Bilgin Saydam, Sunuş, "Carl Gustav Jung: Nesnel Ruh'un Şamanı", s. 7-15
İnsan, insan-olmak hususunda bir anlatıya giriştiğinde, irdeleyeceği hep kendisi olacaktır. Bu kendini-anlatma, anlatının hem içeriğinde, hem de biçiminde içkindir. Hiçbir özgün kuram öteki'nden çıkmaz. Her şey "kendi"nin kuramıdır. Öteki, ancak bir ilişki sürecinde, öteki'nde kendini bulmak ve oluşturmak içindir.
Metis'in psikiyatri-ve-psikanaliz-klasikleri-serisi "Ötekini Dinlemek", C. G. Jung ile kendisini tekzip ediyor. Serinin elinizdeki kitabının yazarı Carl Gustav Jung (1875-1961) apaçık bir "kendi"-merkeziyetçi-kuramsallık şahikasıdır:
"Yaşamım bir anlamda, yazdıklarımın özünü oluşturuyor, yazdıklarım yaşamımın özünü değil. Kişiliğim ve yazma biçimim bir bütün. Tüm düşüncelerim ve çabalarım aynı zamanda 'ben'im. Bu nedenle, özgeçmişim 'ben'in yalnızca küçük bir parçası." (Jung 2001: 14)
"Yaşamım, ortaya koyabildiğim bilimsel yapıtlardır. İkisi de aynı şey demek. Yapıtlarım, içsel gelişmemi ifade ettikleri için yaşam yolumdaki belli durak noktaları olarak değerlendirilebilirler... Yazdığım her şey, içsel bir zorunluluğun sonucuydu. Kaynakları da kaderimde olan bir zorlama. Yazdıklarım bana içimden saldıran şeylerdi... Beni harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdim..." (Jung 2001: 231-2)
Jung için eğer kategorik bir "öteki" tanımlaması yapacaksak, öteki'ni, Jung'un "kendi"sindeki, benliğinden öte duran ve nesnellik tanıdığı Ruh-içeriklerinde aramamız gerekiyor. Kitabın başlığı "Dört Arketip" bu konuda önemli ipuçları veriyor.
Carl Gustav Jung tıp ve psikiyatri kökenli bir ruh çözümlemecisidir. Psikolojik tiplemeler, kompleksler teorisi ve sözcük çağrışım testi gibi özgün bilimsel katkıları, günümüz psikolojisi ve psikiyatrisi içinde de yerini muhafaza etmiştir. Ancak Jung'u bir okul yapan, bütün insan-bilimlerine yansıyan türevleriyle sembol-bilim alanındaki çalışmaları ve (kişisel/ortak) bilinçdışının dinamik ve görüngülerini irdeleyen yaşam eseridir. Bu katkı antropolojiden teolojiye, psikolojiden felsefeye, etnolojiden sosyolojiye çok geniş bir alanda değişim ve dönüşümlere yol açmış, ve hatta kuantum fiziği gibi uç doğa bilimlerinde yeni açılımları (örn. eşzamanlılık [sinkronisite]) öngörmüş, önermiştir.
Kariyerinin dönüm noktası, psikodinamik öğretisinin cazibesine kapıldığı, dönemin aykırı ruhu Sigismund Freud (1856-1939) ile yollarının kesişmesidir. Sonradan kuram ve uygulamasını kısıtlayıcı ve indirgemeci bularak bu büyük ustayla ilişkisini koparmıştır. İki büyük zihnin buluşması da ayrılması da çok gürültülü, bir o kadar da verimli olmuştur. C. G. Jung, hep zannedildiği gibi, –bir modernite harikası olan– Freud'un öğrencisi olarak tanımlanamaz; Jung-oluşunu ona borçlu değildir; ancak onunla ilişkisinden çok şey öğrendiği de inkâr edilemez. Her ne kadar birbirlerini tamamlıyor gözükseler de, Jung'un gnostik-idealistik yaşam felsefesi, –temelde–, ilerlemeci Freudien dünya görüşünün –-dolayısıyla da psikoterapötik çözüm kurgularının– antitezidir. İşte tam da bu nedenle, onu geçmek üzereyken, fersah fersah gerilere düşmüş, ve bu gerileme "Ruh"un tanımını, Freud'un öğretilerine sığmayacak kadar genişletmiştir. Jung Freud'dan "fazla"dır; deliliğin, bilinç tarafından delilik olarak tanımlanmasına izin verilemeyecek kadar asl'olduğunu söyleyen ve "zorlama" aklı-başındalığımıza şaşırmamızı sağlayan kişidir. O "Ruh"un gizemlerinin Pinel'idir.
