Giriş, "Dün ile Yarın Arasında Amerikan Rüyası", s. 9-16
11 Eylül 2001 Amerikan tarihinde dramatik ve şoke edici bir andı. Ama tanımlayıcı bir an değildi. Çok önceleri başlamış ve daha otuz kırk yıl sürecek olan bir yörünge içindeki, kaotik bir dünyada ABD hegemonyasının gerilemesi adını verebileceğimiz uzun bir dönem içindeki önemli bir olaydı sadece. Bu şekilde ifade edildiğinde, 11 Eylül birçok kişinin inkâr ve öfke hisleriyle tepki verdiği bir şokla-bilinçlendirme olayıydı. Amerikalıların bu olaya mümkün olduğunca berrak ve ayık bir kafayla cevap vermeleri gerekiyor. En iyi değerlerimizi korumaya ve dünya sisteminin geçirdiği temel dönüşümler –etkileyebilsek de denetleyemeyeceğimiz dönüşümler– arasında güvenliğimizi azamileştirmeye çalışmamız gerekiyor. Yaşamak isteyeceğimiz türden bir dünyanın inşasına, yeniden inşasına başka yerlerdeki başka insanlarla birlikte katılmamız gerekiyor.
Amerikalı siyasetçiler Amerikan rüyasından bahsetmeyi severler. Amerikan rüyası vardır ve çoğumuzun ruhunda içselleştirilmiş durumdadır. İyi bir rüyadır bu, öylesine iyidir ki dünyanın dört bir yanındaki başka birçok kişi de kendileri için aynı rüyayı isterler. Peki nedir bu rüya? Amerikan rüyası, insanın yapabilirliği rüyası, içinde herkesin elinden gelenin en iyisini yapmaya, en iyisini başarmaya ve bunun karşılığında konforlu bir hayat ödülünü almaya teşvik edildiği bir toplum rüyasıdır. Bu tür bir bireysel kendini gerçekleştirmenin önünde hiçbir yapay engelin olmayacağı rüyasıdır. Bu tür bireysel başarıların toplamının müthiş bir toplumsal iyi –bir özgürlük, eşitlik ve dayanışma toplumu– olacağı rüyasıdır. Böyle bir rüyayı gerçekleştirememenin ıstırabını çeken bir dünyanın işaret feneri olduğumuz rüyasıdır.
Tabii ki bu bir rüyadır ve bütün rüyalar gibi, gerçekliğin tam bir temsili değildir. Ama bilinçaltı özlemlerimizi ve temel değerlerimizi temsil eder. Rüyalar bilimsel analizler değildirler. Daha çok bize bazı içgörüler sunarlar. Gelgelelim, içinde yaşadığımız dünyayı anlamak için rüyalarımızın ötesine geçip tarihimize dikkatle bakmak zorundayız – Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihine, modern dünya sisteminin tarihine, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünya sistemi içindeki tarihine. Bunu herkes yapmak istemiyor. Bazen gerçekliğin kasvetli olacağından ya da en azından rüyalarımız kadar güzel olmayacağından korkuyoruz. Bazılarımız dünyaya, kendi deyimleriyle, pembe gözlüklerle bakmayı tercih ediyor.
11 Eylül olaylarının yanılsamaları paramparça ettiği düşünülebilir. Şüphesiz birçok kişi için etmiştir de. Ama Bush yönetimi, söz konusu olaylardan önce belirlenmiş olan bir gündemi takip etme ve bu olayları söz konusu gündemi zorla yürürlüğe sokmanın bir bahanesi olarak kullanma niyetiyle, olup bitenlere ayık bir kafayla bakmamızı önlemek için çok sıkı çalışıyor. Bu yüzden ben burada iki şeyi kısaca anlatmak istiyorum: Geçmiş tarihin ışığında 11 Eylül'ün anlamının bence ne olduğunu ve Bush yönetiminin gündeminin bence ne olduğunu. Bana kalırsa 11 Eylül, ABD ile ilgili beş gerçeği dikkatimize sunmuştur: ABD'nin askeri gücünün sınırları dünyanın geri kalanındaki Amerikan karşıtı hissiyatın derinliği, 1990'larda yaşanan ekonomik işret meclisinin verdiği akşamdan kalmışlık hissi, Amerikan milliyetçiliğinin çelişkili baskıları ve sivil özgürlükler geleneğimizin zayıflığı. Bunların hiçbiri, hayallerimizde yaşattığımız Amerikan rüyasına uymaz. Bush yönetiminin politikaları da bu çelişkileri şiddetlendirmektedir.
