Orhan Tüleylioğlu, "Kartal Yere Çakıldı", Milliyet-Sanat, Mart 2004
Amerikalı politikacılar sık sık Amerikan rüyasından söz etmeyi severler. Amerikan rüyası vardır ve çoğu insanın ruhunda içselleşmiş durumdadır. Peki nedir bu rüya? Amerikan rüyası, insanın yapabilirliği rüyası, içinde herkesin elinden gelenin en iyisini yapmaya, en iyisini başarmaya ve bunun karşılığında konforlu bir hayat ödülünü almaya teşvik edildiği bir toplum rüyasıdır. Bu tür bir bireysel kendini gerçekleştirmenin önünde hiçbir yapay engelin olmayacağı rüyasıdır. Bu tür bireysel başarının toplamının müthiş bir toplumsal iyi –bir özgürlük, eşitlik ve dayanışma toplumu– olacağı rüyasıdır. Bu öyle bir rüyadır ki, dünyanın dört bir yanındaki birçok kişi de kendileri için aynı rüyayı isterler.
Tabii ki bu bir rüyadır ve bütün rüyalar gibi, gerçekliğin tam bir temsili değildir. Ama bilinçaltı özlemlerimizi ve temel değerlerimizi temsil eder. Rüyalar bilimsel analizler değildir. Daha çok bize bazı içgörüler sunar. Ancak, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak için rüyalarımızın ötesine geçip tarihe dikkatle bakmak zorundayız. ABD'nin tarihine, modern dünya sisteminin tarihine, ABD'nin dünya sistemi içindeki tarihine.
ABD'nin bugün dünyadaki en büyük askeri güç olduğu bir gerçek. Ama epey az paraları ve daha az askeri ekipmanları olan bir fanatik müminler çetesinin, ABD topraklarında ciddi bir saldırı düzenleyebilmiş, birkaç bin insanı öldürebilmiş, New York ve Washington bölgesindeki önemli binaları yıkıp hasara uğratabilmiş olduğu da bir gerçek.
Immanuel Wallerstein Amerikan Gücünün Gerileyişi adlı kitabında ilginç bir tez öne sürüyor. Ona göre, ABD gerileyen bir hegemonik güç ve 11 Eylül bunun bir başka kanıtı. 11 Eylül ABD'nin daha sonraları yaşadığı ekonomik güçlüklerin asli nedeni değildi, ama şüphesiz bu güçlükleri şiddetlendirdi. Amerika'nın ekonomik perspektifindeki düşüşe neden olan şey, 1990'ların refahının, açığa çıkan bütün o şirket yolsuzluklarının gösterdiği üzere, birçok bakımdan son derece yapay yollarla ayakta tutulan bir balondan ibaret olmasıydı.
ABD'nin 1945 sonrası dönemde hegemonik bir güç olarak kazandığı başarının ülkenin hegemonik çöküşünün koşullarını da yarattığını söyleyen yazar, bu süreci dört simgeyle özetliyor: Vietnam'daki savaş, 1968 devrimleri, 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ve 2001 Eylülü'ndeki terörist saldırılar. Her simge bir önceki simge üzerinde yükseldi ve ABD'nin kendini şu anda içinde bulduğu durum doğdu. Gerçek güçten yoksun, yalnız bir süper güç, kimsenin takip etmediği ve çok az kişinin saygı duyduğu bir dünya lideri ve kontrol edemediği küresel bir kaos içinde tehlikeli bir biçimde sürüklenen bir ülke. Vitenam sadece askeri bir yenilgi ya da ABD'nin prestijine düşen bir leke değildi. Savaş, ABD'nin dünyanın başat ekonomik gücü olarak kalma yeteneğine büyük bir darbe indirdi. Savaş çok pahalıya mal olmuştu ve ABD'nin 1945 sonrası hayli bollaşan altın rezervlerini neredeyse tüketti. Bu koşullar ABD'nin küresel ekonomi içindeki üstünlüğünü sona erdirdi. Dünyanın dört bir yanında 1968 devrimleri patlak verdiğinde, Vietnamlılara verilen destek çok önemli bir retorik bileşen haline geldi. Komünizmin çöküşü aslında ABD hegemonyasının ardındaki tek ideolojik gerekçeyi ortadan kaldırarak liberalizmin çöküşüne de işaret edyordu. Sonra 11 Eylül geldi. Bu terörist saldırının ardından, Bush yol değiştirip terörizme savaş ilan etti ve dünyaya "Ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız", dedi. Uzun zamandır en muhafazakâr ABD yönetimlerinde bile hüsrana uğramış olan şahinler nihayet Amerikan politikasına hükmetmeye başladılar. Bugün bu şahince bakış açısının üç ifadesi var: Afganistan'daki askeri saldırı, İsrail'in Filistin otoritesini tasfiye etme girişimine fiilen verilen destek ve Irak'ın işgali.
Wallerstein, kitabının bundan sonraki bölümlerinde, çağdaş siyasi söylemimizin en önemli, en yankı uyandıran sözcüklerini (20. yüzyıl, küreselleşme, ırkçılık, İslam, demokrasi ve entelektüeller) kuşatan gerçeklik ile retorik arasındaki farkı inceliyor. Son bölümde kendimizi içinde bulduğumuz bu zor dünyayla ilgili olarak neler yapabileceğimiz konusunu ele alıyor. Solun bugün ABD'de ve dünyada ortaya koyması gereken gündemi tartışıyor. Wallerstein, ABD'nin önümüzdeki on yılda iki olasılıkla karşı karşıya olduğunu belirterek, "Şahinlerin yolunu izleyip bunun herkes için, özellikle de kendisi için yaratacağı olumsuz sonuçlara katlanır ya da olumsuzlukların çok büyük olduğunu anlar," diyor ve ekliyor: "ABD'nin önümüzdeki on yıl içerisinde dünya meselelerinde tayin edici güç olma konusunda gerilemeyi sürdüreceğine pek şüphe yok. Asıl soru, Amerikan hegemonyasının azalıp azalmadığı değil ABD'nin zarafetle, dünyaya ve kendisine asgari zararı vererek düşmenin bir yolunu bulup bulmayacağıdır."
Amerikan Gücünün Gerileyişi adlı kitap, dünyaya nasıl baktığımız konusunda düyşünmeye çağrı niteliği taşıyor. Immanuel Wallerstein, bu kitabında da bizi, kapitalist dünya sisteminin şu anki kaotik yapısal krizinden çıkıp daha iyi olacak farklı bir dünya sistemine geçmesi olasılığına derhal nasıl katkıda bulunabileceğimize karar vermekle ilgili siyasi bir göreve davet ediyor.