Özgür Taburoğlu, “Görme politikaları ve iktidar” Birgün Kitap Eki, 17 Nisan 2010
Görme duyusu, hem bir apaçıklık hem de bir belirsizlik taşır. Görülen şey, teşhirle, bilinmezliği beraberce kuşanabilir. Görme, görünüşle, yansımayla, gölgeyle ve yanılsamayla da karıştırılır. Birçok felsefi ve mistik öğretiye göre de hakikat, bu göz yanıltan görünüşlerin ötesinde aranmalıdır. Birçok yazınsal yapıtta, görünüşe aldanmak büyük yıkımların da habercisi olur. Bu yazınsal izleğe göre, güzelliğiyle aldatan bir kadın, gönül alan gösterişli bir adam ya da kimseyi bulamazsa, kendi güzel yansısına dalıp giden, bir aldatmacanın da içerisine çekilir. Orta yerde görünmenin, özellikle de alımlı ve çekici görünmenin, felaketlerle trajik bir işbirliği vardır çoğunlukla. Açık seçik ortada olmak, gözler önünde bulunmak, görünene ve görene zarar verecek bir apaçıklıktır. Bu yüzden, güzellikler gözlerden sakınılmalıdır. Kıskanç babaların ve kocaların, sevgililerin yaptığı da böylesi bir kırılganlığı, mahremi görünür olmaktan uzak tutmaya çalışmalarıdır; başkalarının nazarlarından kıskandıklarından, göz önüne çıkacak varlığın, neresinin, ne kadarının görülebileceğini düzenlerler. Özellikle ‘başkalarının bakışı’, nazarı, etkin ve çoğunlukla baktığını bozan duyumlardır. Bakış, eskilerin düşündüğü gibi, gözden çıkan ışımasıyla, görülen nesneye değerek onu bozabilir. Görülen şey, gözün bu etkinliğinden bağımsız olarak kendisini safça açmaz. Görülebilirlik, bakışın araya girmesiyle, bakılan nesneyi öznesiyle birleştiren bir “imge” içinde olanaklıdır. Bakış böyle tanımlandığında, neredeyse bir soyutlama, zihinsel bir etkinlik gibi de görülebilir. Yani neyi görüp neyi görmeyeceğimizi düzenleyebiliriz.
Ranciere’nin üzerinde durduğu, “görme politikaları” aracılığıyla, eşitsizlikler, yoksulluk, türlü koşulsuzluklar ve “güzel görünmeyen” başkaca şeyler görünmez kılınabilir. Bu sayede, sistemin merkezinden uzakta olan kim varsa, o daha az görünür olur. Örneğin, bir işyerinde, belirgin olmak için üniforma giyseler de temizlik görevlileri, süslenmemiş kadınlar, güzel görünmeyen herhangi bir varlık, şehrin merkezindeki dilenci ve berduşlar gibi. Süsleri olmayan, çoğunlukla sadece çıplak yaşam koşulları içerisinde ortaya çıktıklarından fazla ayırt edilemezler. Bu ilgisizlik onları kendi hallerine terk eder ve daha da görünmez yapar. Yani başkaları, ötekiler görme politikalarının hedefi olurlar. Onların görüntüleri bastırılır. Onlar, görünseler bile, utanç veren bir çıplaklık, sansasyonel bir olay aracılığıyla, bir tür rezalet yoluyla görünür olurlar. Bu görünürlükleri, bir tür irkilmeye, acımaya ya da cinsel bir çekime neden olabilir; daha başka vasıflarıyla ve farklılıklarıyla görünür olmazlar. Göründüklerinde bile bir işlevin aracı, nesnesi olmaktan kurtulamazlar.
