ISBN13 978-975-342-313-7
13x19,5 cm, 192 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Brecht'i Anlamak, 1984
Son Bakışta Aşk, 1993
Radyo Benjamin, 2018
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Orhan Koçak, Sunuş, s. 7-19

Benjamin'in Moskova Günlüğü'nde, tam kaynaşmadan birbirine dolanan üç öykü çizgisi seçilir. Biri, Letonyalı Bolşevik tiyatrocu Asja Lacis'e aşkıyla ilgilidir. İkincisi, Benjamin'in kendi siyasal bağlanma serüveninin öyküsüdür. Üçüncüsündeyse devrim sonrası Moskova belirir.

Benjamin, 1924'te, Alman yas oyununu konu alan tezini yazmak için gittiği Capri adasında tanışmıştır Asja Lacis'le. Birkaç ay sonra yazdığı bir mektupta da adını anmadan Lacis'ten söz eder: "Bu konu [komünizm] üzerinde düşünürken vardığım sonuçların büyük kısmının bunu tartıştığım insanlar tarafından şaşırtıcı bir ilgiyle karşılandığını sana yazmıştım sanırım – bu kişiler arasında, Duma ayaklanmasından bu yana Parti'de çalışan, olağanüstü bir komünist kadın da vardı." (Capri'de tartıştığı ve etkilendiği birkaç kişiden biri de Ernst Bloch'tur.) Benjamin bu altı aylık tatil süresince Lacis'le birlikte İtalyan anakarasına da geçecek ve güney İtalya izlenimlerini içeren "Napoli" yazısını onunla birlikte yazacaktır. Ama Scholem'e denemenin "Letonca ve belki Almanca olarak yayımlanacağını" bildirirken bile Lacis'in adını anmaz. Berlin'e dönüp birkaç ay kaldıktan sonra yine uzun bir geziye çıkar: İspanya, İtalya ve sonunda da Lacis'in tiyatrosunun bulunduğu Riga. Bu habersiz ziyaret tam bir hayal kırıklığı olur: Asja Lacis tiyatro çalışmalarına gömülmüştür ve bir "tatil aşkını" canlandırmaya hiç niyeti yoktur. Benjamin 1925 sonunda Berlin'e döner. 1926 sonlarında Lacis'in ağır bir depresyon sonucu Moskova' da sanatoryuma kaldırıldığı haberini alır ve Moskova izlenimlerini yazacağı Die Kreatur dergisinden aldığı avansla aralık başlarında Rusya'ya gider.

Lacis'e duyduğu bağlılık, Benjamin'in Günlük'ten de anlaşılabileceği gibi, tümüyle tek yönlü olmasa bile sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Aslında bir "üçgen" vardır ortada: Üçüncü köşede, dönemin ünlü yönetmenlerinden Bernhard Reich durmaktadır (Asja'nın Reich'la yakınlığı Benjamin'le ilişkisinden daha uzun ömürlü olacaktır). Ama huzursuzluğun kaynağı Reich değildir – bu zeki adam, yeni gelene son derece hoşgörülü ve konuksever davranır. Asıl sorun, Lacis'in sertliğidir – "onu Hedda Gabler rolünde fazlasıyla inandırıcı kılabilecek o kötücül keskinlik." 16 Aralık tarihli notta da "Günlüğümü tutuyor ve Asja'nın artık geleceğini sanmıyordum," diye yazıyor, "O sırada kapıyı çaldı. İçeriye girdiğinde, onu öpmek istedim. Girişimim, çoğu zaman olduğu gibi bu kez de başarısızlıkla sonuçlandı." Benjamin, Lacis'in başkalarına, bu arada Reich'a da haşin davrandığını kaydeder – herhangi bir sevinç belirtisi göstermeden, hatta kendine de bir suç payı çıkararak:

Akşam üzeri Asja'yla birlikteydim. Ona pasta getirmeye gittim. Çıkarken kapıda durduğumda, Reich'ın tuhaf davranışı dikkatimi çekti; "Adieu" diye seslenişime kulak vermedi. Bunu keyifsizliğine verdim. Zira Reich daha önce birkaç dakikalığına odayı terk ettiğinde, Asja'ya onun pasta getirmeye gitmiş olabileceğini söylemiştim ve Reich geri döndüğünde Asja hayal kırıklığına uğramıştı. Birkaç dakika sonra pastalarla geri döndüğümde, Reich yatakta yatıyordu. Bir kalp spazmı geçirmişti. Asja çok telaşlıydı. Reich'ın bu hastalığında Asja'nın, tıpkı eskiden Dora hastalandığında benim davrandığım gibi davranması dikkatimi çekti. Lanetler okuyor, düşüncesizce, kışkırtıcı bir tavırla yardım etmeye çabalıyor ve ötekinin hastalanmakla ne büyük haksızlık yaptığını göstermek isteyen biri gibi davranıyordu. Reich yavaş yavaş toparlandı. Ama bu olayın sonunda Meyerhold Tiyatrosu'na yalnız gitmek zorunda kaldım. Daha sonra Asja, Reich'ı benim odama getirdi. Reich benim yatağımda yattı, ben de Asja'nın benim için hazırladığı kanepenin üzerinde uyudum.

