Hasan Bülent Kahraman, “Taştan bedenler”, Radikal Kitap Eki, 7 Nisan 2003
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde toplumsal kuram (sosyal teori) alanında çok önemli bir gelişme kendisini gösterdi. Bu, 'klasik' toplumsal kuram mantığının yeni yaklaşımlarla aşılmasıydı. Klasik modelin üç temel ismi, Durkheim, Weber, Marx ve onların ürettiği 'makro' düşünce sistemleri yerlerini (kuram içindeki önem ve etkileri azalmaksızın) daha 'mikro' yaklaşımlara bıraktı. Bu bağlamda toplumsal kuram gibi bir noktadan sonra ucu açık olan bir 'yoğurdu' her yiğit kendince yemeğe başladı. Gene klasik çerçevenin çok önemli bir başka 'aracı' Frankfurt Okulu ve onun eleştirel kuramı bu yeni oluşumda kimilerine göre giderek ağırlık kazandı. Ne var ki, Frankfurt Okulu'nun düşüncesi sadece kendisi olarak değil yan dallarıyla birlikte gündeme geldi. Bunu da doğal karşılamak gerekiyor. Çünkü, öylesi bir alan düzenlemesi ve her benzeri durumda kendisini gösteren büyük boşluklar bu defa daha kültürcü temellendirmeleri öne itiyordu. Bunda yapısalcılık sonrası çıkışların tartışılmaz etkisi söz konusuydu. O zaman da Foucault'nun getirdiği tarih anlayışı, mikro iktidar kavramı, Foucault'nun bağlandığı Nietzscheci gelenek, onun yeniden yorumlanışı başı çekiyordu. Aynı şekilde 1970'lerden itibaren kendisini gösteren Feminist hareketin 1980'lerin ortasından itibaren çıkardığı yeni isimler, onların öne sürdüğü yeni savlar ve özellikle de 'toplumsal' ve 'özel' kavramlarına dönük yoğun çözümlemeleri unutulacak gibi değildi.
Bütün bunların sonunda toplumsal kuram kendisini 'sosyolojist' bir değişimdönüşüm algılamasından arındırarak daha ziyade iktidar kavramının yeni yorumlarına doğru geliştirdi. O süreçte de beden, kimlik, fark ve tanıma politikalarının yeni boyutları devreye girmeye başladı. Bunların tümü iktidar olgusuyla yakından ilgili ve henüz kapalı alanlardı. İktidarın katmerli oluşum yöntemlerinden bazıları daha içe dönük bir bakış açısıyla (hatta biraz da abartarak söylemek gerekirse 'muhafazakar' bir tercihle) gene 1970'lerde Althusser tarafından biçimlendirmişti. Althusserci model o güne kadar bildiğimiz yaklaşımları yeni bir boyuta taşımış ama onu 'tanıdık dünya'nın sınırları içinde tutmuştu. Oysa yeni yaklaşımlar ideolojinin biraz da tanınmayan hatta ilk elde tahayyül de edilmeyen alanlardaki izdüşümlerini kovalamak peşindeydi. Gene bu noktada Foucault'nun saptadığı 'söylem' kavramı bir nirengi noktasıydı. Hatta tersinden bakarak söylemek gerekirse söylem, ideolojinin algılanabilmesi için ilk elde akla gelmeyen alanların 'okunmasının' gerektiğini varsayıyordu. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken husus şuydu. Daha önceki modellerin ideoloji-özne bağlamında yaptığı ayrım ve ikisi arasındaki ilişkiyi kurarken akımın izlediği yol artık tersine çevriliyordu. İdeolojiden özneye giden bir yönelim yerini özneden ideolojiye giden bir açılıma bırakıyordu. O nedenle öznenin her türden tezahür alanı toplumsalın örünen/görünmeyen yanlarıyla sorgulanabileceği, iktidar kavramının izinin sürüleceği bir düzleme dönüşüyordu. Bugün Anglosakson akademik yayın alanında birbiri ardınca boy gösteren okuma kitaplarının (reader) şöyle bir gözden geçirilmesi bile bu konudaki dönüşümün hem yörüngesini hem de sınırlarını anlamakta yeterlidir.
