıcı ve program niteliğinde yaklaşım onu devlet eyleminin bir boyutuna çevirir. Ama devletin adaletle hiç alakası yoktur, çünkü devlet öznel ve aksiyomatik bir figür değildir. Devlet, devlet olmaklığıyla, hakikatlere temas eden herhangi bir siyasi yönelimin varlığına kayıtsız ya da düşmandır. Modern devlet sadece belli işlevleri yerine getirmeyi ya da bir kanaat mutabakatı imal etmeyi amaçlar. Tek öznel boyutu, ekonomik zorunluluğu –yani Sermaye'nin nesnel mantığını– teslimiyete ya da hınca dönüştürmesidir. İşte bu yüzdendir ki adaletin herhangi bir programa ya da devlete dayalı olarak tanımlanması onu tam tersine çevirir: Adalet çıkarların etkileşiminin uyumlu hale getirilmesi olur çıkar. Ama bir eşitlik aksiyomunun teorik adı olan adalet zorunlu olarak, çıkarlardan bütünüyle arınmış bir öznelliğe atıfta bulunur.
Başka bir deyişle, her türlü özgürleşme siyaseti yani eşitlikçi bir düstur dayatan her türlü siyaset, eylem halindeki bir düşüncedir. Düşünce bir insan-hayvanın bir hakikat tarafından kat ve alt edilmesini sağlayan özgül tarzdır. İnsan böyle bir özneleşme içindeyken çıkarların sınırlarının ötesine geçer, hem de öylesine geçer ki siyasi sürecin kendisi çıkarlar karşısında kayıtsız hale gelir. Felsefeyi ilgilendiren bütün siyasi sekansların gösterdiği gibi bundan da şu sonuç çıkar: Devlet böyle bir süreçte kendisine uygun bir şey görmekten acizdir.
Devlet, varlığı gereği, adalete kayıtsızdır. Öte yandan, eylem halinde düşünce olan her türlü siyasi yönelim, kuvvetiyle ve inatçılığıyla orantılı olarak, devletin başına ciddi belalar açar. İşte bu yüzdendir ki siyasi hakikat her zaman zor ve dertli zamanlarda tezahür eder. Demek ki adalet, devletin ya da toplumsal düzenin olası bir kategorisi olmak şöyle dursun, kopuş ve düzensizlik halinde işlerlikte olan ilkeleri adlandıran şeydir. Bütün amacı bir siyasi istikrar kurgusu oluşturmak olan Aristoteles bile Politika eserinin 5. Kitabının başlarında şöyle der: dlwV gar to ison zhtounteV stasiazousin. Bu da şöyle çevrilebilir: "Genelde isyan edenler eşitlik peşine düşenlerdir." Gelgelelim, Aristoteles'in anlayışı hâlâ bir devlet anlayışıdır; eşitlik fikri ampirik, nesnel ve tanımlayıcı niteliktedir. Gerçek felsefi önerme şöyle olurdu daha çok: Hakikat içeren siyasi beyanlar herhangi bir devletin ya da toplumsal düzenin gıyabında isyan ederler. Örtük eşitlikçi düstur devlete aykırıdır, yabancıdır. Bu yüzden de öznel eşitlik buyruğu her zaman zor ve dertli zamanlarda olumlanır. Filozofun "adalet" adını verdiği şey kaçınılmaz düzensizlik içinde bulunan bir düsturun öznel düzenini yakalar ki zaten çıkarlar devletini o düzensizliğe maruz bırakan tam da bu düzendir.
Son olarak, burada ve şimdi adalet hakkında felsefi bir beyanda bulunmak ne demeye gelir?
Birincisi, mesele hangi tekil siyasi yönelimlere hitap edileceğini bilme meselesidir; yani onlara özgü düşünceyi felsefi aygıtın kaynaklarıyla –ki bunlardan biri de "adalet" kelimesidir– yakalama çabamıza hangi yönelimlerin layık olduğunu bilme meselesi.