Benjamin'in Lacis ve Reich'la geçirdiği bu yedi haftanın büsbütün sevinçsiz bir dönem olduğu da söylenemez. Cazibesini anlık niteliğinden, tamamlanmamışlığından, deyim yerindeyse mayhoşluğundan alan bir sevinç olmalıydı bu: "Reich, sabah Asja'yla yürüyüşe çıktı. Sonra bana geldiler – henüz giyinmemi bitirmemiştim. Asja yatağa oturdu. Bavulumu boşaltıp düzenlemesi bana büyük sevinç verdi; bu arada hoşuna giden birkaç kravatı da kendine sakladı. – Öğleyin Reich'la birlikte mahzen lokantasında. Issız sanatoryumda geçen öğle üzeri boğucuydu. Asja'yla yine 'siz' ve 'sen' arasında durmaksızın gidip geliyoruz."

Lacis'e duyduğu sevgi, Benjamin'in insanlarla, eşya ve doğayla ilişkisine de bir ışık düşürür. Bir "nesne aşkı" olmaktan epeyce uzaktır bu: Sevdiği kişiyi ne pahasına olursa olsun "sahip olunacak" bir arzu nesnesi olarak görmek, sadece böyle görmek, elinden gelmez. Günlüğü okuyanlar, Benjamin'in Moskova sokaklarına ikinci, hatta üçüncü bir çift gözle baktığını sezeceklerdir: Asja'nın ve onun yakınlarının –kızı Daga'nın ve Reich'ın– bakışını da üstlenmiş gibidir. "Empati" terimi burada yetersiz kalır: Sözcüğün vurgulu anlamıyla bir özdeşleşmedir Benjamin'in tavrı. Ona yakın olmak kadar, hatta daha çok, onun gibi olmak, onun aracılığıyla olmak da istiyordur. – Terime buradaki anlamını veren Freud'a göre, çocuk ilk özdeşleştiği kişiler olan anne-babayla ilişkisinde onların "süper-egolarıyla", başka bir deyişle vicdanları, huzursuzlukları, suçlulukları ve saldırganlıklarıyla özdeşleşir. Benjamin'deki bu "saldırganla özdeşleşme" eğilimini Adorno sezmişti. "Mektup Yazarı Olarak Benjamin" başlıklı denemesinde şöyle diyor: "Daktilonun çoktan hükmünü ilan etmiş olduğu bir dönemde mektuplarını hep elle yazması anlamlıdır; mekanik gereçlerden dehşete kapıldığı kadar, yazı yazmanın fiziksel yanından da zevk alıyordu: düşünsel tarihinin büyük kısmı gibi, mekanik çoğaltım çağında sanat yapıtı konulu monografisi de bu bakımdan saldırganla bir özdeşleşmeydi."

Benjamin Asja'yla 1929-30 yıllarında Berlin'de bir kez daha birlikte olacaktır: Gershom Scholem, görgü tanıklarına dayanarak, "bu çiftin durmadan kavga ettiğini" belirtiyor.

Moskova'daki yedi hafta Benjamin'in siyasal tavrını etkilemiş miydi? Lacis ve Reich'ın kendi çevreleriyle sürdürdükleri ateşli tartışmaları izleyebilecek kadar Rusça bilmiyordu. Ancak, Reich ve Lacis'in ona Komünist Partisi'ne katılarak siyasal tavrını kesinleştirmeyi tavsiye ettikleri anlaşılıyor. 2 Ocak:

Öğleden sonra Asja'nın odasında, Reich'ın da kısmen katıldığı sonu gelmez bir siyasi tartışmanın ortasına düştüm... Konu, yine Parti içindeki muhalefetti... Ama tartışmanın etrafında döndüğü bu meseleyi, ancak aşağıda Reich'la bir sigara içerken öğrenebildim... Bir kenarda unutulmama neden olan bu beş kişi arasındaki Rusça konuşma beni bir kez daha bunaltmış ve yormuştu... Bunu odamda, partisi ve mesleği olmayan serbest bir yazar olarak benim konumum üzerine uzun bir konuşma izledi. Reich'ın bana söyledikleri doğruydu; benim savunduğum tavrı benimseyen herhangi birine ben de aynı şekilde karşılık verirdim. Ve bunu açık yüreklilikle Reich'a da itiraf ettim.

Benjamin, 8 Ocak tarihli notta, "beni Alman Komünist Partisi'ne katılmaktan alıkoyan şey yalnızca dışsal kaygılarım," diye yazar. Bu "dışsal kaygı", partinin ona düşünsel çalışma için "sağlam bir çatı" sağlayıp sağlayamayacağıyla ilgilidir. Ama daha derin bir iç hesaplaşmanın da sürüp gittiği görülebilir. 9 Ocak:

Değerlendirmeye devam: Parti'ye girmeli mi? Tartışmasız yararları: sağlam bir konum, zımni bile olsa bir vekillik. Buna karşılık: Proletaryanın hâkim olduğu bir devlette komünist olmak, kişisel özgürlüğün tümüyle feda edilmesi anlamına geliyor. İnsan, kendi hayatını örgütleme görevini, deyim yerindeyse, Parti'ye terk ediyor. Oysa proletaryanın ezildiği yerde, bunun anlamı, er ya da geç gerçekleşebilecek tüm sonuçlarını da göze alarak ezilen sınıfın saflarına katılmaktır. Öncülük konumunun baştan çıkarıcı cazibesi – eğer aynı konumda, eylemleriyle size her fırsatta bu konumun şüpheli yanlarını gösteren meslektaşlarınız da olmasa... Somut olarak benim gelecekteki çalışmalarımın, özellikle de biçimsel ve metafizik temelleriyle hesabı verilebilir mi?