Ancak, C. G. Jung akıl hastalarını zincirlerinden kurtaran Pinel kadar "aydınlanmacı" değildir; bir bilinç-lilik fanatiği hiç değildir. Karanlığa her zaman saygı duymuş; karanlıksız aydınlığın mümkün olamayacağını vurgulamıştır. Aydınlık ve karanlığın içiçeliğinin oluşturduğu alacakaranlık onda hiçbir zaman vasat bir grilik değildir: C. G. Jung'un alacakaranlığı, mutlak aydınlık ve mutlak karanlığın hızlı geçişlerinin oluşturduğu bir yanılsamadır. İşte bu geçişlerin, dolayısıyla da geçişmelerin şaşkınlığı ve belirlenemezliği/güvensizliği nedeniyledir ki, Jung'un, modernist "akılcı" zihne ters ve ürkütücü gelen bir yanı vardır.
Jung'un yaşam çizgisini, çocukluğundan beri gücüne, zenginliğine, karmaşıklığına teslim olduğu öznel dünyasının tek(il)liğinde hissettiği yalnızlığı, yalıtılmışlığı, aynı zamanda da seçilmişliği, öngördüğü bir insan(lık) nesnelliğine bağlama arayışında betimleyebiliriz. Bu çaba tekil ve öznel Carl Gustav Jung'u, bir yandan canlı doğa üzerinden cansız varlıklara, diğer yandan Ruh'a ve Tanrı imgesine bağlar. Ara aşama her iki tarafa doğru da kültür ve ortak bilinçdışı, ara elemanlar ise –elinizdeki kitabın ana temasını oluşturan– arketiplerdir.
Her dünya görüşü, ki bunun içine kozmolojik/kozmojenik sistematizasyonlar, felsefi kuramlar, her türlü bilimsel açılımın yanı sıra, psikolojik kuramlar ve uygulamalar da girer, "o dünyayı gören gözlerin görüşü"dür. Genel-geçerlilik iddiasıyla, sorun çözme yöntemlerini kuramlaştıran ve kurumlaştıran terapi okullarının çıkış noktası, her zaman öznel bir sıkıntı, tanı ve sağaltım ümidi/öngörüsü/çabasıdır.
İnsan yaşamının esas gailesi, kendi tedavisidir, yani kendi eksikliklerini tamamlamak, çatışmalarını çözümlemek ve zedelenmişliklerinin ıstırabını azaltmaktır. Bunu başarmak, dünyayı, yeniden ve merkezinde kendisi olmak kaydıyle, yani, kendi dünyası olarak "tamam" etmektir: "Yaratıcılık" dediğimiz, hiç bitmeyecek, yani hiçbir zaman ufkuna ulaşamayacak eylem de budur: "Dünyayı-tamam-etme-eylemi"...
"Bilincin kozmik anlamını o anda apaçık kavradım. 'Doğanın yarım bıraktığını sanat tamamlar' der simyacılar. Ben, yani bir insan, gizli bir yaratıcılıkla, dünyaya nesnel bir varoluş katarak, ona kusursuz damgasını vurmuştum. Böyle bir davranışı ancak Yaradan yapabilir denir... İnsan, yaradılışın tamamlanabilmesi için gerekli(dir), çünkü insanın kendisi ikinci bir yaratıcı(dır) ve dünyaya nesnel varlığını kazandıran o(dur)... Nesnel varoluşu ve anlamı yaratan insandı(r) ve insan varoluşun yüce sürecinde vazgeçilmez yerini almıştı(r)." (Jung 2001: 262-3).