Askeri durumla başlayalım. Amerika Birleşik Devletleri –herkesin haklı olarak söylediği gibi– bugün dünyadaki en kudretli askeri güçtür, hem de açık arayla! Ama epey az paraları ve daha da az askeri ekipmanları olan bir fanatik müminler çetesinin, ABD topraklarında ciddi bir saldırı düzenleyebilmiş, birkaç bin insanı öldürebilmiş, New York City ve Washington bölgesindeki önemli binaları yıkıp hasara uğratabilmiş oldukları da bir gerçektir. Cüretli ve etkili bir saldırıydı bu. Bu insanlara bir etiket, "teröristler" etiketi yapıştırmak ve bir "terörizme karşı savaş" başlatmak iyi hoş da, işe aslında 11 Eylül'ün askeri açıdan asla meydana gelmemiş olması gerektiğini anlayarak başlamamız gerekir. Bir yıl sonra, olayın failleri yakalanmış değil. En büyük askeri tepkimiz de 11 Eylül saldırısıyla hiçbir alakası olmayan bir ülke olan Irak'ı işgal etmek oldu.
Amerikan karşıtı hissiyat yeni bir şey değil. ABD 1945'ten sonra dünya sisteminin hegemonik gücü haline geldiğinden beri çok yaygın bir hissiyat bu. Büyük bir güce sahip olanlara karşı ve bu tür bir güce sahip olanlara neredeyse kaçınılmaz olarak doğal gelen kendini beğenmişliğe karşı bir tepki. Bu Amerikan karşıtı hissiyat bazen anlaşılır, bazen de akıldışı ve haksızdır. Bu ikincisi nerede bulunduğunuza bakar. Son kertede bu hissiyat ABD'yi uzun bir süre engellememiştir. Bir kere, özellikle de ABD'nin müttefik saydığı ülkelerde, önemli insan gruplarının şu hissiyatı bunu dengeliyordu: ABD zorunlu bir liderlik rolü oynuyor ve dünya sistemi içinde onların değerlerini savunuyordu. Bu insanlara göre, Amerikan iktidarı bir bütün olarak dünya sisteminin ihtiyaçlarına hizmet ettiği için meşruydu. Dünyanın yoksul ve ezilmiş bölgelerinde bile, çoğunlukla, Amerikan iktidarının kendilerince olumsuz gördükleri yanlarına rağmen, bazı evrenselci değerlerin yerleşmesini sağlayan değerli bir yanı da olduğu şeklinde bir duygu vardı.
11 Eylül bu duygulara rağmen, öfkenin derinliğinin ABD'nin hiçbir zaman kabul etmediği kadar büyük olduğunu gösterdi. Dünyanın dört bir yanındaki birçok kişinin dolaysız tepkisi, ABD'ye yönelik sempati ve dayanışma hislerini ifade etmek oldu, ama bir yıl sonra söz konusu sempati ve dayanışma buharlaşmış gibi görünürken, öfkeli olanlar hislerini ifade etmeye hiç de son vermiş değiller.