Toplumsal kuramdaki bu dönüşümün bununla sınırlı kalamayacağı belliydi. Gerçi toplumsal kuram bu yönde kendisiyle sınırlı bir alan olarak varlığını sürdürüyor. Ama daha spekülatif bir şey söylemek gerekirse (genellemelerin üstünden giden bu yazıya yakışanı da o galiba) toplumsal kuramın değindiğim zorlamaları sonuçlarını başka bir yerde verdi ve şimdi sosyal bilimler alanını kasıp kavuran Kültürel Etütler/Çalışmalar (Cultural Studies) tam da bu arayışın sonucu olarak doğdu.
Psikanalizden sinemaya, tarihten mekan ve beden politikalarına kadar bir çok alanın kesiştiği bir noktada teşekkül eden Kültürel Çalışmalar özünde antropolojik bir kültür anlayışının yerini yukarıda değindiğim nitelikte bir yaklaşıma bırakmasının sonucudur. Dar, içine dönük, kendisiyle sınırlı, disipliner modeller, içinde yaşanılan dünyanın gitgide daha çok eklemlenen, daha çok birbirinin içinde eriyen ve birbirini besleyerek büyüten oluşumları karşısında yerini daha özgürlükçü yaklaşımlara bırakmak zorundaydı. Bir yandan disiplinlerarası (interdisciplinary) itkiler bir yandan yeni yorum ihtiyaçları sonunda kültürcü yaklaşımların iktidar ve özne ilişkileri açısından bakınca en yoğun kristalizasyonunu bu alandaki verimlerde gerçekleştirdi. O nedenle bugün gene Anglosakson dünyasında yayımlanan herhangi bir kitabın artık hem birkaç disiplin bağlamında hem de Kültürel Çalışmalar kategorisinde tanımlanması bir rastlantı değil. Bir kitap hem coğrafya hem sosyoloji hem beden politikaları hem mimarlık hem de kültürel çalışmalar kitabı olarak kataloglanabiliyor. Bu da daha başlangıçta teker teker disiplinlerin özcü yaklaşımlarından arınmasına olanak tanıyor. (Milliyetçi zorlamaların kültürel çalışmalar alanını ulusallaştırma çabası ayrı bir sorun ama çok ciddi bir sorun!)
Dönemin en özgün ürünleri ise iki alanda mekan ve beden politikaları alanında verildi. Her iki alanın bir ön tarihi kuşkusuz var. Fakat o tarih daha çok 'tarih'le kayıtlı. Biraz daha dikkatli söylemek gerekirse mekan da beden de, hatta anıtsal örnekleri olacak şekilde, bir tarihyazımı (historiography) bağlamıydı. Kent de beden de belli çerçeveler içinde daha önceki dönemlerde tarihçiler tarafından enine boyuna işlenmişti. Ne var ki, bunlar çizgisel (lineer) ve daha ziyade dikey okumalardı. En fazlasından gene tarihsel göndermeleriyle birlikte ekonomi-sosyoloji-tarih üçlüsünün belirlediği çalışmalardı. Analles Okulu bu eğilimin en önemli örneklerini vermişti.
Beden ise daha hassas bir konuydu. Kabul etmek gerekir ki, 20. yüzyılın son çeyreğine gelinceye dek bu konuda yapılmış çalışmalar daha sınırlı ve çok daha monografikti. Özellikle Yahudi-Hıristiyan metafiziği içinde ele alınıyordu beden. Psikanalizin veya Bakhtin'in getirdiği büyük olanaklar vardı ama onların anlaşılması bile yepyeni bir bakış açısını gereksiniyordu. Özellikle Cinsiyet Araştırmaları (Gender Stdudies) ve Cinsellik Araştırmaları (Sexual Studies), o arada Eşcinsellik Araştırmaları (Gay-Lesbian Studies) alanın çok farklı yörüngelere oturmasında her şeyden daha fazla ön aldı. Beden, artık, yukarıda değindiğim şeyi bir daha tekrarlayayım, bir iktidar ve savaş alanıydı. Ne var ki, bu doku tek başına bir şey ifade etmiyor. Bunun yerli yerine oturtulması ancak iki düzlemin, mekan ve beden, kesiştirilmesiyle mümkün. İşte içinde bulunduğumuz dönem tam da bu arayışın içinden doğmuş yeni ve güçlü yapıtların dönemi.