Benjamin bu hesaplaşmayı bir kararsızlık noktasında tutmaya karar vermiş gibidir: "Seyahatlerime devam ettiğim sürece, Parti'ye girmem söz konusu bile olamaz tabii." Ama tartışmanın hep sürüp gittiğini yine kendi yazı ve mektuplarından anlayabiliyoruz. Fransız Komünist Partisi'nin yayın organı L'Humanité için tasarladığı bir yazı dizisinin Giriş Notları'nda (1 Mayıs 1927) şöyle diyor:

Şu anda otuz ile kırk yaşları arasında olan kuşağa mensubum. Bu kuşağın aydınları, muhtemelen çok uzun bir süre boyunca, tümüyle siyaset dışı bir eğitim almış son aydın grubu olarak kalacaktır... Alman Sosyal Demokrasisinin küçük burjuva, kariyerist ruhu tarafından yenilgiye uğratılan 1918 devriminin, bu kuşağı radikalleştirmekte savaştan da önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Almanya'da bağımsız yazar konumu gittikçe tartışma konusu olmaktadır ve yazarın ister bilinçli ister bilinçsiz biçimde bir sınıfın hizmetinde çalıştığı ve vekaletini bir sınıftan aldığı yavaş yavaş kavranmaktadır. Aydının varoluşunun ekonomik temelinin gün geçtikçe daha daralması da bu kavrayışı hızlandırmıştır... Bu koşullarda, Alman aydınlarının Rusya'ya sempatisi de soyut bir dostluk duygusunun ötesindedir; kendi maddi çıkarları yön vermektedir bu sempatiye. Şunu bilmek istiyorlardır: Aydınlar, patronlarının proletarya olduğu bir devlette nasıl bir konumda olacaklardır?... Burjuva toplumunda aydının kaderini kuşatan kriz duygusunun etkisiyle Ernst Toller, Arthur Holitscher ve Leo Matthias gibi yazarlar ve Bernhard Reich gibi tiyatro yönetmenleri Rusya'yı incelemişler ve Rus meslektaşlarıyla temas kurmuşlardır. Ben de aynı ruhla bu yıl Moskova'ya gittim ve orada iki ay yaşadım. Ömrümde ilk kez, sadece yazar olduğum için bazı maddi ve idari imtiyazlar tattığım bir şehirde buldum kendimi. (Bir yazarın otellerde indirimli fiyat ödediği başka bir şehir bilmiyorum – çünkü bütün oteller Sovyetler tarafından işletilmektedir orada.) Bunu izleyecek parçalar, oradayken düzenli olarak tuttuğum bir günlükten alınmıştır. Bu yazılarda, onu ancak bir kez de kar ve buz altında gördüğünüzde anlayabileceğiniz proleter Moskova'nın imgesini iletmeye çalıştım.

Bu imge, Günlük'te kişisel serüvenlerin arasından görünür, Martin Buber'in Die Kreatur dergisinde yayımlanan "Moskova" (1927) yazısındaysa daha "nesnel" bir biçim içinde belirginleşir. Ama bu nesnellik de bir öznel tavrın egemenliği altındadır.

Moskova'ya giden kişi, diye yazar Benjamin Die Kreatur'daki makalesinde, Moskova'nın kendisinden önce, Moskova aracılığıyla Berlin'i görmeyi öğrenir. Örneğin Berlin sokaklarında kir olmadığını ama kar da olmadığını ilk kez görmeye başlar. Bu, bir bütün olarak düşünsel durum için de geçerlidir: "İnsan Rusya'yı ne kadar az tanıyor olursa olsun, öğrendiği şey, Avrupa'yı Rusya'da olup bitenlerin bilinçli bilgisiyle gözlemek ve yargılamaktır... Bu, benimseyeceği duruş noktasını seçmeye de zorlar insanı. Doğru bir kavrayışın tek gerçek güvencesi, gelmeden önce tavrınızı seçmiş olmaktır. Görmek için önce karar vermiş olmak gerekir – her yerden de çok Rusya'da geçerlidir bu." Benjamin'in, Carl Schmitt gibi muhafazakâr siyaset kuramcılarının "karar" kavramına çok yaklaştığı bir nokta. Peki ya gördükleri?

Sokaklar. Çarşı. Seyyar satıcılar. En çok da oyuncakçılar. "Moskova" yazısından: "Göz, kulaktan çok daha meşgul. Renkler, beyaz zemine karşı, bütün marifetlerini döküyorlar ortaya. En ufak renkli paçavra bile alev alev. Karların üzerinde resimli kitaplar serilmiş; Çinliler, ustalıkla yapılmış kâğıttan yelpazeler satıyorlar, daha sıkça da egzotik dip balıkları biçiminde uçurtmalar. Sepetlerine tahtadan oyuncaklar ve arabalar doldurmuş adamlar var... Bütün bu tahta oyuncaklar, Almanya'dakinden daha basit ve daha sağlam bir biçimde yapılmışlar; köylü kökleri açıkça görülebiliyor... Burada Güney'i [İtalya'yı – O. K.] anımsatan bir şey daha var. Sokak ticaretinin akıl almaz çeşitliliği. Ayakkabı boyası ve yazı malzemeleri, mendiller, oyuncak bebek kayakları, salıncaklar, kadın çamaşırları, doldurulmuş kuşlar, elbise askıları – bütün bunlar sokakta apaçık dizilmiş, sanki sıfırın altında yirmi beş derece değil de sıcak bir Napoli yazıymış gibi. Uzun bir süre, önünde harflerle dolu bir tabla bulunan bir adamın ne yaptığını anlamaya çalışıp durmuştum. Onda bir falcı görmek istiyordum. Sonunda onu iş üstünde gördüm: Harflerinden ikisini sattığını ve müşterisinin galoşlarına birer baş harf gibi iliştirdiğini gördüm. Sonra üç bölmeli geniş tezgâhlar: Fıstık, fındık ve semiçki (ayçiçeği çekirdekleri ki Moskova Sovyeti bunların kamuya açık alanlarda yenmesini yasaklamış)... Ama bütün bunlar sessizce olup bitiyor; satıcılar, Güney'dekiler gibi bağırıp çağırmıyorlar burada. Gelip geçenlere fısıltıyla olmasa bile ölçülü sözlerle sesleniyorlar; dilencilerin ezikliğinden bir şeyler var bu seslenişlerde."