ABD 1990'lı yıllarda ekonomik açıdan istisnai denecek ölçüde başarılı olmuş –yüksek üretkenlik, patlama yapan bir borsa, düşük işsizlik, düşük enflasyon ve ABD hükümetinin borçlarının çok büyük bir kısmının tasfiye edilmesiyle birlikte dikkate değer bir fazla yaratılmış– gibi görünüyordu. Genelde, Amerikalılar bunu rüyalarının ve liderlerinin ekonomik politikalarının geçerliliğinin kanıtı olarak, ihtişamı hep artacak bir gelecek vaadi olarak kabul ettiler. Artık bunun bir rüya değil, bir yanılsama, hem de tehlikeli bir yanılsama olduğu açıkça ortadadır.
11 Eylül ABD'nin daha sonraları yaşadığı ekonomik güçlüklerin asli nedeni değildi, ama şüphesiz bu güçlükleri şiddetlendirdi. Amerika'nın ekonomik perspektiflerindeki düşüşe neden olan şey, 1990' ların (daha doğrusu, 1990'ların sonlarının) refahının, açığa çıkan bütün o şirket yolsuzluklarının gösterdiği üzere, birçok bakımdan son derece yapay yollarla ayakta tutulan bir balondan ibaret olmasıydı. Ama aslında düşüşün nedeni daha derinde yatmaktadır. Dünya ekonomisi 1970'lerden beri uzun bir nispi ekonomik durgunluk içindeydi. Bu tür bütün dönemlerde olduğu gibi, bu dönemde de ortaya çıkan bir şey, güçlü ekonomik odaklar konumundaki üç bölgenin –Amerika Birleşik Devletleri, Batı Avrupa ve Japonya– kayıpları birbirlerine kaydırmaya çalışmalarıydı. 1970'lerde, Avrupa nispeten iyiydi. 1980'lerde Japonya, 1990'larda da ABD iyiydi. Ama bir bütün olarak dünya ekonomisi bu dönemlerin hiçbirinde iyi durumda değildi. Dünyanın dört bir yanında feci bir ekonomik sancı söz konusuydu. Artık aşağı doğru inen bu uzun spiralin son safhasındayız ve iflaslar peşi sıra sökün ettikten sonra, dünya ekonomisi tekrar yukarıya çıkmaya başlayabilir. Bu nihai yukarı çıkış sırasında ABD'nin Batı Avrupa ile Doğu Asya'yı gölgede bırakacağı hiç de kesin değildir, hatta pek muhtemel bile değildir. Bugün Amerikan siyasetine, pek de parlak sayılmayacak bir ekonomik gelecekle ilgili korkuların su yüzüne çıkmış olması biçim vermektedir.
Dördüncü sorun, Amerikan milliyetçiliğinin tarihsel niteliğidir. ABD başka devletlerin çoğundan ne daha fazla ne daha az milliyetçidir. Ama hegemonik güç olduğu için, Amerikan milliyetçiliğinin istikrarsızlıkları diğer ülkelerinkilerden daha fazla hasar yaratabilir. Amerikan milliyetçiliği iki farklı biçim almıştır. Bunlardan biri geri çekilme, büzüşüp Amerikan kalesine çekilmedir, çoğunlukla "izolasyonizm" dediğimiz şeydir.
Ama ABD her zaman yayılmacı bir güç de olmuştur – önce kıtanın dört bir yanına, sonra da Karayipler'e ve Pasifik'e. Yayılma da askeri fethi içerir – Yerli Amerikalıları, Meksikalıları ya da Filipinlileri. ABD zaferlerden de (Meksika Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Yerlilere karşı yapılan seferlerin çoğu), yenilgilerden ya da muğlak sonuçlardan da (1812 Savaşı, Vietnam) payını almıştır. Bu bakımdan sicilimiz diğer büyük askeri güçlerinkinden çok kötü değildir. Şüphesiz hiçbir ülke kaçınılmaz olmadığı sürece yenilgilerinden bahsetmeyi sevmez. Yenilgiler çoğunlukla beceriksiz liderlerin zayıflığı olarak yeniden tanımlanır. Halktan dikkate değer destek alan Amerikan milliyetçiliğinin maço militarist tarafının altında bu "arkadan bıçaklanma" tezi yatıyor.
