ISBN13 978-975-342-096-9
13x19,5 cm, 280 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Tarihin Cinsiyeti, 2003
Dünyayı Bugünde Sevmek, 2012
Düşünme Etiği, 2021
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

"Sonuç: Kendi Adını Koymaya Cesaret Etmek", s. 209-217

İnsan yaşamında çok önemli bir yer tutan dinin, sosyolojik ve ideolojik bir olgu olarak, gerek tarihsel gerekse çağdaş bağlamlarda incelenmesi, toplumsal cinsiyet bölünmesinin iki tarafı için farklı anlamlar taşıdığına ve kadınlar ile erkeklerin maddi ve ideolojik yaşamları üzerinde farklı etkiler yarattığına işaret ediyor. Özellikle kadınların dinle olan ilişkisi her zaman karmaşık, çelişkili ve gerilimli olmuştur. Din, kadınlara zaman zaman kendilerini ifade olanağı sunsa da, kadını ikincil ve bağımlı olarak değişmez bir biçimde tanımlamasıyla onlar için yalnızca ideolojik düzlemde kalmayan bir cendere oluşturmuş ve kadınlar yüzyıllar boyunca kendilerine ve başkalarına, eksiksiz insanlığa ulaşabilme ve soyut düşünme yetisine sahip olduklarını kanıtlayabilmek için çırpınıp durmuşlardır.

Batı'da, bin yıldan uzun bir zamandır düşünen kadınların temel zihinsel çabalarının, Hıristiyanlığın kadınlara yakıştırdığı "insan ıstırabının kaynağı, baştan çıkarıcı Havva" imgesi ve rolünün değişik bir biçimde kavramsallaştırılabilmesi için dinin yeniden gözden geçirilmesinde yoğunlaşmasının nedeni budur. Kadınların kurtuluş uğruna mücadeleleri, durumlarına siyasal bir çözüm düşünebilmelerinden çok önce, ister istemez, dinsel arenada verilmiştir(1) ve bu zorunluluk, büyük bir olasılıkla, onların daha verimli ve sonuç alıcı çabalara girişmeleri önünde bir engel oluşturmuştur.

Hıristiyan dünyasının ataerkil otoriteleri, yüzyıllar boyunca, kadınların toplumdaki "doğru" yerini tanımlamak ve bağımlılıklarını meşru göstermek için Kutsal Kitap'ın yaratılış, cennetten kovulma ve Paulus'un mektupları bölümlerine başvurdular ve bu kutsal metinler, kadınların omuzları ve yürekleri üzerinde ağır bir yük oluşturarak onların kendi kendilerini özgürce tanımlama çabalarını engelledi. Bu nedenle, daha özgün ve yaratıcı düşünceler geliştirmezden önce, uzun süre, dinin yeniden yorumlanmasıyla uğraşmak zorunda kalmış olmalarında şaşılacak bir şey yoktur.

Bingen'li Hildegard'dan Hackeborn'lu Mechtild'e, Christine de Pizan'dan Navarre'lı Marguerite'e ve daha birçoklarına kadar, eğitim fırsatını yakalayabilmiş kadınlar, İrlandalı Ortaçağ ozanının dizelerinde çarpıcı ifadesini bulan Havva imgesiyle mücadele ettiler. Ozan, Havva'nın ağzından şöyle sesleniyordu:

Ben Havva'yım, soylu Adem'in karısı; geçmişte İsa'ya karşı gelen bendim; çocuklarımı cennetten yoksun bırakan da benim; asıl benim çarmıha gerilmem gerekirdi... Yasak elmayı ben kopardım; ben olmasaydım ne cehennem, ne ıstırap, ne de korku olacaktı.(2)

Buna karşı, Christine de Pizan, bu dehşet verici kadın düşmanlığıyla mücadele ederken her zamanki inceliğini korumaktadır:

Tanrı, Adem uyurken onun kaburgasından yarattı kadını, çünkü onun erkeğin ayakları dibinde bir köle olmasını değil, ona eş ve yoldaş olmasını ve Adem'in Havva'yı kendisini sevdiği gibi sevmesini istiyordu... Bilmiyorum dikkat ettiniz mi ama, Havva Tanrı'nın imgesinde yaratılmıştı. Böylesine soylu bir benzerliği taşıyana, hangi ağız kötü nitelikler yakıştırabilir?... Tanrı ruhu yarattı ve kadın ve erkek bedenlerine aynı derecede iyi ve soylu benzer ruhlar yerleştirdi... Kadın, en yüce zenaatkâr tarafından yaratılmıştı. Nerede? Tanrı'nın cennetinde. Hangi maddeden? Aşağılık bir maddeden mi? Hayır, yaratılmış olan en soylu maddeden: Tanrının yarattığı erkeğin bedeninden.(3)

Kadınlar bu tür yeniden kavramsallaştırmalar uğruna ne çok emek, ne çok zaman, ne çok kâğıt, ne çok mürekkep harcadılar... Ama elbette çabaları tümüyle boşa gitmedi; çünkü en baskıcı ve eşitsiz gelenek içinde bile, eşitlikçi bir damarı bugünlere aktarmayı başardılar. Ancak, ne denli zekice ve haklı yorumlar yaparlarsa yapsınlar, ataerkil geleneği ortadan kaldırmaya güçleri yetmedi: Baskıcı bir geleneğin sınırlarının tümüyle dışına çıkmadan o gelenek içinde belli ölçüde direnmek mümkün olsa bile, gerçek kurtuluş mümkün değildi.

Nitekim, İslam geleneği içinde de herşeye karşın, dayatılan sınırlamalara boyun eğmemiş ve Tanrı ile aracısız bağ kurma hakkına sahip çıkmış kadınlar vardır. Bunlardan belki de en önemlisi ünlü mistik Rabia'dır (ö. 801). Basra'lı Rabia, koşulsuz Tanrı sevgisi yolunda yürümenin simgesi haline gelmiş ve yalnızca İslam dünyasında değil, Avrupa'da da öyküleri anlatılır olmuştur. Rabia, yaşadığı dönemde erkeklere eşdeğer tutulmakla kalmamış, onlardan üstün olduğu bile sonraki bazı (erkek) yazarlar tarafından öne sürülmüştür. Ama herşeye rağmen Rabia da, kadının eksiksiz insanlığının ancak "kadın" olarak görülmekten çıkarak mümkün olduğu gerçeğini değiştirememiştir. Ona hayran olan yazarların övgülerini dile getiriş biçimleri buna tanıktır: "Bir kadın Tanrı yolunda yürürse, artık ona 'kadın' denemez!"(4)

Dinin insanlar üzerindeki etkisi ne yönde olursa olsun, insan davranışına yön veren insan öznelliğini kavramak istiyorsak, dini incelememiz gerektiği açıktır. Birçok toplumbilimcinin üzerinde birleştiği nokta, dinin bireysel ya da kolektif insan yaşamının en derin yönleriyle ilgili olduğudur; dini göz ardı etmek, herhangi bir dünya görüşünün derinde yatan köklerinin gözden kaçırılmasına yol açar. Din bir dizi simgesel biçim ve imge yaratır; bir kültürün dinsel gelenekleri, onun ifade biçimleri ve anlam yaratma süreçleridir. Dolayısıyla topluma ve kültüre ilişkin feminist analizler, kadınların ikircikli bir ilişki içinde bulundukları dini çözümlemeye cesaret etmedikleri takdirde, eksik ve yüzeysel kalmaya mahkûmdur.

Ne var ki, bu çözümlemenin hiç de kolay olmadığını kabul etmek gerekir; çünkü bir kere, teoride din ile pratikte din, yani yaşanan bir deneyim olarak din, farklı şeyler olabilir. Ayrıca, kadınlar da homojen bir grup değil, sınıfsal, ırksal, ulusal ve etnik aidiyetlerle bölünmüş durumdadırlar ve dolayısıyla din bu farklı kesimler için farklı anlamlar ifade edebilir. Bu arada unutmamak gerekir ki, kadınlar erkeklerin egemenliği altındaki bir dünyada yaşasalar bile, içinde yaşadıkları bağlamları değiştirmeye de etkin olarak katılan ve bu süreç içinde elbette kendilerini de değiştiren öznelerdir. Baskı yapıları ise, Giriş bölümümüzde tartıştığımız gibi, aynı zamanda direnmenin odaklarıdır.

