Neoliberalizme ve Savaşa Karşı, Roni Margulies, s. 7-10
Bu kitap, Porto Alegre'de birinci Dünya Sosyal Forumu'nun gerçekleştiği yıl yazıldı. Benim bu sunuş yazısını yazmamın altı hafta öncesinde Londra'da üçüncü Avrupa Sosyal Forumu, dokuz ay öncesinde de Hindistan'ın Mumbai kentinde dördüncü Dünya Sosyal Forumu gerçekleşti. Antikapitalist hareketin gerilemesini, yenilgisini ve/veya ölümünü her fırsatta ilan eden dünya basını bir yana, acaba Seattle'daki tarihsel gösterinin örgütleyicilerinden biri ve bu kitabın yazarı olan Kevin Danaher bile hareketin 2004 yılının sonlarına gelindiğinde hâlâ canlı, hâlâ renkli, hâlâ kitlesel ve hâlâ büyümekte olacağını düşünebilir miydi?
Örneğin, Londra'da günlük bir gazete Forum'un hemen ardından şöyle yazıyordu:
Düzen politikacıları, Avrupa Sosyal Forumu şemsiyesi altında ortaya çıkmakta olan kapsayıcı, partiler-üstü siyasetin ruhundan da, içeriğinden de, tarzından da uzaktır. Küreselleşme, şirketlerin gücü, ırkçılık, gıda ya da çevre konularındaki tartışmaları büyük bir dikkatle dinleyen bin kişilik veya daha büyük kitleleri gören bir profesyonel politikacı kendi siyasi gündeminin darlığını ve Avrupa gençliğine artık açıkça yol gösteren uluslarötesi yaklaşımı düşünmeden geçmemelidir... Çarpıcı ölçüde farklı gruplar arasında kurulmakta olan bağlantılardan önümüzdeki yıllarda gerçekten yepyeni bir Avrupa sol politikasının doğacağını görmek mümkün. (The Guardian, 18 Ekim 2004).
Yaklaşık 25.000 kişinin katıldığı Forum'da 500 toplantı, seminer, atölye ve kültürel etkinlik, 2500 de konuşmacı vardı. İtalya, Fransa, İspanya ve Almanya'dan binin üzerinde, Avrupa'nın diğer ülkelerinin her birinden de birkaç yüz (Rusya 190, Polonya 499, İsveç 170, vs.) katılımcı üç gün boyunca sadece Avrupa'nın değil tüm dünyanın ezilenlerini, çalışanlarını, azınlıklarını ve gezegenin ta kendisini, kısacası insanlığın büyük çoğunluğunu ilgilendiren sayısız konuyu tartıştı.
Antikapitalist hareketin temel çıkış noktalarından biri, Amerika veya Avrupa'da değil, dünyada yoksulluğun ve eşitsizliğin artıyor olmasına karşı duyulan öfke ve isyan duygusuydu. Küresel bolluk ortamında, Üçüncü Dünya'daki yokluk, açlık ve ölümün suçluları, açık ki, tüm bu sorunları çözeceği iddia edilen serbest piyasa mekanizması, bu mekanizmanın gerekliliği üzerinden hayata geçirilen neoliberal ekonomi politikaları, bu politikaları dayatan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve bu politikaların uygulanmasıyla kârlarına kâr katan dev çokuluslu şirketlerdi. Danaher'ın bu kitaptaki sözleriyle:
Piyasa güçlerinin, Dünya Bankası ve IMF tarafından kuvvetle desteklenen küreselleşmesi, daha fazla eşitsizlik yaratıyor. Hem uluslar arasında hem de ulusların kendi içinde eşitsizliğin arttığını gösteren pek çok veri bulunuyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (UNDP) raporuna göre dünya nüfusunun en zengin %20'si dünya kaynaklarının %86'sını tüketirken, en yoksul %80'i dünya kaynaklarının sadece %14'ü-nü tüketiyor. Bu aşırı eşitsizlik sonucu hemen hemen üç saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Çocuklar kötü beslenmeye bağlı hastalıklardan ölüyorlar. Aşısı çok ucuz olan kızamık gibi hastalıklardan ölüyorlar. Kirli su içmekten ortalama on saniyede bir çocuk ölüyor (tedavisi, biraz tuz ve şeker karıştırılmış temiz su içirmekten ibaret). Dünyada bolluk yaşanırken kendi çocuklarının acı içinde kıvranarak ölmesini seyretmek zorunda kalan ailelerin ıstırabını bir düşünün.
