Önsöz, s. 7-11
Yıllardır Türkiye'de sosyal demokrasi üzerine kafa yoran, yazan biri olarak, aklımda hep DSP üzerine bir çalışma yapma fikri vardı. Ancak çeşitli nedenlerle bunu sürekli askıya aldım, uzaktan izlemekle yetindim. İlk başlarda iç içe geçmiş geniş bir Bülent Ecevit biyografisi ve DSP tarihi yazmayı tasarlıyordum. Ancak son zamanlarda bu konuda oldukça fazla yayının çıkması beni biraz frenledi. Söz konusu kitapları okumakla yetindim.
Sonuçta bu kitapların ortak noktası bana göre şuydu: Ecevitlerle özel yakınlıklara ya da onların özel arşivlerine dayalı tek yanlı bir Ecevit anlatımı ve övgüsü. Ayrıca ortada adeta toz pembe, çelişkisiz ve dikensiz gül bahçesi bir DSP vardı. Kamuoyuna belli ve tek yanlı bir Ecevit imajı sunuluyor ve bazı şeyler sanki bilerek görmezden geliniyordu. Bu anlamda –kendilerine böyle bir misyon biçip biçmediklerini bilmiyorum– ortaya resmi bir Ecevit biyograficiliği ve resmi bir DSP tarih yazıcılığı çıkıyordu. Bu benim gazetecilik anlayışıma sığmıyordu ve farklı bir çalışmanın arayışı içine girdim.
Biliyordum ki, bu partide kurulduğu andan itibaren farklı düşünenler olmuştu ve bunların büyük çoğunluğu şu ana kadar konuşmamışlardı. Ecevit ve DSP hakkında ne düşündüklerini kamuoyu bilmiyordu. DSP'nin kuruluşuna ve gelişmesine destek ve gönül vermiş bu insanlar sonradan ya partiden kopmuş ya dışlanmış ya da bir "hain" muamelesi görmüşlerdi. Bunların bazıları köşelerine çekilmiş, DSP ve Ecevit'e dair fikirlerini ancak sınırlı bir dost çevresinde anı düzeyinde paylaşıyorlardı. Bir kısmı ise başka partilerde –genellikle CHP'de– siyasi yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Cevabı bulmuştum; ben bu insanları bulup konuşacak, onların değerlendirmelerine yer verecektim. Üstelik en doğru ve demokratik yöntem de buydu. Onlara hiçbir sınır koymadan deneyimlerini, görüşlerini aktarma fırsatı sunacaktım. Bu anlamda şu ana kadar yapılmayan bir şeyi de yapmış olacaktım. Böylelikle başlangıçtaki arayış bambaşka bir mecraya sürüklendi. Olay bir anda "DSP'nin Gayri Resmi Tarihi" boyutunu aldı ve galiba en doğrusu da buydu! Projenin bu şekli alması ise Metis Yayınları editörü Ruşen Çakır'ın ısrarı üzerineydi. Ruşen'in "Bu kitabı yaz" diye ısrarları olmasaydı elinizdeki bu çalışma ortaya çıkmazdı. Kitabın isim babalığını da Ruşen yaptı: "Öteki DSP". Bu isim yapmak istediğim şeyi o kadar iyi özetliyordu ki hiç itiraz etmeden üzerine atladım.
Gerçekten de ortada bildiğimiz DSP'den başka bir DSP daha vardı. Bu DSP, kurucuların, üyelerin, üye olma mücadelesi verenlerin DSP'siydi. Bu DSP gecesini gündüzüne katıp partiyi ortaya çıkaranların, cebindeki son kuruşu parti için harcayanların, ailesini ihmal edenlerin, "Ben bir yere gelir miyim?" ya da "Şuradan rant sağlayabilir miyim?" demeden sadece yurtsever duygularla hareket edenlerin DSP'siydi. Bu DSP, Ecevit'e aşk derecesinde bağlanıp, sonradan hayal kırıklığına uğrayanların, kapı önüne konulanların DSP'siydi. Bu DSP, yıllarını bu uğurda harcayıp, mitinglerinde koşturan, afişlerini asan, her zorluğu göğüsleyen ve sonunda üye bile olmadıklarını anlayanların DSP' siydi. Yani asıl DSP'ydi.
Ne var ki DSP denince aklımıza gelen bir isim de hiç kuşkusuz Bülent Ecevit'ti. Zaten bu iki ismi birbirinden ayırmak neredeyse imkânsızdı. Hiç kuşkusuz Ecevit, daha başlangıcından itibaren karizmatik bir lider olarak gündeme geldi ve bu karizmasını korudu. O bir mitos, bir fenomen olarak kendisini var kıldı ve kabul ettirdi. Gazeteciliği, şairliği, efendiliği, Türkçeye hâkimliği üzerine kurulan şahsi imajının yanında özellikle 70'li yıllardan itibaren şekillenen "Karaoğlan", Üçüncü Adam", "Kıbrıs Fatihi" nitelemeleri ve "mahpuslarda kalmış", "yalnız", "dürüst adam" özellikleriyle yükselen bir Ecevit olgusu çıktı karşımıza.