Jung, ikinci bir yaratıcı olarak kendini, yani insanı, anlamı yaratmaya memur ve sorumlu/zorunlu ilan ederken, insanın ve Tanrı'nın iç içe geçtiği, –elbette Hıristiyan mitolojisinden ve İsa-Mesih imgesinden beslenen– bir dünya görüşünün izlerini sezdirmektedir.
Varolan tüm dinler tarafından, hem modernitenin yüzeysellik ve akılcılık bağnazlığına karşı müttefik addedilen derinleşmelerde kılavuz, hem de "zındık" suçlamasıyla dışlanacak fikirlerin babası olarak C. G. Jung, bireysel kurtuluşun "dinsel" bir merkezde bütünleşmeyle mümkün olacağını vurgularken, bu merkezi, her insanın özgün –ama nesnel– kendiliğinde ("Selbst") bulabileceğini ve/veya gerçekleştirebileceğini söyler:
"...(Ç)ünkü 'Tanrı' bir mit değil, insanın içindeki Tanrısallığın ortaya çıkmasıdır." (Jung 2001: 342)
Ancak bu bireysel/öznel merkezler aslında tek bir ortak merkeze akmaktadır. Bu nedenle Jung'un en öznel yorumu, nihayetinde insanı anonim bir nesnelliğe götürür. Paradoksal bir manevrayla içiçedir Jung öğretisi: Kendi öznel mitini çığırırken insan, anonimiteden uzaklaşarak özgünleşirken, üzerine maddenin ve zamanın nesnel ağırlığının çöktüğünü farkeder. Merkezkaç güçler, merkezcil çekimin de kaynağıdır. Belki de C. G. Jung teleolojisinin gerçek anlamda bir modern-istik din gibi algılanmasına neden olan, bu ortak (ve tek) merkeze doğru büzüşme, yüzeysel katmanların içe doğru göçmesi, kabuğun bir çekirdekte –her şeyi yutan ve her şey olan o meşum kara delikte– toplanmasının mutlaklığıdır.
Kara delik metaforunun yüklendiği güç imgesi, antitezini, kendi gibi bir mutlaklık içeren, "her şeyi-kapsayan-genleşme"de, sonsuzlukta bulur. Mutlaklıkta buluşma, bir ve aynı olmaktan başka bir şey olamaz; zira mutlak tektir. Bir aykırı "Orta-Avrupa Hıristiyan mistiği" olarak Jung'un çekimini hissedeceği mutlak-merkez, insanın kendinde taşıdığı bir ve sonsuz olan Tanrı imgesidir:
"Tüm düşüncelerim, güneşin çevresinde dolaşan gezegenler gibi Tanrı'yı merkez alıyor. Bu çekim gücünü yadsırsam en büyük günahı işlemiş olurum." (Jung 2001: 13)
Jung elbette ki bir bilimadamıdır da: Her türlü nesne ve eylemi bilincin hükümranlığında merkezîleştirmek çabası, modern zihnin bir kaygısını yansıtmaktadır. Bu saiki Jungien psikolojinin çıkış noktasında tesbit ederek kendisine bir modernite kahramanı ünvanını da yakıştırabiliriz:
"Önemli olan, bilinçdışı malzemeye kişilikler yükleyerek kendini ondan ayırabilmek ve aynı zamanda, onların bilinçle bağlantı kurmalarını sağlamaktır. Güçlerini yok etmenin yöntemi budur. Bir oranda bağımsızlıkları ve kendilerine özgü kimlikleri olduğu için, onlara kimlik vermek çok zor değildir. Bağımsızlıklarını kabullenmek de başlı başına bir iştir ama bilinçdışının kendini böyle ortaya koyması, bizim, onu en iyi biçimde yönetebilmemizi de sağlar." (Jung 2001: 199)
Bu açımlama, bilincin algılama alanını genişletmeye ve benliğin nesneler üzerindeki etkinliğini artırmaya yönelik modernist söylemin açımlamasıdır; ancak günümüzde artık postmodern olarak nitelendirebileceğimiz bir tarzda ruhsal içeriklere yaklaşır. Jung merkeze kendi bilincini (insan bilincini) yerleştirerek modern bir tutum sürdürmenin ötesine de geçmiştir. Ruhsal içerikleri –ki bunları dış gerçekliklerle ilişki içinde oluşmuş "numinos" tasarımlar niteliğiyle arketip olarak tanımlamıştır– ayrı, kendi başına varoluş birimleri, özerk güç ve çekim kaynakları olarak kurgulamıştır:
"Ruhta, benim üretmediğim şeyler vardı. Kendilerini üretiyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Philemon, benim dışımda bir gücü simgeliyordu. Fantezilerimde onunla konuşurduk... Düşünceleri kendimin ürettiğini sandığımı, ama aslında düşüncelerin bir ormandaki hayvanlar, bir odadaki insanlar ya da havadaki kuşlar gibi olduklarını düşündüğünü söylerdi. 'Bir odadaki insanları gördüğünde, o insanları senin yarattığını ya da onlardan senin sorumlu olduğunu düşünmezsin, değil mi?' diye de eklerdi. Ruhsal nesnelliği ve ruh gerçeğini bana öğreten o olmuştur." (Jung 2001: 195)
Jung'un kuramsal temelini sunduğu, arketipoloji ve bilinçdışı dinamiklere yoğunlaşan "Analitik Psikoloji" okulu, arketiplerin doğası gereği, imgeler, resimlerle çalışır. İmgelerin çok-anlamlılık ve muğlaklıkları, çok daha belirli ve keskin bir ifadeyi taşıyan sözcüklerin apaçıklığından farklıdır.
İmgeler çocukluğu ve çocuksuluğu çağrıştırır. İmgelerin gerçeklik çıpası, sözden çok daha derinlere, gerilere gider. Bu da zaten eşya ve durumlar üzerinde hâkimiyet amaçlı olan söz'ün, her şeyin söze dökülebileceği saplantı ve zorlantısından farklı bir kabul-edişi içerir. Denetim amaçlı söz-leştirici'nin korkusu, resmin çocuksuluk, ilkellik, muğlaklık, gelişmemişlik yaftalarıyla azımsanma ve küçümsenmesine yol açabilir.
Oysa arketiplerin işlevi, kristalizasyon odakları gibi "mevcut" türe-özgü biyolojik-evrimsel algılama-duyumsama-yorumlama-tepkile(ş)me şemalarını oluşturmak değildir. Arketipler, o şemaların mihenk noktalarında beliren, kendini gösteren ve kendini zor-layan görüngülerdir. Arketiplerin gücü kendilerinden menkul değildir; bir yer ve durumun imgesidirler ve o yer ve durumun kendisinden kaynaklanan bir zorlayıcılıkları vardır. Bu olgu onları –paradoksal gözükse de–, daha bir vazgeçilmez kılar. Zira güçleri kendilerinden menkul değildir. Varoluş açılımı bütünlüğünün zorunlu görüngüleridir. Ana eylem şemaları ve duruşların somutlaşmalarıdır.
"Zihnimizin biçimlenmesine yardım etmiş ve ana ruhsal koşullarımızı saptamış belirli bir dünyada yaşadığımız için, ... (d)oğuştan getirdiğimiz yapımızın sınırları içinde kalmak zorundayız. Bu nedenle, tüm benliğimiz ve düşüncelerimizle bu dünyaya bağlıyız." (Jung 2001: 304)
Jung'un pagan kaynaklı girdilere de açık psikososyal gelişim ortamı, herhalde "arketip" fikrinin oluşum ve gelişimine katkıda bulunmuştur. Şekilleştirilen ve "numinosum" ile, yani kavranılamayan gizemli bir güç ile doldurulan ruhsal içeriklerin (arketiplerin), şamanın, insan ve doğayla ilgili her türlü soru(n)da başvurduğu, yardımlaştığı ya da çatıştığı "dış(-laştırılmış)" gizemli güçlerle benzerliği açıktır. Jung, kendini-insanı-insanlığı sağaltım için öngördüğü ve önerdiği her yöntemi, bir şamanın esrikliğinde yaşadıklarına benzer tarzda, arketipsel güçlerle kurduğu ilişki içinde deneyimlemiş, ortak bilinç boyutuna geri döndüğünde yaşadıklarını bilimsel kurgu içinde paylaşıma açmıştır. Jung'un psikoterapistin işlevini açımlarken kullandığı "yaralı sağaltıcı" tanımlaması, şamanın sağaltıcı/düzenleyici işlevinin daha yüksek ve bütünleşmiş bir bilinçlilik düzeyindeki tekrarıdır. Modern zamanların "had-bilmez" "bilinç"-liliğinden farklı olarak, ben-liğin zaaf ve sınırlılığının, Ruh'un görkem ve çokluğunun ayırdında, "Nesnel Ruh'un Şamanı" olarak, Jung'un uçları kavuşturan duruşu, postmodern zamanlarda daha da modern gözükmektedir.