Sermaye'nin tam da zayıflıkları sayesinde zafer kazanmış gibi göründüğü ve olan'ın olması gereken'le sefil bir biçimde kaynaşmış olduğu bugünkü karışık ve kaotik dünyada kolay bir iş değildir bu. Kapitalist parlamenter hükümetin propagandaları yüzünden cesaretiniz kırılmaksızın siyasi bir hakikatin inşa edildiği o nadir anları saptamanın kendisi bile zahmetli bir düşünce temrinidir. Tam da yürürlükteki siyaset düzeni içinde eşitlikçi bir aksiyoma sadık kalmaya ve bu aksiyomun çağdaş ifadelerini bulmaya çalışmak daha da zordur.
İkincisi, ister geçmişe ait olsunlar ister bugüne, söz konusu siyasi yönelimleri felsefi olarak yakalama meselesidir. Demek ki ikili bir görev bu:
1. Siyasi yönelimlerin beyan ve talimatlarını, evrensel bir anlamı olan eşitlikçi çekirdeği açığa çıkarmak amacıyla incelemek.
2. Türeyimsel "adalet" kategorisini, tekil beyanlarla sınamaya (yani bu tür beyanların eylem halindeki eşitlikçi aksiyomu ortaya çıkarma ve kayda geçirme tarzlarının indirgenmez özgüllüğüne) tabi tutarak dönüştürmek.
Son olarak mesele, bu şekilde dönüştürülmüş adalet kategorisinin günümüze ait bir siyasi özne figürünü adlandırdığını gösterme meselesidir; dahası felsefenin, zamanımızın sonsuzluk içinde nelere kadir olduğunu, kendi yaptığı adlandırmalar aracılığıyla tam da böylesi bir figür sayesinde kaydedebildiğini gösterme meselesidir.
Bu siyasi öznenin birkaç adı olmuştur: Örneğin, "yurttaş", ama bir seçmen ya da belediye encümeni üyesi anlamında değil, Fransız Devrimi'nin kelimeye verdiği anlamda; ayrıca "profesyonel devrimci" ve "taban aktivisti" de vardır. Şuna şüphe yok ki bizler bu adın askıda olduğu bir zamanda, bu öznenin adının bulunması gereken bir zamanda yaşıyoruz.
Başka bir deyişle, "adalet"in neleri adlandırabildiğine dair (süreklilikten de kavramdan da yoksun) bir tarihimiz olmasına rağmen, bugün neyi adlandırdığını hâlâ açık seçik bilmiyoruz. Soyut bir anlamda biliyoruz elbette, çünkü "adalet" her zaman örtük bir eşitlikçi aksiyomun yakalanmasını imler. Ama bu soyutlama işe yaramaz. Felsefeye verilen buyruk hakikatlerin olayını, yeniliklerini ve netameli seyirlerini yakalamaktır. Felsefenin, ortak düşünce boyutu olarak sonsuzluğa yönelttiği şey kavram değildir, bir hakikatin tekil sürecidir. Felsefe, Ebedi Dönüş hipotezinin alay konusu olmadan ya da skandal yaratmadan desteklenip desteklenemeyeceğini kendi çağıyla ilişkili olarak işlemeye çalışır.
Siyasi yönelimlerin günümüzdeki durumu, felsefenin adalet kavramını kullanabileceği bir durum mudur? Burada elmayla armudu karıştırma, hükümetlerin o kaba "biz zaten adaleti sağlıyoruz" iddiasının ekmeğine yağ sürme riski yok mudur? Bugün birçok "filozof"un Avrupa, kapitalist-parlamenter anlamda demokrasi, saf kanaat anlamında özgürlük ya da utanç verici milliyetçilikler gibi içinde zerre düşünce barındırmayan devlet şemalarını kendilerine mal etmeye çalıştıklarını görünce, felsefenin günümüz putları önünde böyle diz çöktüğünü görünce, biraz karamsarlığa kapılmamız da anlaşılır bir şey oluyor elbette.