Richard Sennett, toplumsal kuramla uzaktan yakından ilgili Türk okurunun yabancısı olmayan bir isim. Daha önce farklı alanlarda verdiği üç yararlı yapıtı Türkçeye çevrilmişti. Bunlar Kamusal İnsanın Çöküşü ve Otorite isimli yapıtlarıyla benim bu yazıda ele almak istediğim yapıtına bağlanacak bir başka yapıtı olan Gözün Vicdanı, Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam isimli yapıtlarıydı. (Her üç kitabı da Ayrıntı Yayınları yayımladı.)
Sennett aslında çok yoğun bir kuramcı değil. Daha açık söylemek gerekirse ele aldığı konularda bir felsefeci veya kuram üreticisi olarak öne çıkmıyor. Fakat bu yapıtlarının önemini azaltmak bir yana onlara belli bir özgünlük boyutu katıyor. Çünkü, metodolojisi, bir kuram üreticisi olmayışı Sennett'in kuramsal birikimi yoğurmasını engellemediği gibi, olguları kendi özgürlüğü içinde ele almasına da olanak veriyor. Bir başka deyişle Sennett yapıtlarında ne kronolojik ne de dar anlamıyla sistematik bir yol tutuyor. Tersine daha spekülatif yaklaşımıyla yer yer son derecede ilginç ve dikkat çekici yorumlar getiriyor.
Türkçeye son olarak çevrilen kitabı Ten ve Taş, onun bu özelliğinin rahatlıkla izlenebildiği bir kitap. Sennett, bu yapıtından bedenle kentsel mekan arasındaki çapraşık ilişkinin örtük yanlarını hele Türkiye'deki okur için daha da ilginç olan saptamalarla tartışıyor. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, Sennett'in kitabı özel olarak kentle ilgili bir yapıt. O nedenle de örneğin Lefebvre'in anıtsal yapıtı Mekanın Üretimi türünden daha soyut yaklaşımlarla ilgili değil. (Bunda ayrıca iki yazarın ideolojik/siyasal formasyonlarının da belirleyici bir etkisi var.) Aynı şekilde bu yapıtın Mumford'un Tarih İçinde Şehir isimli yapıtından da önemli ölçüde ayrılıyor. Çünkü bu defa da kenti beden bağlamında ele alıyor. Bu açıdan bakınca Sennett'in kitabı, bunu kendisi de belirtiyor çeşitli yerlerde, daha ziyade Foucaultcu bir izlek üstünden giderek oluşturulmuş bir çalışma. Fakat, Foucault'nun izinin yapıtta bir hayli soluk olduğunu söylemek gerekir.
Sennett'in kitabının özellikle önemli olan yanı şu: Sennett, belli bir dönemin öne çıkardığı temel ideolojinin ve hatta epistemolojinin kentsel alanda nasıl yankılandığını, kentsel alana nasıl yansıdığını ve nihayet kentsel alanı nasıl yapılandırdığını Antik Yunan'dan başlayarak irdeliyor. Bu, Sennett'in yapıtını en geniş anlamda kültürel bir çerçeveye oturtuyor. Burada kültür belli bir dönemin ürettiği genel düşünce sistematiğidir. O nedenle Sennett, tarihin belli başlı kültürel dönemlerini belli bir karakteristikle ele alıyor. Örneğin ilk bölümde Perikles Atina'sıyla Hadrianus Roma'sını 'sesin ve gözün güçleri' başlığı altında irdeliyor. Kitabın en etkileyici bölümlerinden olan Perikles'in Atina'sında ifa edilen ritüellerin kentsel düzeni nasıl belirlediği bunun da beden bağlamında hangi algılamalara yol açtığı sorgulanıyor. Roma'da ise 'gör ve inan' düşüncesi kentsel yapıyı biçimlendirecektir.