Dünyada bolluk olduğu gerçeğinin bilincinde olan yoksul ülkelerdeki aileler de, bu aileleri televizyonlarında izleyen Batılı gençler de sorunun maddi olmadığını görüyorlardı; demek ki, sorun maddi olanakların dağılımında, bu dağılımı örgütleyen sistemde olmalıydı. Dolayısıyla hareket, ortaya çıktığı andan itibaren, sistemin temel taşları olarak algıladığı, sistemi tasarlayıp yapılandıran, teorik ve ideolojik savunmasını yapan kurumlar olarak algıladığı kurumları hedef aldı; sistemden en çok yararlanan ve mevcut haliyle sürmesi için elinden geleni yapan çokuluslu şirketleri düşman ilan etti.
Londra'da da IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü' nü çeşitli yönleriyle ele alan yedi toplantı ve iki film gösterimi yapıldı. Bunlara neoliberal ekonomi, yoksul ülkelerin dış borçları, Afrika'nın neredeyse tamamındaki korkunç durum, çokuluslu şirketlerle çevrenin imhası arasındaki ilişki gibi konuları da eklediğimizde, hareketin neoliberalizm eleştirisinin gelişerek, derinleşerek sürdüğü çok açık.
Ama Londra'da bunlara ek olarak, Irak üzerine altı toplantı, iki tiyatro oyunu ve iki film, petrol üzerine dört toplantı, emperyalizm ve imparatorluk üzerine altı toplantı ve bir film vardı. Hareket, sistemin sadece ekonomik bir sistem olmadığını, toplumları her yönüyle örgütleyen, yoksulluk ürettiği gibi savaş da üreten, çevreyi nehirlere kimyasal atıklar dökerek imha ettiği gibi kimyasal silahlar kullanarak da imha eden bir sistem olduğunu biliyor artık.
Biliyor ama, herkes bunu aynı şekilde yorumlamıyor, herkes aynı çözümleri önermiyor, herkesin önerdiği "başka bir dünya" aynı değil. Hareket bir özelliğini daha tüm çarpıcılığıyla sürdürüyor: çok renkli, çok yönlü, çok çeşitli. Bu çok çeşitlilik birçok siyasi tartışmayı gündeme getiriyor, tartışmaların soyut ve ölgün değil, sıcak, canlı, hareketli geçmesini sağlıyor. Londra'da, örneğin, en hararetli geçen, tartışmaların en yüksek sesle yapıldığı toplantılardan biri, Avrupa'da Müslüman kadınların devlet dairelerine ve okullara başörtüsüyle girme haklarının olup olmadığının tartışıldığı toplantı oldu. Avrupalı aktivistlerin büyük çoğunluğu Fransız solunun ve sendikalarının ezilen bir azınlığa karşı nasıl devletten yana tavır aldığını anlayamaz ve Fransızları ırkçılığa ödün vermekle suçlarken, Fransızların pek çoğu da hem laikliği hem de genç Müslüman kadınların aile baskısından kurtulup istedikleri gibi giyinme hakkını korumak gerektiğini anlatıyordu. Alman bir kadın "Fransız devleti genç Müslümanları mı korumaya çalışıyor yani? Amerikan ordusu da Müslüman kadınları Taliban hükümetinin baskısından kurtarmak için mi Afganistan'ı işgal etti? Fransa'nın en ezilen kesimini dışlayan bir laiklik ne işinize yarayacak sizin?" diye bağırırken, Kuzey Afrika kökenli olduğu belli olan bir Fransız, ailesinin yasaklarına kulak asmadığı için yakılarak öldürülen genç bir Fransız Müslüman kadının öyküsünü gözyaşları dökerek anlatıyordu.
Ve bütün tartışmalardan sonra, tartışmaların bütün tarafları bir araya gelerek 19 ve 20 Mart 2005 günlerinin Avrupa çapında "neoliberalizme ve savaşa karşı eylem günleri" olacağını ilan etti. Sonra da her zaman olduğu gibi, sokaklara çıktı. Forum'a katılmış olan 25.000 kişi İngiltere savaş karşıtı hareketinin 75.000 aktivistiyle birleşerek Londra'nın merkezindeki Trafalgar Meydanı'na yürüdü.
Şimdi Avrupa'nın her yanında, Forum'a katılanlar ve katılamayıp uzaktan izleyenler bir yandan tartışmaya devam edip tartışmaları kendi yaşamlarının çeşitli alanlarına yayarken, bir yandan da 19 ve 20 Mart'ın kıta çapında daha da kitlesel olması, neoliberalizme, savaşa ve işgale karşı muhalefetin daha da kitleselleşmesi için çalışıyor.