Bütün bunlar, dinsel söylem/pratik de dahil olmak üzere tüm toplumsal-tarihsel olguların basit ve indirgemeci yorumlarından kaçınmanın yanı sıra, kadınlar ve onların din ile ilişkileri konusunda da kolay genellemelerden kaçınmak gereğini gündeme getirir. Ancak, bu noktayı unutmamak kaydıyla, özellikle karşılaştırmalı bir araştırmanın gözler önüne serdiği ortak nitelikleri belirlemek ve bazı genellemeler yapmak da olanaksız değildir.

Tektanrılı dinlerin doğuş ve gelişme süreçlerini ve kutsal metinlerini, tarihsel ve toplumsal açıdan çözümlemeye giriştiğimizde, bunların içinde doğdukları toplumların ataerkil maddi koşullarıyla bağlı olduklarını, karşılığında da bu ataerkil çerçeveleri pekiştirici bir etki yaptıklarını görüyoruz. Sözkonusu üç dinsel gelenek arasında ortak özellikler kadar, elbette farklılıklar da vardır ve bu farklılıklar, bazen, İran örneğinde değindiğimiz gibi, kadınlar açısından belirleyici olabilir. Ortak özelliklerin en önemlisi ise, tektanrılı dinin, kadının ikincilliğini doğal kabul etmesi ve bu "doğal ikincilliği", kadının ve onun bedeninin denetlenmesinin meşru gerekçesi saymasıdır. Bu ortak özellik, tarihsel ve coğrafi olarak, her üç tektanrılı geleneğin de aşağı yukarı aynı ya da birbirine yakın topraklarda ve benzer maddi koşullarda doğup gelişmesiyle açıklanabilse bile, ilginç olan, bugünkü ifadelerinde de kadınlara ilişkin tutumu gündemlerinin merkezine almalarıdır. Görüldüğü gibi, tarih içinde en direngen ideolojik süreklilik, kendisini, kadınlara ilişkin ataerkil anlayış ve tutumlarda ortaya koymaktadır.

Nitekim, Protestan ve İslamcı Köktendinciliğe ilişkin çözümleme, her iki dinsel canlanışın gündeminin de odağını kadının konumunun ve denetiminin oluşturduğunu ve Köktendinciliğin kendisini toplumsal cinsiyet ve kadının toplumsal rolü aracılığıyla meşrulaştırdığını gözler önüne sermektedir. Dördüncü Bölüm'de değindiğimiz gibi, her iki tür Köktendincilik de "temellere/köklere" dönüşü vazettiği ve geleneksel dinsel söylem içinde ifade edildiği halde, hem teoride hem de pratikte yeni bir "icat"tır. Ne var ki, bu yeni icadın kadınlara ilişkin cinsiyetçi gündeminde, yeni olan hiçbir şey yoktur. Bu gündem, kökeni ta Eski Mezopotamya'ya dayanan binlerce yıllık cinsiyetçi varsayımları ve önkabulleri yineleyip daha da pekiştirmekten başka bir "yenilik" getirmemektedir. Bu ise, ataerkil aile kurumunun korunup sürdürülmesinde kurumlaşmış dinin oynadığı canalıcı role işaret eder.

Giriş bölümünde tartıştığımız gibi, dinin, toplumların üretimi ve bireylerin yeniden üretimi açısından yerine getirdiği toplumsal işlev, her ikisi de aile aracılığıyla gerçekleşen, mülkiyetin denetimi ile bedenlerin denetiminde oynadığı belirleyici roldür. Dinsel sistemlerde beden, hem kutsallığın aktarımı için bir araç, hem de tende ("et"te!) ifadesini bulan dünyevi kötülük için temel bir simgedir. Bu bağlamda beden, ruhun eğitilebilmesi için "terbiye edilmesi" (disipline sokulması) gereken araç-nesne ve insanlığın "selamete" erişmesi önündeki engeldir. Bedenin denetimi ve terbiyesi ise, aslında cinselliğin denetimidir; kadının ezilmesi üzerine kurulu ataerkil sistemde, cinselliğin düzenlenimi ve denetimi, pratikte, kadın bedeninin ve yaşamı yaratma yetisinin (doğurganlığının) denetlenmesi biçimini alır.