İzolasyonizm ile maço militarizm ilk bakışta çok farklı şeyler gibi görünür. Ama dünyanın geri kalanı, yani "ötekiler" karşısında aynı temel tavrı paylaşırlar – korku, hakir görme ve bunlarla birleşen şu varsayım: Bizim hayat tarzımız saftır ve ötekilere "kendi hayat tarzımızı" kabul ettirecek bir konumda değilsek, onların sefil kavgalarına karışarak kirletilmemelidir. Bu yüzden, her birinin dolaysız politik açılımları belli durumlarda çok farklı olsa da, milliyetçilerin izolasyonizm ile maço militarizm arasında gidip gelmeleri hiç zor değildir. 11 Eylül bu çelişkili duruşun iki yanını da pekiştirmiş gibi görünüyor. Ülkenin saldırı altında göründüğü bütün zamanlarda olduğu gibi, 11 Eylül başka sesleri büyük ölçüde ürkekleştirdi elbette.
Son olarak, sivil özgürlükler geleneğimiz var. Bu gelenek teoride pek şanlı, ama pratikte bayağı zayıftır. İnsan Hakları Bildirgesi'ni Anayasa'da yapılan tashihler olarak yasalaştırmanın hikmeti, bunun söz konusu hakları, onları umursamayacak ya da fena halde ihlal edecek geçici çoğunluklara karşı daha dirençli kılmasıydı. Bununla birlikte bu haklar aralıksız ihlal edilmiştir – Lincoln'ün habeas corpus'u(1) askıya almasında, Palmer baskınlarında(2) ya da Roosevelt'in Japon kökenli Amerikalıları enterne etmesinde olduğu gibi bariz bir biçimde, ya da Adalet Bakanlığı, FBI, CIA gibi federal kuruluşların –yerel kuruluşlara ise hiç girmeyelim– tekrar tekrar yaptıkları yasadışı eylemlerde olduğu gibi o kadar bariz olmasa da aynı ölçüde önemli biçimlerde. Anayasa Mahkemesi'nin bu anayasal hakların siperi olarak hizmet vermesi beklenir, ama son derece tutarsız hareket eden ve hiç mi hiç güven vermeyen bir siper olmuştur.
Bush yönetimi için, 11 Eylül bu beş mesele hakkında önceden varolan gündemlerini yürürlüğe koymak için arayıp da bulamadıkları bir fırsat oldu. Bir komplodan dem vuran paranoyak suçlamalar yapıyor değilim. Sadece kafalarında ve yüreklerindeki gündemi yürürlüğe koyabilmek amacıyla hemen olayın üstüne atlayıp 11 Eylül'den yararlandıklarını söylüyorum. Askeri gerileme meselesini askeri harcamaları inanılmaz ölçüde tırmandırarak çözmeye çalıştılar. Bunun devasa bir israf olup olmadığı –hatta daha beteri, askeri açıdan verimliliği azaltıp azaltmayacağı– henüz belli değil. Kesin olan, bu genişlemenin makul analizlerin ve dikkatli ulusal siyasi yargıların ürünü olmadığıdır.
Bu genişletilmiş askeri teçhizatımızın ilk önemli kullanımı Irak'ın işgalinde gerçekleşmiş oluyor. Ben bu işgalin ABD'nin askeri gücünü onaylamak ve artırmak şöyle dursun, kısa, orta ve uzun vadede onu acıklı bir biçimde baltalayacağına inanıyorum. Ama mevcut Bush yönetimi bu konularda tartışmaya açık değil. Sadece yeniden zuhur eden "McGovern'cilere"(3) ve "eski Bushçulara (yani başkanın babası ve onun yakın çevresindeki bütün danışmanlara – Brent Scowcroft, James Baker, Lawrence Eagleburger'a) küçümseyerek baktıklarını açıkça ifade ediyorlar. Mevcut yönetimin düsturu "Tam gaz ileri!", çünkü yavaşlamak onları aptal gösterecektir ve sonradan yere çakılmak siyasi açıdan şimdi yere çakılmak kadar zararlı değildir.