Dilenciler. "Dilencilik, düşkünlerdeki ısrarcılığın hâlâ bir hayatiyet kalıntısını ele verdiği Güney'deki kadar saldırgan değil burada," diyor Günlük'te. "Ölüm döşeğindekilerin kurduğu bir girişim... Birinin sadaka verdiği pek az görülüyor. Dilencilik en güçlü dayanağını yitirmiş burada: Para çantalarının ağzını acıma duygusundan çok daha fazla açan toplumsal vicdan azabını."

Sonra, çocuklar. Lacis'in kızı Daga dolayısıyla daha da ilgi duyduğu çocuk yaşamı. Alman okur için yazılmış "Moskova" makalesinden uzunca bir pasaj:

Herhangi bir proleter semtinin sokak sahnesinde çocuklar önemlidir. Burada başka semtlerden daha kalabalıktırlar ve daha amaçlı, daha yoğun bir devinim içindedirler... Onların içinde bile bir Komünist hiyerarşi var. En üstteki "Komsomoltsi", yaşları en büyük çocuklardan oluşuyor. Her şehirde kulüpleri var bunların ve gerçekten Parti'nin gelecek kuşağı olarak eğitiliyorlar. Daha küçük çocuklar, altı yaşına bastıklarında "Öncü" adını alıyorlar; bunlar da kulüplerde örgütlenmişler ve gururlu bir seçkinlik işareti olarak kırmızı boyunbağı takıyorlar. Küçük bebeklereyse bir Lenin resmine işaret edebildikleri andan itibaren "Ekimciler" ya da "Kurtlar" adı veriliyor. Ama bugün bile, kimsesiz, anlatılmaz ölçüde kederli savaş yetimlerine de rastlanıyor sokaklarda. Gündüzleri çoğu zaman bir başlarına dolaşıyorlar, her biri kendi savaş yolu üzerinde. Ama akşam indiğinde sinemaların göz alıcı cepheleri önünde bir araya gelerek çeteler oluşturuyorlar; yabancılara, geceleyin eve yalnız dönerken onlardan sakınmaları öğütleniyor. Eğitimcinin bu tamamiyle vahşi, güvensiz ve küskün insanları anlamasının tek yolu, kendisinin de sokağa çıkmasıydı. Her Moskova semtinde yıllardan beri çocuk merkezleri var. Çoğu zaman sadece bir yardımcısı olan bir kadın görevli tarafından yönetiliyor bunlar. Yöneticinin görevi, bölgesinin çocuklarıyla şu ya da bu şekilde temas kurmak. Yemek dağıtılıyor, oyunlar oynanıyor. İlk başta, yirmi-otuz çocuk geliyor merkeze; ama eğitmen işini gereğince yaparsa bir iki hafta içinde yüzlerce çocuk da gelebilir. Söylemek bile fazla, geleneksel pedagojik yöntemlerin bu çocuklar üzerinde pek bir etkisi olmamış. Onlara erişmek, sesini duyurmak isteyen kişi, olabildiğince doğrudan ve açık biçimde sokağın kendi deyimleriyle, kendi sloganlarıyla ilişki kurmak zorunda... Ama dikkatli bir gözlemci, henüz aşılmış olmaktan çok uzak bütün bu çocuk sefaleti imgelerinin içinden bir şeyi fark edecektir: Çocukların özgür tavırlarının nasıl da proletaryanın özgürleşmiş gururuna denk düştüğünü. Moskova müzelerine yapılacak bir ziyarette, çocukların ve işçilerin, tek başlarına ya da gruplar halinde, bazen de bir rehberin çevresinde, bu odalarda nasıl da rahat tavırlarla dolaştıklarını görmek kadar tatlı bir sürpriz olamaz. Bizim müzelerimizde kendilerini öteki ziyaretçilere gösterme cesaretini bulabilen birkaç proleterin çaresizliğinden eser yok burada. Rusya'da proletarya gerçekten burjuva kültürünü kendi eline almaya başlamıştır, oysa bizim ülkemizde benzer durumlarda ancak bir soygun planlıyormuş gibi görünürler.