Köktendinci akımlarda yapıldığı gibi, kadına, ailesel ve dinsel değerlerin taşıyıcısı rolünün verilmesi, geçici bir süre için onun statüsünü ve saygınlığını artırabilir. Ne var ki, son çözümlemede, "gerçek kadınlığın", ailenin ve kadının "doğal" rolünün yüceltilmesi; kadınları kapalı, dar bir alana hapseder ve daha kötüsü, onları erkekler tarafından tanımlanmış imgeler/kalıplar içinde dondurarak, kendilerini özgürce tanımlama olanağından yoksun kılar. Tektanrılı dinler ve onlardan beslenen günümüz köktendinciliği, kadınlardan yalnızca Tanrı'ya değil, erkeklere de hizmet ve itaat talep eder. Üstelik bunlar, kadınların bu itaati içselleştirmelerinin, gönüllü hizmetkârlar haline gelmelerinin en güçlü araçlarıdır. Oysa baskı, içselleştirildiği zaman, baskı olmaktan çıkmaz; yalnızca, baskının kaynağının belirlenmesi ve ona karşı mücadele edilmesi engellenmiş olur.

Üstelik, unutmamak gerekir ki, kadına, kadın cinselliğine, rolüne ve kişiliğine ilişkin olarak kutsal metinlerde ve gündelik inanç pratiklerinde ifade edilen tutumlar, yalnızca köktendinci ya da geleneksel dinsel bağlamlarda değil, laik ortamlarda da bizimle birliktedir. Kendilerini dindar saymayan insanlar bile, dinsel geleneklerin kültüre kattığı imgeler aracılığıyla "düşünürler" ve bunların yaydığı değer yargılarını içlerinde taşırlar. Dinsel geleneklerin yarattığı imgelerin büyük çoğunluğu erkeklerce yaratılmıştır ama, kadınlar bunları içselleştirir ve belki de herşeyden daha çok bu tanımların baskısı altında kalırlar. Ataerkil dinsel ideolojinin içselleştirilmesi, kadınları "kendi yerlerinde" tutmaya yarayan çok çeşitli mekanizmalar içinde, büyük bir olasılıkla en etkili olanıdır. İranlı Binas örneği, bu içselleştirmenin boyutlarını ortaya koyması bakımından düşündürücüdür:

Binas, yaşlı ve bilge bir kadındı. Kuranı okuyabildiği gibi, herşeyi de bilirdi. Bir gün bize rüyasında cehennemi gördüğünü anlattı. Cehennemde, kocasının izni olmadan başka bir kadının bebeğini emzirmiş olan bir kadın göğüs uçlarından demir çengellere asılmıştı; bir diğeri de kızgın demirden zincirlere bağlanmıştı, çünkü yaşarken kocasından izin almadan sağa sola gitmişti. Başka bir kadın da kaynar sular içine atılmıştı; nedeni, dünyadayken kocasının her istediği zamanda onunla cinsel ilişkiye girmemiş olmasıydı. Taş yutmak zorunda kalan bir deri bir kemik kalmış bir kadın da görmüştü, Binas; o da yaşarken kocasına ve çocuklarına doğru dürüst yemek yapmamış, yemekleri âşığına yedirmişti! Yaşarken çok gülen bir kadının ağzından şimdi alevler fışkırıyordu; boşanma parasını istemekte ısrar eden bir kadının ise ayaklarına ağır taşlar bağlanmıştı. Cehennem, bedenlerine iğneler, çiviler saplanmış; gözleri çıkarılmış; burunları kesilmiş; ateşte yürümek, karda yatmak zorunda bırakılmış kadınlarla doluydu.(5)

Yaşlı Binas'ın, çevresindeki genç kadınlara ibret olsun diye anlattığı tüyler ürpertici manzaralar, hep, kadınların erkek egemenliğine karşı işledikleri "günah"ların cezasıdır (ayrıca, bedenin nasıl bir "terbiye" odağı olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır). Ataerkil sistem, hem cehennemi büyük ölçüde kadınlara ayırarak, hem de erkeklere itaat zorunluluğunu din ve cehennem korkusuyla birleştirerek, üstelik bütün bunları bizzat kadınların yeniden üretmesini sağlayarak, sistem olarak ayakta kalmayı başarmaktadır.