O, dağlara taşlara adı yazılandı. O çoğumuzun hafızasında mavi gömleği, siyah kasketi ve Şenay'ın "Sev Kardeşim"inin çaldığı meydanlardaki kalabalıkları etkileyen Ecevit olarak kaldı. Gerçekten de hiçbir lider halkı tarafından onun kadar sevilmedi, baştacı yapılmadı bu ülkede. İnsanlar doğan çocuklarına kıvançla "Ecevit" adını verdiler. Meydanlarda hançerelerini yırtarcasına "Halkçı Ecevit" diye bağırdılar, önderleri olarak bağırlarına bastılar. Ecevit, Türkiye'de demokrasi mücadelesinin bir yerinde hep parıltılı imajıyla durdu. 12 Eylül zindanlarından kendi çapında payını alandı. 44 yıllık siyasi geçmişiyle bir "duayen" olarak hayatımızı bir şekilde yönlendirendi.
Dahası Bülent Ecevit, 20 küsur yıl sonra da kendisini yeniden başbakan yapmıştı. Bu durum sadece Türkiye değil, dünya siyasi tarihi için de ilginç bir örnekti. Kabul etmek gerekir ki, bütün sonuçlarıyla birlikte bu başlı başına dikkate değer bir olaydı. Kim ne derse desin sonuçta bir politikacı olarak Ecevit, her lidere nasip olmayan ilginç bir çizgi izlemiş ve tarihteki yerini şimdiden almıştır.
Ancak bir de "Öteki Ecevit" vardı. Bu, partisi CHP'yi terk eden, eski arkadaşlarının hemen hepsiyle arasının açık olduğu, sıfırdan kurduğu partisiyle "Bir Bölen" olarak suçlanan, örgütündeki en ufak bir demokratik kıpırdanışa dahi tahammül gösteremeyen, dışa karşı savunduğu demokrasiyi kendi içinde uygulamayan, kendisiyle çelişen herkesi "hain" ilan edip anında ihraç eden, çevresine eşiyle birlikte "aile partisi" imajı veren, o çok şikâyet edilen "lider sultası"nın en tipik örneği olarak gösterilen, sağa ve tarikatlara gösterdiği "hoşgörü" ve "uzlaşma"yı solcu CHP'ye göstermeyen, birleşme çağrılarını elinin tersiyle iten ve sonra tarihsel can düşmanı MHP ile koalisyon kuran, IMF'nin ülkeye dayattığı programı canla başla uygulamaya çalışan bir Ecevit'ti.
Ecevit madalyonunun öteki yüzü buydu. Her iki Ecevit de gerçekti. Her iki Ecevit de kendi tarihsel gerçekliği içinde kendine biçilen ve kendi biçtiği rolü oynamıştı. Dolayısıyla ortada 12 Eylül sonrası ve öncesi olarak iki ayrı Ecevit görünse de, aslında Ecevit'i Ecevit yapan bazı dinamikler göz önüne alındığında bu "İki Ecevit" daha anlaşılır olabiliyordu bir anda.
İşte bu kitap her iki yönü de gözetmeye çalışarak, ama özellikle DSP'yi anlatmaya gayret ediyor. DSP'yi anlatmaya çalışırken bunu Ecevitlerin gözünden değil, o partiye emek vermiş, yıllarını harcamış, ama sonuçta kendini o partinin dışında bulmuş insanların gözünden anlatmaya uğraşıyor. Bu çalışmaya isteyen –her ne kadar akademik bir çalışma olmasa da– "DSP'nin Gayri Resmi Tarihi" ya da "DSP'de Muhalefetin Tarihi" de diyebilir. Tercih tümüyle okuyana kalmış. Benim açımdan ise olay sadece gazetecilik kriterleri gözetilerek yapılmış ve kendi alanında bir "ilk" olan ve "iyi" olması için elimden gelen tüm gayretin sarf edildiği bir çalışmadır. Bir tarih çalışmasından çok, tarih çalışmaları için ön bilgi niteliğindedir. Kişisel olarak Ecevit'i ve DSP'yi ne övme ne de yerme kaygılarıyla yazılmıştır. Tam tersine Ecevit'in geçmişine olan saygımdan ötürü, bazı sivri ifadeler, bazı sert çıkışlar olabildiği ölçüde törpülenmiştir bile diyebilirim.
Kendi payıma, bu çalışmayı mümkün olan en demokratik yöntemle gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Çünkü ne kimse adına ne de kimselere rağmen ya da onların üzerinde bir yerde duruyorum. Ne teorik ahkâmlar kesiyorum ne de siyasal rant peşindeyim. Doğrudan o insanların kendilerini anlatmalarına, bugüne kadar kamuoyunda yeterince ifade edemedikleri görüşlerini, hiçbir sınır koymadan yansıtmalarına zemin hazırlıyorum. Bir gazetecinin bundan öte bir misyonunun da olamayacağını düşünüyorum. Bu kitabın daha sonra DSP üzerine çalışma yapacak kişilere bir kaynak teşkil edeceğini de hesaba kattığım için elimden gelen titizliği gösterdiğimi söyleyebilirim.
