Göksel Aymaz, “Tuhaf bir Marxçı: Walter Benjamin”, Radikal Kitap Eki, 15 Haziran 2001
"Buraya 6 Aralık'ta vardım. Garda kimsenin olmayabileceği ihtimalini hesaba katarak, trende bir otelin adını ve adresini aklıma yazdım. (İkinci mevkide yer olmadığını belirterek, sınırda bana birinci mevki farkı ödettiler.) Yataklı vagondan indiğimi kimsenin görmemesi rahatlattı beni..."
Walter Benjamin'in, 9 Aralık 1926 günü tutmaya başladığı Moskova Günlüğü'nün, belki çok basit görünen, oysa o günlerde ve sonradan sayısız aydının paylaştığı içten bir tedirginliği açığa vuran bu satırlarla açılması, yazarın, yalnızca Moskova tanıklığının bütünü açısından değil, toplumculuğun resmî çehresiyle, Sovyet Marxçılığıyla ilişkilerinin bütünü açısından da bir ipucu niteliğinde. Benjamin, trende birinci mevkiyi kendisi seçmemesine, ikinci mevkiden birinci mevkiye zorunluluktan geçmesine, meteliğe kurşun atan Marxçı bir aydın olmasına karşın, yataklı vagondan inerken görülmekten tedirginlik duymuştur. Kanımca, Benjamin'in duyumsadığı bu baskı, yalnızca onun kendi ikircikli yüreğinden değil, daha çok, somut anlatımını parti yönetiminden dalga dalga partililere yayılan katılıktan almaktadır ağırlığını.
Bugün, kimilerinin, "geçen yüzyılın tedirgin bilinci"nin Walter Benjamin'de cisimlendiğini söylemeleri boşuna değildir. Kırk sekiz yıl süren kısa hayatında, iki derin tedirginliği açıktan açığa ve içten içe hep duymuştur Benjamin. Her şeyden önce, hayatı cehenneme çeviren Naziler'in yol açtığı tedirginliği "ölümüne yaşamıştır". Resmî ölüm öyküsü, bizi bir intiharla değil, yükselen Nazizmin adım adım işlediği bir "cinayet"le yüz yüze getirmektedir:
Benjamin, 1933'te Almanya'dan ayrılarak Paris'e yerleşmiş, 1939'da Alman yurttaşlığından çıkarılmış, Almanlar'ın Fransa'yı işgal etmesi ve Paris'teki evini Gestapo'nun basması üzerine, İspanya üstünden ABD'ye kaçmayı tasarlayarak güneye inmiş, PortBou kentinde polis tarafından Gestapo'ya teslim edileceğini öğrenince canına kıymıştır.
Ne var ki, Nazizmin acımasızlığı ve yabanıllığı karşısında, bir Yahudi ve Marxçı olarak duyduğu tedirginlikten farklı bir tedirginliği de, Sovyet Marxçılığına bağımlı kestirmeci çözümlemeler, toplumculuğun kaba uygulamaları, Marxçı "fıkıh"ın katı yapısı karşısında, bir edebiyat eleştirmeni, estetik kuramcısı ve felsefeci olarak duyumsamıştır Benjamin: Modern edebiyat akımlarını, Baudelaire, Kafka ve Proust'u, gerçeküstücülüğün sanatsal köktenciliğini, teknolojik gelişmenin sanata sağladığı olanakları, gelenek ve geçmiş kültür içindeki özgürleştirici öğeleri incelerken, Marxçı yaklaşım içersinde bağımsız ve özgün bir estetik kuram geliştirmeye yönelmiştir. Bu yüzden olsa gerek, yakın dostu, felsefeci Hannah Arendt'in, ondan, "Belki de gelmiş geçmiş en tuhaf Marxçı" diye söz etmesi hiç de tuhaf karşılanmamıştır.
Sağlığında, "yakın çevre" dışında pek az tanınan Walter Benjamin'in, ölümünden sonra giderek nerdeyse bir tapıma dönüşmesindeki en büyük pay, kuşkusuz, yerleşik anlayışa meydan okuyan denemelerinin, Gershom Scholem ve Adorno gibi arkadaşlarının çabalarıyla kitaplaştırılmasına düşmektedir. Kitaplarının 1960'lar ve 1970'lerde İngilizceye ve başka dillere de çevrilmesi, "Benjamin tapımı"nın oluşmasında bir başka etkendir. Ama, bugün İnternette Amazon'a girdiğinizde Walter Benjamin'e ilişkin tam 304 başlık buluyorsanız, bunda, 20. yüzyılın bu sahici toplumsal eleştirmeninin kısa hayatı ve gizemli ölümünün de payı olsa gerektir.
Daha önce Türkçede, Ünsal Oskay'ın derlediği Estetize Edilmiş Yaşam, Nurdan Gürbilek'in hazırladığı Son Bakışta Aşk (Metis Yayınları), Haluk Barışcan ve Güven Işısağ'ın çevirdiği Brecht'i Anlamak (Metis) gibi kitapları yayımlanan Benjamin'in, Cemal Ener tarafından çevrilen Moskova Günlüğü'nde, Orhan Koçak'ın atlanmaması gereken Sunuş'unda belirttiği gibi, tam kaynaşmadan birbirine dolanan üç öykü çizgisi seçiliyor: Biri, Letonyalı Bolşevik tiyatrocu Asja Lacis'e aşkının öyküsü. İkincisi, Benjamin'in kendi siyasal bağlanma serüveninin öyküsü. Üçüncüsü ise, devrim sonrası Moskova kentindeki gözlemlerinin, yaşadıklarının, düşkırıklıklarının öyküsü.
Evet, bu üç öykü çizgisi tam kaynaşmadan birbirine dolanıyor, ama bu kırılgan Marxçının hüzünlü aşkının dolambaçlarında, serpilip boy atmakta olan sosyalist toplumun doğum güzellikleri kadar ölüm nedenleri de seçilebiliyor.