Özne ve nesnenin birbirini gördüğü yerde ortaya çıkan, görünürlüğün koşulu olan imge, dışarıdan duyular yoluyla alınan gerçeği, resimli, sözlü ya da yazılı yollardan mevcut ve anlaşılır, algılanabilir kılar. İmge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş bir görünümdür. Duyu malzemesinin, görme ve duyma biçimlerine sahip özneler tarafından yapılmış bir yorumudur. İmgesi olan şeylerin görünür tarafları, yüzleri vardır. Bakılan şey, bakışın sahibine cevap verir bu yüzüyle. İmge sayesinde bakılan şey, tasarlanan varlık görünürlük kazanır. Yüzü ve imgesi olduğu için, diğerlerinden ayrı görünür, ferdiyet kazanır. Kalabalıkların belirsiz silüeti, karartısı içerisinde bakışa, duyuma karşılık verebilir. İmgesi olan varlığın aynı zamanda bir derinliği ve hacmi de vardır. Yüzeysel, göz aldatan bir görünüm olmaktan çıkar. Yüzün varlığı böylesi bir yüzeyselliği yok eder ve görünen, duyulan şeye bireysellik kazandırır. Yüzü olan varlıklar, bakışın sahibi bir öznenin ilgisini üzerine çeker, “görme biçimleri”nin sahibi, dünya üzerinde görünür bir varlığı olanlara, kendi ayrımlarının sunumu olan imgeler aktarırlar.
Fiziksel ve optik belirlenimlerin dışında düşündüğümüzde, “görme biçimleri”ni politik saymak olanaklıdır. Görülmesine izin verilen ve verilmeyen varlıklar vardır. Bu sayede, görme edimini yöneten soyut işleyişlerden söz etmek olanaklı olur. Görülmeden kalan sırlı alanlar, bir hükümranlık alanı yaratır aynı zamanda. Görme ayrıcalıklarını dağıtan, görülmeden görenlerin optik tasarımı olarak panopticon, bunun sadece bir örneğidir. Görme alanına sahip çıkmak ve görülebilirlik alanını parsellemek, bir yönetim teknolojisidir. Foucault’un “Gözetim Toplumu” olarak adlandırdığı kitlenin tam ortasında yer alan bir soyut makine ya da eğretileme olarak panopticon, odağında kimse bulunmasa da, etkin bir şekilde işleyen akılcı bir düzenektir. Jonathan Crary, özellikle optik ve ses hakkında edinilen bilgilerin rahipler ya da hükümranlar tarafından gizli tutulmasının, tiranlığın ve mülkiyet rejimlerinin korunması için zorunlu olduğunu yazar. (s. 145) Bu varsayımı genelleştirerek, algılayan kişiyi yönetmenin, her dönem için temel bir egemenlik biçimi olduğu söylenebilir. Bu teknolojiler, olur olmaz her şeye gözünü dikmeyen, daha belirlenmiş duyum şemalarına sahip, gördüğünü belirli şekillerde yorumlayan ve tepkiler üreten uyruklar yaratmak için zorunludur. Böylece, sistemin mahrem içeriği, mantığını aldığı temel duyusal akış, algılayan kişiye görünmeden yayılabilir. Duyumu formelleştiren ve soyutlayan bu politik işleyişte, belirli duyum modellerine sahip kişinin etrafında tanıdık olmayan sesler, resimler ve metinler dolaşsa da, fark edemez.
Görme biçimlerine sahip olan için, başkasının görüntüsü çoğunlukla bir tipleme gibi ortaya çıkar. Bu görünüm, bir tür özensiz çiziktirme, basit bir karalama gibidir. Kişisel farklılıklarıyla değil de, belli bir tiplemenin yarattığı bir ortak görünümdür bu. Tipleme, kendi görünüşüyle, sadece kendisini değil, “kendisi gibi” olan başkalarını da özetler. Genelde grotesk bir görünümdür bu. Veciz bir söz gibi, özünde birbirine benzemezleri bir cümleyle özetleme gayretiyle, şekli bozulmuş, neredeyse kimseye benzemeyen bir görüntüdür. Tipleme, ne kadar ortak bir benzerliği görünür kılarsa, o kadar temsil edici olmaktan uzak düşer. Bu yüzden, başkalarının temsilleri çoğunlukla komik ya da tersine dehşet verici şekillerde tezahür eder. Başkasının temsili, şivesiyle, giyinişiyle, tavırlarıyla, etnik bir kalabalığı, farklılıkları sergilerken, fazla kodlanmış olmanın ağırlığını taşır. Tüm tiplemeler, harcıalem, klişe bir söz gibi, aşırı yüklüdür, fazlalıklar ve eksiklikler taşırlar. Tipleme, etnik ve indirgenemez farkları, basit resimlere, sözlere dönüştürerek, başkasını görme ve duyma biçimlerini politikleştirirler. Neredeyse ırkçı bir temsilin malzemesi de olurlar.