C. G. Jung'un kuramsal kurgusunun çekirdeği, tekil bir insan-lık önerisi olan "bir(eysel)-leşme (individuasyon) süreci", bir bütünleşme sürecidir. Bir-leşme süreci, –çoğunlukla bilincinde olmasa da– her insanda bir te(le)olojik olasılık olarak mevcut bulunan, ruhun, Ruh'a doğru gelişme-büyüme-açılma serüvenidir. Jung'un va'zettiği anlamıyla psikoanaliz ve psikoterapi, bu olasılığın uyarılması, tıkanıklıkların açılması, akışın kolaylaştırılmasıdır. Bir-leşme sürecinin hem amacı, hem kazanımı olan bireysel bilinçlenme, nihayetinde, tüm insanlığın ortak bilincine bir sunu ve katkıdır. Bu işleviyle bir-leşme sürecine Jungien etiğin mihenk taşı pâyesini yakıştırabiliriz.
Bir-leşme sürecinin temel düzeneği bilinç ve bilinçdışının karşılıklı eyleşimidir. Kişinin kendi merkezine doğru büyük yolculuğunu tarif ederken Jung'un başvurduğu referanslar arketipsel sembollerdir. Uzun ve zorlu, bezemelerinde zengin alternatifli, ancak aşamalarında zorunlu geçiş ve dönüşümleri telkin eden bir-leşme süreci kapsamında, bireyin öncelikle tanışması ve entegre etmesi gereken arketipsel öge, "gölge"sidir:
"Kişiliğin daha düşük düzeydeki parçası. Seçilmiş bilinçlilikle başa çıkamadıkları için yaşam sürecinde kendilerini ifade etmelerine izin verilmeyen ve bu nedenle, bilinçdışında karşıtlık yaratmaya çalışan ve oldukça bağımsız bir 'hizip' oluşturan tüm bireysel ve ortak ruhsal öğeler. Düşlerde, gölge figürü her zaman düşü görenle aynı cinsiyetten olur." (Jung 2001: 19)
Gölgeye bilincin yansımasıyla, karanlıkta kalan aydınlığa alınır. Daha ileri aşamada cinsiyetlerarası ötekiliğin de çözümleneceği ve aşılacağı bir karşılaşma belirleyicidir: Erkek, bilinçdışında bütünleyici öge olarak yer alan dişi imgesi ("anima") ile tanışır:
Bu çift cinsellik biyolojik bir gerçektir... Her erkek, içinde, o ya da bu kadına ait olmayan sonsuz bir kadın imgesi taşır. Bu imge özünde bilinçdışıdır ve erkeğin organik sistemindeki asıl kadın biçiminin, yani bir arketipin, kalıtımsal bir öğesidir. Bu asıl resim, kadınlığın tüm atasal deneyimlerinin ve o güne dek kadınlığın bıraktığı izlerin bir birikiminden oluşur. İmge bilinçdışı olduğu için sevilene bilinçsizce yansıtılır. Tutkuya ya da nefrete neden olan budur. (Jung 2001: 16)
Kadının entegre edeceği ruh-imgesi ("animus") ise erildir; Jung' un erkek için söyledikleri, mutatis mutandis kadın için de geçerlidir.
Cinsiyetin ayırdığını/ayrıştırdığını ve karşı cinse yansıttığını, bir-leşme/bütün-leşme süreci birleştirir, bütünleştirir.