Bush yönetiminin dünyadaki Amerikan karşıtı hissiyatla başa çıkma tarzı, kabul etmek gerekir ki, bayağı özgün. İzledikleri politikalar bu hissiyatı artırıyor ve şimdiye kadar ona direnmiş olan bütün gruplara –belki de kısa bir süre sonra eski dost ve müttefiklerimiz diyeceğimiz dost ve müttefiklerimize– bulaştırıyor. Büyük güçler başkalarına gerçekten nadiren danışırlar, ama en azından çoğunlukla danışıyormuş gibi yaparlar. Bush yönetimine göre danışma şunu ilan etmekten ibaret gibi görünüyor: İşte biz bunu yapacağız; bizimle misiniz, yoksa bize karşı mısınız? Bush yönetimi, belli bir önerinin makullüğü ya da hikmetiyle ilgili soruları gündeme getiren bütün cevaplara da şunu söylüyormuş gibi görünüyor: Bileğini biraz daha mı bükeyim?
Bush ve danışmanları, ekonomik cephede ise, Polyannacılığı, hükümetin hiçbir müdahalede bulunmaması gerektiğini ve bütün ekonomik savurganlıkların Clinton'ın suçu olduğunu savunuyorlar. 11 Eylül'ün bu tavrı desteklediğini düşünüyor gibiler. Ekonomik gerçeklikleri, daha uzun vadeli tarihsel bir perspektiften olmasa bile serinkanlı bir biçimde değerlendirmekle hiç ilgilenmiyormuş gibi bir halleri var. Koalisyonlarının ekonomik muhafazakâr parçasına önerdikleri tek şey, vergi indirimleri yapmak ve çevre koruma önlemlerini kaldırmak. Bu eylemler artık kutsal inek konumundadır, çünkü ekonomik muhafazakârlar büyük ölçüde "eski Bushçu" takımdan ve mevcut Bush yönetiminin diğer icraatlarından hiç memnun değiller. Onların daha fazla düşman edilmemesi gerekiyor. Ama, vergi indirimleri de ABD'yi hızla içine sürüklendiği derin deflasyondan çıkarmak için ihtiyaç duyulacak New Deal(4) türü önlemlerin alınmasını imkânsızlaştırıyor şüphesiz.
Bush yönetimi, izlediği maço militarizmin seçmenlerin gözünde ABD ekonomisinin içinde bulunduğu acıklı durumu telafi edeceğini umuyor belli ki. Bush ve danışmanlarının ABD'nin bütün "şer ekseni"ne karşı bayrak açması gerektiğine inanmalarının bütün diğer nedenleri bir yana, işin galiz denecek ölçüde siyasi bir yanı daha var: Savaş zamanı ülkenin başında olan bir başkan hem kendisine hem de partisine oy kazandırır. Bu, Bush'un baş siyasi danışmanı Karl Rove' un dikkatinden kaçmamıştır. Bu siyasi kaygıların karar alma sürecinde belirleyici rol oynamayı sürdüreceklerini bekleyebiliriz.
Sivil özgürlüklere gelince, Harding yönetimindeki o rezil A. Mitchell Palmer'ın yaptıklarından beri bir başsavcının sivil özgürlüklere bu kadar pervasızca, bu kadar utanmazca saldırdığını görmemiştik. Üstelik, mahkemeler tarafından herhangi bir biçimde dizginlenmemekte kararlı görünüyorlar. Anayasa Mahkemesi 9'a 0 onlar aleyhine bir karar verecek olsa bile, ki bu pek mümkün değil, bu tür kısıtlamaları umursamamanın ve bunlara meydan okumanın yollarını bulacaklardır. Feci bir döneme giriyoruz.