Her türlü görme ve duyma biçimi, aynı zamanda politik bir duruşun da işaretidir; kadınları belli şekillerde gören erkekler, başka etnik varlıkları belli şekillerde tipleştiren ırkçı duruşlar gibi. Ranciere, tiplemelerin esasını oluşturan görsel temsilin, bakışın sahibine ait olan, “kendisinden başka hiçbir şeye gönderme yapmayan” bir temsil alanı açtığını düşünür. Resimsel temsil ya da tipleme, sorgulanamayacak bir görselliği taşımalıdır. Oysa imge, “ötekine vurgu yapan” bir sunumun aracıdır. (s. 9) Başkasını bir imgenin içerisine yerleştirmek, bakılan varlığın kendisini anlama yoluna, görünme biçimine de yer bırakan bir edimdir. Yine politik bir eylem olan imge kurmak, “yeni görünürlük alanları” yaratmanın yollarından birisi olur. Nasıl göründüğü, kendisini nasıl adlandırdığı da kendisine sorulmuş gibi, imge, tiplemelerin yarattığı sınıflandırma türlerini yeniden kurma olasılığı taşır. İmge, görüleni kendi ferdiyetine hapsetmediği gibi, onu büyük bir bütünlüğü yansıtan bir tipleme gibi de inşa etmez; hem ayrımları hem de ortaklıkları görünür, duyulur, anlaşılır kılar. Bu sayede görülebilirlik biçimleri için yeni düzenlenme olasılıkları belirmiş olur. Bir şeyin başka bir şeye bakmasıyla ilgili, bakışımlı bir protokol, farklı bir görme görgüsü de yaratılmış olur. Bakılan ve belli şekillerde tipleştirilmeye açık nesne, böyle bir terbiyeyle bakıldığında, bakışın sahibini cevaplar, bir “epifani” yaratır. Nesne kendi “gerçek görünümünü” bir tür ışıma gibi sunar. Duyulur olan bu şekilde, yüzeye çıkar ve bir fenomen, görüngü şeklini alır; “bir görülürlük başlatan” deneyim ortaya çıkar. Görüngüler de, imgeler gibi, tiplemelerin topluluğu ya da kalabalığı belirli türde ortaklıklar ve özler etrafında toplayan kaba çiziminden farklı olarak, bakılan nesneden bu tarafa doğru gelen bir renklenmenin ve ışımanın sonucudur. Nesne, nurlu bir varlık gibi, kendisinin dışarıdan dillendirilmesine, resimlenmesine karşı koyar, kendi ışımasını, görünürlük halesini yaratır; kendi pozunu verir. Bu görünümde, bastırılmış bir görünüm yeniden yüzeye çıkar.
Ranciere, çok yerinde bir şekilde, politik olanı görme biçimleri yaratmakla ilişkilendirir: “Siyaset, neyin görüldüğü ve görülen üzerinde neyin söylendiği ile, görme yetkisine ve söylem niteliğine sahip olanı” belirlemek üzerinden işler. (s. 148) Görülebiliri ve görülemeyecek alanları parselleme, ve bu alanlar üzerinde gözetim düzenekleri oluşturmak, özellikle zamanımızın politikasıyla ilgili önemli işlevlerdir. Bu işleyiş, zora başvurmadan, optik yanılsamalar ve gözbağcılığı yaratarak, bazılarının basiretini bağlar, gözlerine perde inmesine neden olur. Sistemin işleyişiyle ilgili uzlaşımsal perdelerdir bunlar. Bunun bir etkisi olarak sistemin dışarıya ötelediği varlıklar, baktıkları yerde ne bir sömürü ne de eşitsizlik görürler. Yaşadıkları koşulsuzlukları yazgının bir parçası, bir tür talihsizlik gibi kavramaya başlarlar. Bu görünmezlik katmanlarıyla kendisini koruyan yoksulluk ve eşitsizlik yayan işleyişler, dışarıda kalanları, dolaylı yollardan da olsa, kendi içlerine dönmeye zorlarlar.