Ama felsefe yapmanın koşulları hep son derece sert olmuştur ne de olsa. Bu koşullara uyulmayınca felsefenin sözleri hep suiistimal edilir ve tersine çevrilir. Yirminci yüzyılda yoğun siyasi sekanslar yaşanmıştır. Bu sekansların sadık takipçileri vardır. Şurada burada, henüz kıyaslanmaya gelmeyen durumlarda, eşitlikçi aksiyomu bu konuda hiçbir esneklik göstermeksizin ve kimselere tabi olmaksızın kuşatan bazı beyanlar vardır.
Sosyalist Devletlerin çöküşünün de bizatihi olumlu bir boyutu vardır. Saf ve basit bir çöküştü bu kesinlikle; siyasi yönelim diyebileceğimiz herhangi bir şey bunda en ufak bir rol oynamadı.Ve o zamandan beridir bu siyasi boşluk canavarlar doğurmayı sürdürüyor. Ama bu terörist devletler, o nihai kurgunun, beden katılığına sahip bir adalet, hükümet programı biçimine bürünmüş bir adalet kurgusunun ete kemiğe bürünmüş halleriydi. Çöküşün yaptığı, böylesi bir tasavvurun abesliğini kanıtlamak oldu. Adaleti ve eşitliği her türlü kurgusal cisimlenişten kurtardı. Onları dizginlerinden kurtarıp hem geçici hem de inatçı varlıklarına iade etti, bir hakikat tarafından yakalanmış bir kolektif içinden ve o kolektif yönünde eyleyen hallerine iade etti. Sosyalist devletlerin çöküşü bize eşitlikçi siyasetin yolunun devlet iktidarından değil, içkin bir öznel belirlenimden, bir kolektif aksiyomundan geçtiğini öğretir.
Platon'dan ve onun Sicilya'daki talihsiz macerasından Hegel ile Napolyon arasındaki pasif ilişkiye, oradan da Heidegger'in ikinci derecede sapmalarına kadar (Nietzsche'nin "dünya tarihini ikiye ayırmış" gibi davranma deliliğini de unutmayalım) her şey, felsefeye yetki veren şeyin büyük ölçekli Tarih olmadığını gösterir, ne de olsa. Mallarmé'nin "zaptedilmiş eylem" dediği şeydir felsefeye yetki veren...
Gelin zaptedilmiş eylemin militanları olalım. Gelin felsefe içinde, bu eylemi sonsuzlaştıranlar olalım.
Adalet sadece en aşırı tutarsızlık anlarını adlandırabilecekken biz ondan toplumsal bağın tutarlılığının temeli olmasını istedik sık sık; oysa eşitlikçi aksiyomun sonucu bağları çözmek, düşünceyi toplumsallığından arındırmak ve sonluluğa karşı, ölüm-için-varlığa karşı sonsuzun ve ölümsüzün haklarını olumlamaktır. Eşitlik beyanının öznel boyutu içerisinde, bu beyanın evrenselliği ve bunun neden olduğu aktif sonuçlar dışında ilgiye değer bir şey yoktur.
Adalet devlet ya da toplum için, her türlü eşitlikçi siyasi yönelimin tutarsızlığının felsefi adıdır. Bu noktada beyan edici ve aksiyomatik işlevler görmesi bakımından şiirle tekrar buluşabiliriz, "adalet" deyince ne anlamamız gerektiğine dair en sağlam imgeyi Paul Celan veriyor bize çünkü:
Tutarsızlıklara
Dayan:
iki parmak şıklıyor
uçurumda, bir
dünya kımıldıyor
ganyan kağıtlarında, her şey
sana bağlı
Şairin verdiği dersi aklımızda tutalım: Sırtımızı tutarsızlığa dayamamız gereken adalet meselelerinde, hakikaten her şey sana bağlıdır.