Sovyetlerdeki kültür politikası, özel anların ve sokak sahnelerinin dışında en geniş yer kaplayan konudur Günlük'te. Benjamin'in avangard sanat anlayışıyla popüler kültür arasında sentezler ve alışverişler tasarlama çabasının bazı ilk belirtileri bu satırlarda izlenebilir. Meyerhold'un bir sahnelemesi için, "Konstrüktivist bir anlayışla kurulmuş sahnenin işlevini ilk kez açık biçimde kavradım," diye yazacaktır 23 Aralık'ta, "bu nokta, Tayrov'un Berlin'deki oyununda bile bu denli açıklık kazanmamıştı benim için." Öte yandan, eğitimi yaygınlaştırma ve "burjuva kültürünü ele geçirme" çabasının ürünü olarak beliren bayat bir klasisizme tepkisini de açığa vurur: "Reich, Oresteia'yı izlemek istiyordu... Daha salona girerken parfüm kokuları çarptı burnuma... Oyun, genelde adamakıllı örümceklenmiş bir saray tiyatrosu tarzında sahnelenmişti. Yönetmen en temel mesleki beceriden olduğu gibi, Aiskhylos sahnelemek için mutlaka gereken en temel bilgi birikiminden de yoksundu. Rengi atmış bir salon Helenizmi, fukara imgelemini tümüyle doyurmuş gibiydi. Neredeyse aralıksız müzik çalıyordu; bu arada da bol bol Wagner." (25 Aralık) Buna karşılık, toplum yaşamında sürekliliğini yitirmemiş eski popüler kültür ürünlerinin eğitsel ve estetik değerini vurgulayacaktır: "Bu müzedeki resimlerin yarısı, gündelik hayattan anlar tasvir eden Rus eserlerinden oluşuyor; müzenin kurucusu 1830'lara doğru başlamış resim toplamaya... Öyküler anlatan resimlerle dolu şu duvarlar, çeşitli zümrelerin hayatlarından sahneler, bu galeriyi büyük bir resimli kitaba dönüştürüyor... Proletarya burada kendi tarihinden sahneler buluyor: 'Yoksul Mürebbiye Zengin Tüccarın Konağına Geliyor', 'Jandarmalar Tarafından Faka Bastırılan Bir Suikastçı'; ve buna benzer sahnelerin tümüyle burjuva resminin ruhuyla verilmiş olması, onları proletaryanın gözünde alçaltmak şöyle dursun, çok daha anlaşılır kılıyor. Sanat eğitiminin 'başyapıtların' izlenmesiyle geliştiğini düşünmek (Proust'un da pek güzel gösterdiği gibi) pek o kadar doğru değildir. Tersine, kendini eğitmekte olan çocuk ya da proleter, haklı olarak, kendi başyapıtlarını koleksiyoncularınkinden bambaşka ölçütlerle tespit eder. Böyle resimlerin, onun gözünde çok geçici ama sağlam bir değeri vardır ve en katı sanatsal ölçüt, ancak onun kendisiyle, sınıfıyla ve işiyle doğrudan bağlantılı bir sanat karşısında geçerlilik kazanır." (12 Ocak)

Her şeye karşın, Benjamin'in Sovyet kültür politikasına bazı ciddi itirazlar yönelttiğini de eklemek gerekir. Öncelikle, burjuva kültür değerlerini dolaysızca ve eleştirisizce sahiplenmek, bunların tarihsel niteliğini, bir geçmişleri ve bir de gelecekleri olduğunu unutmak demektir ve bu da bir çarpılmayı beraberinde getirecektir. 30 Aralık tarihli kayıt, bu tartışma açısından önemlidir: "Son bir yüzyıldır burjuvazinin elinde şekillendiği haliyle, bu değerler, son kertede [kazanmış] oldukları önemi yitirmeksizin sahiplenilemez. Bu değerler, tıpkı değerli cam gibi, paketlenmeden sağlam kalamayacakları uzun bir nakliyat sürecinden geçmek zorundadır. Oysa paketlemek görünmez kılmak demektir ve bu da, bu değerlerin Parti tarafından resmen desteklenen popülerleştirilme sürecine" ters düşecektir. Ve "şu sıralarda Sovyet Rusya'da görülen şey, bu değerlerin tam da emperyalizme borçlu oldukları o çarpıtılmış, umutsuz halleriyle popülerleştirilmesidir." On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, Avrupa'nın kültürel "mirası", eleştirelliğinden arındırılıp mutlaklaştırılmış ve ebedileştirilmiştir ve şimdi Sovyetlerde yapılan da buna çok benzemektedir. Bu noktada, siyasal boyutları olan bir cehalet de işin içine karışır; aynı kayıtta, bir Sovyet romancısının Shakespeare için "matbaanın icadından önce yaşamış" dediğini aktarır Benjamin. "Moskova" makalesinde şöyle yazacaktır:

Rusya'nın, Batı'daki kültürel koşullar hakkında, karşı çıkmak ve üzerinde tartışmaktan bir fayda sağlanacak ölçüde canlı bir kavrayış sahibi olduğu tek yer Amerika galiba. Buna karşılık, kültürel yakınlaşma da (en somut ekonomik ve politik dayanışma temelinden yoksun kaldığında) sadece emperyalizmin barışçı türünün çıkarınadır, sadece dedikoducu işgüzarlara fayda sağlamaktadır ve Rusya için bir restorasyon belirtisidir. Ülkeyi Batı'dan tecrit eden, sınırlar ve sansürden çok, Avrupa'yla her türlü karşılaştırmanın ötesinde bir varoluşun yoğunluğudur. Daha kesin bir deyişle: dış dünya ile temas Parti aracılığıyla yürümektedir ve öncelikle siyasal sorunlarla ilgilidir. Eski burjuvazi imha edilmiştir; yenisiyse gerek maddi gerek zihinsel açıdan dış ilişkiler kurabilecek durumda değildir... Avrupa'da edebiyatçıların –itiraf etmeli ki ancak son iki yüz yıldır– sanata yabancı saydıkları ve tartışılmaya değmez buldukları tezler ve dogmalar, yeni Rusya'da edebi eleştiri ve üretim için belirleyici önemdedir. Mesajın ve konunun asıl önemli öğeler olduğu savunulmaktadır. Biçimsel tartışmaların İç Savaş döneminde hâlâ önemli bir rolü vardı. Şimdi bu tartışmalar kesilmiştir. Bugün resmi doktrine göre, bir yapıtın tavrının devrimci mi yoksa karşıdevrimci mi olduğunu belirleyen şey, biçim değil konudur. Bu tür doktrinler, tıpkı ekonominin maddi planda yaptığı gibi, yazarın dayandığı temeli dönüşsüz biçimde tasfiye etmektedir.

Benjamin, Büyük Sovyet Ansiklopedisi için ondan istenen "Goethe" maddesinin aldığı tepkiyi değerlendirirken de "resmi doktrinle" kendi düşünüş tarzı arasındaki uçurumu sezdirir (22 Aralık):

Öğle üzeri Reich'la birlikte Ansiklopedi bürosuna yaptığımız ziyaret sırasında... yazı masasının ardında, Reich'ın niteliklerimden övgüyle söz ederek beni tanıştırdığı, son derece iyi niyetli bir genç adam oturuyordu. "Goethe" makalemin şemasını ona anlatmaya başladığımda, entelektüel güvensizliği derhal ortaya çıktı. Bu taslaktaki bazı noktalar onu ürkütüyordu ve sonunda, sosyolojik açıdan desteklenmiş bir hayat hikâyesi istemeye vardırdı işi. Ancak temelde bir şairin hayatı değil, yalnızca tarihsel etkileri materyalist bir açıdan tasvir edilebilir. Zira böylesi bir varoluş, hatta bir sanatçının salt zamanıyla sınırlandırılmış eserleri, eğer daha sonraki etkilerinden soyutlanırsa, kesinlikle maddeci bir analizin nesnesi olamaz. Herhalde burada karşımıza çıkan şey, Buharin'in Tarihsel Materyalizme Giriş kitabının tümüyle idealist, metafizik sorularını karakterize eden o yöntemsiz evrenselcilik ve dolayımsızlıktır.

Burada György Lukács'ın Benjamin üzerindeki etkisinden de söz edilebilir. Lukács'ın Buharin'in kitabına yönelttiği eleştiri, 1925'te Archiv für die Gescihte des Sozialismus und der Arbeiterbewegung (Sosyalizmin ve İşçi Hareketinin Tarihi İçin Arşiv) dergisinde çıkmıştı. Lukács, Buharin'in bu kitapta "Marx'ın çok yerinde bir deyimle burjuva materyalizmi adını verdiği şeye, töhmet altında kalacak ölçüde yakın" olduğunu öne sürüyor ve diyalektik materyalizmi bir doğal bilim modeline göre kurma çabasının yanlışlığını vurguluyordu: Buharin, "doğal bilimlerin ve bunların yöntemlerinin tarihsel-materyalist bir eleştirisini yapmak, yani onları kapitalist gelişmenin ürünleri olarak açığa çıkarmak yerine, bu yöntemleri hiç duraksamadan, eleştirel olmayan, tarihsel olmayan ve diyalektik olmayan bir biçimde toplumun incelenmesine uygulamak[taydı]."

Benjamin'in "Goethe" yazısına Sovyet Eğitim Bakanı Lunaçarski'nin tepkisi de (bkz. bu kitabın sonundaki "Ekler" bölümü) bu çizgidedir. Benjamin'i Goethe'nin Sovyet "kültür panteonundaki yerini" irdelemediği ve bir "sonuca varmadığı" için eleştiren Lunaçarski'nin en çok tepkisini çeken ifade şuydu: "Alman devrimciler Aydınlanmacı, Alman Aydınlanmacılarsa devrimci değillerdi." Bu ifadenin yer aldığı pasaj şöyledir:

Goethe ve çevresi [Klinger, Voss, Schiller, Lenz, Stolberg'ler vb.] Almanya'yı ideoloji aracılığıyla "yenilemek" üzere birlikte çalışıyorlardı. Ama Alman devrimci hareketinin ölümcül zaafı, burjuva özgürleşiminin kökensel programı olan Aydınlanma'yı bir türlü kabul edememesiydi. Burjuva kitleler, "Aydınlanmışlar", kendi öncülerinden bir uçurumla ayrılmışlardı. Alman devrimciler Aydınlanmacı, Alman Aydınlanmacılarsa devrimci değillerdi. İlk grubun düşünceleri, devrim, dil ve toplum üzerinde odaklanmıştı; ikincisinin düşünceleri de akıl teorisi ve devlet üzerinde. Goethe sonradan iki hareketin de olumsuz tarafını üstlendi: Aydınlanma'nın yanında, şiddete dayalı değişime karşı çıktı; Sturm und Drang'la [Fırtına ve Gerilim; 18. yüzyıl sonu Alman Romantik akımı] birlikte de devlete karşı direnç gösterdi. Alman burjuvazisi içindeki bu bölünme, onun Batı ile ideolojik temas kuramayışını da açıklar... Fransız materyalizminin o ünlü manifestosu (Holbach'ın Doğa Sistemi ki Fransız devriminin soğuk rüzgârını daha o zamandan hissettiren bir kitaptır) üzerine Goethe'nin söyledikleri bu bağlamda anlamlıdır: "O kadar gri, o kadar cansız ki", bir hortlak görmüş gibi olmuştur Goethe. "Tatsız, yavan – hayatiyet kaybının ta kendisi". Bu "ateist kasvet" Goethe'nin kendini bir oyuk gibi boş hissetmesine yol açmıştır... Alman burjuvazisinin bölünmüş doğası, Goethe'nin Götz von Berlichingen oyununda da dramatik anlatımını bulur. Realpolitik'in kaba bir ifadesine dönüşmüş bir akıl ilkesinin temsilcisi olarak şehirler ve saraylar, hayalgücünden yoksun Aydınlanmacıların yerindedir; onların karşısındaysa, ayaklanmış köylülüğün önderi [Götz] tarafından temsil edilen Sturm und Drang vardır. Yapıtın tarihsel arka planı olan Alman Köylü Savaşları, Goethe'nin gerçek bir devrimci angajmanı olduğu izlenimini verebilir kolayca. Ama bu yanlış olur, çünkü daha derinde Götz'ün isyanının dışavurduğu şey, eski senyör sınıfının –prenslerin iktidarına teslim olma sürecindeki İmparatorluk Şövalyelerinin– şikâyetleridir. Götz önce kendisi için savaşır ve ölür, sonra sınıfı için. Oyunun merkezi düşüncesi, devrim değil sebattır... Bu yapıtta, Goethe için giderek tipikleşecek bir sürecin ilk örneğini görürüz: bir dram yazarı olarak, ilkin devrimci izleklerin ayartısına kaptırır kendini ve hemen ardından bunları saptırır ya da fragmanlar halinde bırakıp gider.

Sovyet kültür sorumlularının karşı çıktığı şey, Benjamin'in Goethe'yi "büyük şahsiyetler müzesine" (panteon) kaldırarak mutlaklaştırma ve ebedileştirmeyi reddetmesi kadar, Sovyet Marksizminin doğrusal ilerleme şemasını çelen düşünceler ileri sürmesidir. Buna göre, burjuvazi, Aydınlanma ve Fransız devrimi döneminde toptan devrimcidir, sonra toptan gericileşmiştir. Lunaçarski, red yazısında, Lessing'in bir Aydınlanmacı olduğunu vurguluyor. Şu var ki Lessing on sekizinci yüzyıl Alman düşüncesinde Kant'la birlikte birkaç Aydınlanmacıdan biriydi ve tıpkı Kant gibi o da devrimi değil, aklı ve eğitimi savunuyordu (Fransa ve belki İskoçya dışında tutarlı bir Aydınlanma düşüncesinin gelişip gelişmediği ayrı bir sorudur). "Devrimci döneminde" olan bir sınıfın kendi içinde hem çıkarlar hem de düşünsel eğilimler açısından bölünmüş olabileceği düşüncesi, Büyük Sovyet Ansiklopedisi sorumlularına sempatik gelmemiş olmalıdır. Öte yandan "burjuvazinin devrimci döneminin" mutlaklaştırılması, Sovyet Marksizmine, Batı'nın şimdisinden gelebilecek herşeyi karşıdevrimci ilan etmek için bir düşünsel dayanak da sağlıyordu. Oysa Benjamin'in yaklaşımı bunun tam tersiydi: Burjuva kültürü geçmişte yekpare biçimde devrimci olamamışsa eğer, şimdi de yekpare biçimde karşıdevrimci olmayabilirdi: Geçmişte Goethe'nin yapıtında çözülmeden, bir "sonuca vardırılmadan" kalmış olan bazı çelişki ve gerilimler, şimdi bir Proust'un ya da bir Thomas Mann'ın yapıtında ters dönmüş biçimde yeniden ortaya çıkmakta ve onları "kendi" sınıfsal kamplarının dışına sürüklemekteydi. – Sonuçta Benjamin'in makalesi yayımlanmadı.

Benjamin'in Moskova'ya geldiği 1927 yılı başlarında, Bolşevik Partisi içinde 4-5 yıldır süregiden çatışma yeni bir evreye ulaşmıştı. "Moskova" makalesinde Benjamin'in Sovyetlerdeki siyasal yaşamla ilgili gözlemleri, bu mücadelenin toplumsal çerçevesi hakkında da bir fikir verir.