Yaşam yolcusu, kendisini tanıma (bilinçlenme) serüveninde –optimal koşullarda– pek çok arketipsel karşılaşmayla artar, zenginleşir. Ancak birleşme/bütünleşme sürecinin nihai hedefi ruhun merkezi olan "Ruh"tur; içkin ve aşkın olan kendilik'tir ("Selbst"). Bütünleşme, her zaman dönüşüm ile birliktedir. Kendindeki öteki'ni özümsemiş olan insan aynı kalamaz; dünya görüşü ve modelinde, dolayısıyla da yaşamında sarsıcı bir değişim kaçınılmazdır.
Jung, kuramlarını yaşamsal deneyimlerle bire bir koşutlayabileceğiniz, ve bunu kendi ifadeleriyle doğrulayabileceğiniz az sayıdaki "açık" auteur'lerdendir. Bu yazıda sadece, –doğrudan– kendisi hakkında söylediklerinden oluşan anı-eserinden alıntıları kullanıyor olmamın nedeni, onun bu hasletini vurgulamak istememdir:
"Geçmişe bakıp fantezilerle uğraştığım dönemde başımdan geçenleri gözden geçirdiğimde, bana o zamanlar çok güçlü bir mesaj gelmiş gibi geliyor. İmgelerde benimle birlikte başkalarını da ilgilendiren şeyler vardı. Bu nedenle yalnızca kendime ait olmaktan vazgeçtim. Buna hakkım olmadığına karar vermiştim ve o andan başlayarak yaşamım herkese ait olmaya başladı. İlgilendiğim ve aradığım bilgiler o dönemin biliminde yer almıyordu. İlk deneyimlerden ben geçmek zorunda kaldım, üstelik deneyimlerimin sonuçlarının gerçeklik toprağına iyice kök salması gerekiyordu. Bu olmasa, çabam yaşama geçirilemeyen öznel bir varsayım olarak kalırdı. Bunun sonucunda, kendimi ruhun hizmetine adadım... O karmaşadan beni çıkartabilecek tek yol bilimimdi. O olmasaydı, edindiğim malzeme beni bataklık çiçekleri gibi hapseder ve o dev sarmaşıklar beni boğardı. Her bir imgeyi ve ruhsal dağarcığımda olan her şeyi tek tek anlamaya ve onları olabildiğince bilimsel sınıflara ayırmaya özen gösterdim." (Jung 2001: 204)
Metis'in seçkisi "Dört Arketip", orijinal bir kitabın çevirisi değildir. İngilizce bir seçkiye koşutluk içinde alt başlıkları oluşturan yazılar Almanca orijinalinden Türkçeye kazandırılmıştır. İngilizcesinde olduğu gibi Türkçe Metis baskısında da seçki ihtiyari bir toplamadır; söz konusu dört arketipin, özellikle biraradalığı, ya da önceliği söz konusu değildir. Ancak bu kitabın bir özelliği kültürümüz için önemlidir: C. G. Jung, İslâm ile pek ilgilenmemiştir denebilir; birkaç dolaylı değinme dışında tek kapsamlı yorumu, "Yeniden Doğuş" ile bağlantılı olarak Kur'an'ın 18. Sûresi'nin ("Kehf Sûresi") psiko-mitolojik gözden geçirilmesidir (s. 66-9).
Nesnel Ruh'u ararken, ara bağlantı olarak kullandığı kültürel ve dinsel öğelerin yorumu, elbette ki Jung'un ruhsal öznelinin doğrudan etkisi altındadır. Ancak ne kadar yanlı, eksik ve hatta önyargılı olursa olsun, Jung'un savlarını sorgulamak, yorumlarına tavır almanın dahi, getirdiği artılar olacak, kültürel yansılamalar zenginleşecektir. Bu da nihayetinde o kültürün taşıdığı ortak bilincin kazanımı olacaktır. C. G. Jung uyarıcı ve dönüştürücüdür: Binlerce sayfalık Toplu Eserleri'nin hiçbir satırı tekrar değildir: Hep aynı şeydir, hep yenidir.
Kaynak: Jung C. G.: Anılar, Düşler, Düşünceler, çev. İris Kantemir, Can Yayınları, İstanbul, 2001.