Politika, bir tür “duyulurun haritasını” çıkarmakla ilgilidir. Kolektif duyum alanları yaratarak, algılayan yurttaşları uyruklaştırmak zorunludur. Görmenin ve duymanın serbestçe işlememesi gerekir. Aynen her yurttaş istediğini yapamayacağı gibi, istediğinin de görememelidir. Gelir dağılımı gibi, yurttaşlar arasındaki sınıflaşmaya göre, görülür ve görülmez alanların bölümlenmesi, paylaşımı yapılmalıdır. Politik olarak mahrem resimler olmalıdır. Görünürlük alanları, göz önünde olsalar da görünmeyecek nesnelerle düzenlenmelidir. Bu politikalar, görmeyi düzenleyen bürokrasilerin, yönetimsel işleyişlerin yaratılmasıyla ilgilidir. Duyularla ilgili bir düzenleme olduğundan, aynı zamanda biyosiyasal boyutu da vardır. Görülebilirlik bir çeşit mülkiyet gibi, bazılarının erişemeyeceği bir yerlerde saklanmalıdır. Görülenler de, medyadaki resim ve sesler gibi, işeret ettiği gerçeklikle bağlantısını koparmış olmalıdır.
Medya, dünyanın en uzak yerlerinden bile haber ve resimler taşırken, izleyicisine fazla bir şey göstermez esasında. Medya alıcısı da, maruz kaldığı felaket, ölüm haberleri gerçek değilmiş gibi yas içinde görünmez. Medyanın resimlerle kanıtladığı katliamlar bile bir gerçeklik hissi yaratmaz üzerinde. Görebildiğiyle vicdani bağını koparmıştır. Gerçeğe çok fazla yakından bakmaktan, üzerinden akan bilgi ve resim fazlalığına bağışıklık kazanmış gibidir. Medyanın yarattığı bu fazlalık, yakınlık, görülebilirin alanını genişleteceğine daha da daraltır. Medyada resimlerin ve seslerin “demokratik akışı” içerisinde en yakın çekim görüntü bile gerçeklik hissi yaratmayabilir. Medya, “ortak duyuluru”, karışık ve eklektik bir görünürlük alanı yarattığı gibi, aynı zamanda kamusal görünürlüğü yok eden bir etkiye de sahiptir. Medya alıcısı yurttaşlar, medya üzerinden ortak bir görünürlük alanını paylaşırlar. Gördüklerine benzer şekillerde tepkiler verirler.
Görülebiliri işaretleyen ve görme alanları arasında sınırlar, tahkimatlar yaratan bir politikaya karşı, yeni görülebilirlik kipleri öneren, görülebilirin manzarasını sürekli açan, genişleten “başka bir politika”nın varlığı önemlidir. Görmeyi, duymayı, yapma (praxis) şekilleri ve söylemleriyle birleştiren bir politik duruştur bu. Görülenin, duyulanın bir canlılık belirtisi, başkalarının sevinçlerini, yaslarını taşıyan dolu, dokunaklı bilgiler gibi toplumsal vicdana yerleştirebilen yeni görme ve görünme biçimleri açmanın yolu yine politik yöntemlerle olanaklıdır. “Bir görünürlük başlatırken”, aynı zamanda görme, söyleme ve yapma şekilleri arasında ilişki kurabilmek, yine böyle bir karşı-politikanın içinden olanaklıdır.