Bu kitap basit bir biçimde düzenlenmiştir. Üç kısımdan oluşuyor:
Birinci Kısım'da şu tez sunuluyor: ABD gerileyen bir hegemonik güçtür ve 11 Eylül bunun bir başka kanıtıdır. Bu kısım 2002 yılında yazılmış ve ilk kez bu yıl içinde yayımlanmıştır. İkinci Kısım çağdaş siyasi söylemimizin en önemli, en yankı uyandıran kelimelerini (yirminci yüzyıl, küreselleşme, ırkçılık, İslam, "ötekiler", demokrasi ve entelektüeller) kuşatan gerçeklik ile retorik arasındaki farkı ele alan bir dizi yazıdan oluşuyor. Çoğu konuşma ya da konferans metni olan bu yazıların hepsi 11 Eylül öncesine aittir. Gelgelelim bu nedenle tek kelimesini bile değiştirmiş değilim bu yazıların. Olaylardan sonra yazılmış, ABD'nin dünyaya nasıl baktığıyla ilgili bir yazı daha var bu kısımda. Dünyaya nasıl baktığımız konusunda düşünmeye çağrı niteliğini taşıyan bir deneme bu.
Son olarak, Üçüncü Kısım kendimizi içinde bulduğumuz bu zor dünyayla ilgili olarak neler yapabileceğimiz konusunu ele alıyor. Her ikisi de 11 Eylül'den önce yazılmış olan ilk iki yazı bence solun bugün ABD'de ve dünyada ortaya koyması gereken gündemi ele alıyor. 11 Eylül'den sonra yazılmış olan son iki yazı ise, bence siyasi bir bakış açısından merkezi güncel sorunlar olan şu soruları ele alıyor: Bugün sistem karşıtı olmak ne demektir? Ve insanlık için nasıl bir gelecek söz konusu?
Bu kitapta hepimizin üçlü bir görevi olduğu yolundaki görüşüme bağlı kalıyorum: Gerçekliği eleştirel ve ayık bir kafayla analiz etmekle ilgili entelektüel görev, bugün öncelik vermemiz gereken değerlerin neler olduğuna karar vermekle ilgili ahlaki görev ve dünyanın, kapitalist dünya sistemimizin şu anki kaotik yapısal krizinden çıkıp, mevcut sistemden gözle görülür ölçüde daha kötü değil de gözle görülür ölçüde daha iyi olacak farklı bir dünya sistemine geçmesi olasılığına derhal nasıl katkıda bulunabileceğimize karar vermekle ilgili siyasi görev.
Notlar
(1) Lat. "İhzar Emri", tutuklamanın yasal yollardan yapılıp yapılmadığının tespit edilmesi için tutuklunun hâkim karşısına çıkarılması emrine karşılık gelir. Amerikan İç Savaşı'nın başlangıcında, 1861'de Lincoln bu emri yürürlükten kaldırmıştır. (y.n.) Yukarı
(2) ABD'de 1918-1921 arasında sosyalistlere ve komünistlere karşı düzenlenen yarı-resmi saldırılar. Yapılan kanlı baskınların ardında A. Mitchell Palmer adında bir başsavcı vardı. (y.n.) Yukarı
(3) George Stanley McGovern. 1972'de ABD başkanlığına adaylığını koyan, fakat seçilemeyen Demokrat Partili reformist senatör. Seçim kampanyası sırasında Vietnam Savaşı'nı derhal sona erdirme ve ABD'de geniş bir özgürlükçü toplumsal ve iktisadi reform başlatma vaadinde bulunmuştu. (y.n.) Yukarı
(4) 1933'te ABD başkanı Roosevelt tarafından ekonominin iyileştirilmesi için başlatılan ekonomik ve toplumsal reform programı. (y.n.) Yukarı