Kapitalizmde para ve iktidar birbiriyle ölçülebilen nitelikler haline gelmiştir. Belli bir miktar para, özgül bir iktidara dönüştürülebilir... Sovyet devleti, parayla iktidar arasındaki bu bağı koparmıştır. İktidarı Parti'ye tahsis etmekte, parayı da NEP adamına [1922'den sonra devlet kontrolü altında özel ticaret ve üretime imkân tanıyan Yeni Ekonomik Politika (NEP) döneminde ortaya çıkan yeni orta sınıf] bırakmaktadır. Herhangi bir Parti görevlisinin, hatta en yükseğinin bile gözlerinde, bir kenara bir şeyler koymak, sırf "çoluk çocuk için" bile olsa "geleceği" güvence altına almak, pek düşünülecek bir şey değildir. Komünist Partisi, kendi üyelerine sadece asgari geçim düzeyini garanti eder – ve bunu da fiiliyatta yapar, yoksa herhangi bir yükümlülüğü olduğu için değil... Ama yöneticilerin gücü, sahip oldukları mülklerle özdeş değildir. Rusya bugün sadece sınıflı bir toplum değil, aynı zamanda bir kast toplumudur. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir yurttaşın toplumsal konumunu belirleyen, varoluşunun görülür dış özellikleri değil, sadece Parti'yle olan ilişkisidir. Bu, Parti'ye doğrudan bağlı olmayanlar için de geçerlidir. Onlar da ancak rejime açıkça karşı çıkmadıkları sürece iş bulabilirler... Dışarda yaşayan biri, burada NEP adamının maruz kaldığı korkunç toplumsal aşağılanmayı anlayamaz. İnsanlar arasındaki –üstelik sadece birbirine yabancı olanlar arasında da değil– suskunluk, o güvensiz, konuşmaktan çekinen tavır başka türlü açıklanamaz. Burada rasgele tanıştığınız birine önemsiz bir film ya da oyun hakkında fikrini sorduğunuzda şu türden kalıp cümleler bekleyebilirsiniz: "Biz burada deriz ki..." ya da "Burada yaygın olan kanıya göre..." Bir yargının daha uzak tanıdıklara bildirilmesi için önce defalarca tartılması gerekir. Çünkü Parti her an Pravda'da çizgisini değiştirebilir ve hiç kimse de tekzip edilmeyi sevmez... Sınıf iktidarı, karşı sınıfı tanımlamak için kullanılan simgeler benimsemiştir. Caz, en popüleridir bunların. Rusya'da insanların caz dinlemekten hoşlanması şaşırtıcı değildir. Ama caz müziğiyle dans etmek yasaktır. Tıpkı parlak renkli, zehirli bir sürüngen gibi cam kafesin içinde tutulmakta ve böylece revülerde cazip bir görüntü oluşturmaktadır. Ama her zaman "burjuvanın" simgesidir. Propaganda amacıyla, burjuva tipinin grotesk bir imgesinin kurulmasına hizmet eden kaba sahne dekorlarından biridir. Gerçekte ortaya çıkan imge çoğu zaman sadece gülünçtür çünkü düşmanın disiplin ve becerisini gözden kaçırmaktadır. Burjuvaya ilişkin bu çarpık görüşte milliyetçi bir öğe de vardır. Rusya Çar'ın mülküydü. Ama insanlar, bir gecede onun son derece zengin mirasçısı oluverdiler. Şimdi kendi insani ve coğrafi servetlerinin muazzam bir envanterini çıkarmakla meşguller. Ve bu işi hayal edilemeyecek ölçüde güç işler başarmış olmanın bilinciyle üstlenmişler, dünyanın yarısının düşmanlığına karşı yeni iktidar sistemini kurabilmiş olmanın bilinciyle. Bu ulusal başarıya hayranlıkta bütün Ruslar birleşmiştir. Buradaki yaşamı bu kadar içerikle yüklü kılan da iktidar yapısının bu ters dönüşüdür. Toprağı kazarak altın arayanların yaşamı kadar kendi içinde bütünlüklü ve olaylarla dolu, onun kadar yoksul ve aynı anda vaatlerle dolu bir yaşamdır bu. İnsanlar sabahtan akşama kadar iktidar kazısı yapmaktadırlar. Burada bir ay içinde kişinin karşısına çıkan sayısız imkân kombinasyonlarının yanında, bizim önde gelen şahsiyetlerimizin kombinasyonları çok sönük kalır. Evet, belli bir sarhoşluğa yol açabilmektedir bu; öyle ki toplantılardan ve komitelerden, tartışmalar, kararlar ve oylamalardan yoksun bir yaşam da artık düşünülemez olmaktadır. Ne önemi var – Rusya'nın gelecek kuşağı kendini bu yaşama uyarlamış olacaktır. Ama sağlıklı olmasının vazgeçilmez bir koşulu vardır: Hiçbir zaman (Kilisenin bile başına geldiği gibi) bir iktidar karaborsasının açılmaması.

Benjamin, yazısının sonunda, o sırada bütün hızıyla süren Lenin kültüne değinir: "Lenin resimleri kültü, daha bugün bile devasa boyutlar kazanmıştır. Yavaş yavaş kendi kanonik biçimlerini de yerleştirmektedir bu kült. En yaygını, halka hitap eden Lenin resmidir, ama belki daha da yoğun ve doğrudan biçimde konuşan bir resim var: Masasında bir Pravda nüshasının üzerine eğilmiş olarak oturan Lenin. Böyle günlük, geçici bir gazeteye daldığında Lenin'in doğasının diyalektik gerilimi de ortaya çıkar: Bakışı hiç kuşkusuz uzak ufuklara yönelmiştir, ama kalbinin yorulmak bilmeyen dikkati ve tasası anla ilgilidir."

Benjamin, "Tarih Felsefesi Üzerine Tezler" bir yana bırakılırsa, 30'lu yıllarda, doğrudan siyasal polemiklerden (özellikle de Parti siyasetiyle ilgili olanlardan) uzak duracaktır. Burada bir oto-sansürden de söz edilebilir: Katılamadığı, sorumluluğunu paylaşamadığı bir hareketi açıkça eleştirmekten de kaçınmış gibidir. Benjamin'in Moskova Günlüğü bu açıdan da önemli: Benjamin'in siyasal tutumu, dolaysız biçimde bu metinde ortaya çıkar.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X