Hiç kuşkusuz bunun ne "eksiksiz" ne de "bitmiş" bir kitap olduğu iddiasındayım. Ulaşmaya çalışıp ulaşamadığım kişiler oldu. Ulaşıp da konuşmayanlar oldu. Konuşmak isteyip de, benim kitaba almaktan vazgeçtiğim isimler oldu. Ama bu gibi istisnalar hariç hep insanlardan yardım ve destek gördüm. Çok dolu, kendilerini anlatmak için bu tür bir imkân arayan çok sayıda insan bulunduğunu fark ettim. Belki biraz daha zamanım olsaydı ve imkânlar el verseydi daha fazla insana ulaşabilirdim. Ama seçtiğimiz insanların olayı yeterince anlattıklarını düşünüyorum. Bununla birlikte eğer bu konuda ulaşamadığım insanlardan bir talep gelirse kitabın muhtemel yeni basımlarında dikkate alabileceğimi ya da cevap hakkı doğduğuna inanan kişiler varsa –Ecevitler dahil– daha sonra yer verebileceğimi sanıyorum.
Benim açımdan çok önemli bir konu da, kitabın zamanlamasıyla ilgiliydi. Son günlerde Ecevit'in sağlığına en çok dua eden kişi bu ülkede herhalde bendim! Ecevit'in sağlığı ile her dedikodu yayıldığında hop oturup hop kalktım. Çünkü Ecevit'e bir şey olması durumunda belki kitap güncel ve ticari açıdan ayrı bir önem kazanacaktı, ama ben bu kitabı insanlar sağken yayımlamayı tercih ederim. Arkamdan "Gördünüz mü, adamın arkasından neler yazmış" demesinler ve insanların bir cevabı olacaksa sağken söyleyebilsinler isterim. Bu benim için kitabın çok satmasından da önemli ahlaki bir tercihti çünkü.
Hemen buna bağlı bir diğer hassas nokta da, Ecevit'in sağlığıyla ilgili söylentilerin siyasi maksatla tartışma konusu yapılmasıydı. Açıkça belliydi ki, bazı basın kuruluşlarının yayınları ve patronlar kulübü TÜSİAD'ın son demeçleri bu yönde arayışların bir dışavurumuydu. Bunun uygunsuz bir yöntem olduğunu düşünmem bir yana, Ecevit'e karşı açılmış çirkin bir siyasi kampanyanın parçası olduğunun bilincindeyim. Ülkedeki bazı kesimler Bülent Ecevit'in sağlığını bahane edip, bunu siyasi bir manevra olarak kullanmak istemekteydiler. En büyük kaygım kitabın tam da bu dönemde çıkmış olmasıdır. Bu anlamda öznel-siyasi niyetleri olan kişi ve kurumlarla ortak hiçbir yanımın olamayacağını önemle vurgulamak istiyorum.
Bununla birlikte söz konusu tartışmaya ilgisiz kalamazdık ve kalmadık da. Ama bunu kimilerinin yapmaya çalıştığı gibi Ecevit'in durumunu küçümsemeye veya konumunu sarsmaya yönelik olarak değil, herkesin merak ettiği "DSP'nin geleceği ne olacak?" sorusu etrafında yaptık. DSP'nin geleceğe yönelik dinamiklerini tartışarak sayfalara aktardık. Bu tartışmanın kafalardaki birçok soruya yeni açılımlar getireceğini umuyoruz.
Sonuç olarak, bu kitap bana göre Türkiye'nin en kendine özgü partisi DSP'ye bir başka açıdan bakmaya çalışmaktadır. Beğenelim beğenmeyelim, bir zamanlar küçümsenen, hatta "parti" olarak bile görülmeyen bu parti sabır, inat ve gayretle kendini birinci parti yapmış ve hükümet kurmuştur. Bu anlamda bu bir "başarı"dır. Binlerce üyesi, yüz binlerce taraftarı vardır. DSP, siyasal hayatımızın bir gerçeğidir de. Onun için bu çalışma bu partinin dinamiklerini, sorunlarını, gelişme potansiyellerini anlamaya çalışmaktadır. Bunu anlatabildiği oranda "başarılı" sayılır.
Kitap için toplam 23 kişiden görüş alınmıştır. Okurdan ricamız bu kişilerle ilgili bölümleri okurken, görüşme tarihlerini dikkate almalarıdır. Örneğin Sema Pişkinsüt'le görüşme, istifa etmesinden hemen önce yapılmış bir görüşmedir. Aynı şekilde Rıdvan Budak'la görüşme de ihraç isteminden önce yapılmıştır. Bu durum değerlendirmelerin özünü değiştirmemekle birlikte, görüşmenin yapıldığı dönemin koşullarını dikkate almak açısından önemlidir.
Başta DSP olmak üzere Türk siyasal sisteminin parçası olan tüm siyasi partilerin daha oturmuş, daha olgun, daha katılımcı olması dileğiyle...