Kitabın ikinci bölümü ortaçağ düşüncesi etrafında biçimlendirilir. Burada etkili olan 'kalp' kavramıdır. Kaldı ki, tıbbın bedene dönük müdahaleleri ve ortaya çıkardığı bulgular kentsel dokuyu ayrıca etkileyecektir. Sennett bu anlayışla ortaçağı özellikle Paris şehrine bakarak irdeler. Kitabın son bölümü yakınçağın, özellikle de Aydınlanma düşüncesinin, rasyonalizmin hem beden hem de kent algılayışlarına getirdiği katkıları ve dönüştürümü içerir. Sennett bir kez daha Paris'i (doğal ve kaçınılmaz olarak) irdelerken bu defa Londra'ya da bakmaya başlar. Nihayet kitabın son bölümünde sivil bedenler, çokkültürlü ortam ve bu bağlamda New York araştırılır.
Benim kitaba ilişkin söyleyeceğim birkaç husus var. Bunların ilki kitabın daha 'genel' bir içeriğe sahip olması, bütün analitik birikimine karşın ansiklopedik bir dokuyu da içermesi. Bu özelliğiyle kitap, ele aldığı belli başlı konular hakkında yapılmış çok önemli araştırmaların bir bölümünü ihmal ediyor. Her ne kadar genişçe bir yer verilmişse de Rönesans döneminin yeterli olmadığı kanısındayım. Buna bir de aydınlanma dönemi eklenebilir. Batı metafiziğinin belki de en çok irdelediği bu iki olgu kitapta belki başlayanlar için hâlâ önemli sayılabilecek bir düzeyde olsa da biraz daha kapsamlı çalışma yapmak isteyenler için düzeyi (kitabın orijinalini kullandığım yüksek lisans derslerindeki öğrenci tepkilerinden de biliyorum) yetersiz. İkincisi, kitap, bugüne yaklaştıkça zayıflıyor. Hatta kitabın en son bölümünün en zayıf bölümü olduğunu söylemek bile mümkün. Örneğin daha özgül bir bağlama oturan ve sayısız örnekten birisi olan Steven Pile'ın Beden ve Kent isimli yapıtının çağdaşlığından uzak. Son husus ise şu: Sennett, her şeye rağmen bir 'tarih' kitabı yazdığından bugünkü dünyada kent ve beden bağlamında yapılmış ve artık çok büyük bir literatür oluşturan birikimi neredeyse bütünüyle ihmal ediyor. Oysa o birikim artık yok sayılamayacak kadar önemli ve asıl tartışmayı başlatan da o. (Gene de durumun farklı bir görüntüsüne ulaşmak isteyenler Nast ve Pile'ın derlediği Places Through the Body isimli kitaba bir göz atabilir.)
Bunlar, Sennett'in kitabının önemini azaltan ögeler değil. Tersine, Ten ve Taş Türkçede çok az yapıtın bulunduğu bir alanda çok önemli bir boşluğu doldurup çok önemli bir işlevi yerine getiriyor. Son bir şeyi de kitabın Türkçe çevirisindeki adla ilgili olarak belirteyim. İngilizcedeki 'Flesh and Stone'un karşılığı olarak 'Ten ve Taş' seçilmiş. Fazla söylenecek bir şey bulunmamakla birlikte, 'ten' sözcüğünün, doğru olsa da, 'flesh' sözcüğünü karşılamakta fazla 'ince' kaldığını düşünüyorum. Onun yerine 'can' veya (biraz zorlayarak) 'gövde' sözcüklerini tercih ederdim. (Fakat Sennett'in doğrudan gövde demek yerine ten demesini bir yere kaydetmek gerek.) Bir de bunca hacimde bir kitabın çevirisinin başarılı olduğunu mutlaka belirtirken bazı yerlerin kendisini çeviri olarak hissettirdiğini söyleyeyim.
Bütün bunlardan sonra son bir önerim olacak. Bu tür kitapları 'profesyoneller' dışında az insan okur. O türden okurlar, eğer dört kente, Atina, Roma, Paris ve Londra'ya yapacakları yolculuklarda ilgili bölümleri okurlarsa sanırım içinde bulundukları gerçeğe çok farklı bir açıdan bakabileceklerdir.