Dolayısıyla, bu içselleştirmeye "hayır" demek, zorla dayatılan kalıplara direnmek ve kendi adını koymaya cesaret etmek, ister istemez, kadınları tektanrılı dinlerin mutlakçı yorumlarıyla bir hesaplaşmaya götürecektir. Üstelik yalnızca inanmayan kadınları değil, inananları da! Nitekim bu yüzyılın başlarında bir Müslüman Arap kadını, kadınların uğradığı haksızlıklara şöyle isyan etmektedir:

Despotluk ve baskının eseri olan bu haksız peçelenme yasası da nedir? Bu zorunluluk, Allah'ın ve onun peygamberinin kitabının çiğnenmesi demektir. Bu yasa, kadınları fiziksel güçle boyunduruk altına almış olan erkeğin yasasıdır. Bu yasayı yapabilmek için erkek, Allah'ın kitabına müdahale etmiş, onu tahrif etmiştir.

Erkek, zararı kendisine de dokunsa bile, despotluğu ve baskıcılığıyla mağrur olmuştur. Bu yasayı o kendi başına, kadına en ufak bir şekilde danışmadan yaptı. Bu yüzden de yaptığı yasa, Allah'ın iradesine aykırı bir biçimde, sadece erkeğin arzularına uygun oldu.(6)

Ama kadınlar, kendi tarihlerini öğrenmekten ve kendi bilgi dağarcıklarını inşa etmekten alıkondukları için, bu haykırıştan 70 yıl sonra, İran'da yaptıkları gibi ataerkil kalıpları benimseyerek ve ataerkil simgeleri kabullenmenin ne denli belirleyici olduğunu unutarak, "peçeli direniş"e giriştiler. Özgürlük ve demokrasi talep ediyorlar ve Şah rejiminin zulmüne başkaldırıyorlardı ama, hareketin önderliğini yapan mollaların talimatlarına da uyarak örtünüyorlardı. Onlara göre bu, o sırada verilmesi gereken önemsiz bir tavizdi. Ama "İslam devrimi"nden kaçmak zorunda kalan Tara'nın acıyla dediği gibi, "herşey 'bunu kabul etsem ne olur ki' denilerek verilen küçük tavizlerle başlamıştı":

Biz farkında olmasak bile onlar, bu önemsiz gibi görünen küçük tavizlerin nasıl bir alışkanlık yaratacağını, kişiliğimizde ne tür tahribatlar yapacağını biliyorlardı. Öyle ki, her bir taviz diğerine eklenecek ve sonuçta, herşeyin eskiden beri öyle olduğuna inanan, itiraz etmeyi unutmuş insanlar olacaktık.(7)

İran'da, mollalar rejimi işe önce psikolojik baskıyla başlamış, sonra onu fiziksel şiddet izlemişti: "Örtünmeyene hakaret, örtünmeyene dayak, örtünmeyene jilet müstahaktı." Hayatın en özel ve görünmez yerlerine yönelik müdahaleler "öylesine bir kuşatmayı içeriyordu ki, insan çıldıracağını hissediyordu." Çünkü İslam devleti, hayatın her alanına müdahaleyi öngören bir şeriat rejimiydi ve böyle bir rejimde şeriat kurallarının uygulanması ve "kadınların yola getirilmesi", yalnızca resmi görevlilerin değil, bütün müminlerin göreviydi.

Bu noktada, bir din devleti ile laik bir devlette yaşamanın kadınlar açısından nasıl belirleyici bir farklılık yarattığı gündeme gelmektedir. Dinsel imge, kalıp ve kurallar laik bir ortamda bile kadınları etkileyip baskı altına alır, ama böyle bir devlette bunlara direnmek ve "hayır" demek, alternatifler üretmek mümkündür. Oysa Tara'nın ve daha yüzbinlerce İranlı kadının yaşayarak öğrendikleri gibi, bir şeriat devletinde, kadınlar için varolan düzenin dışına çıkma girişimi, bedeli kişinin yaşamıyla ödenmek zorunda kalınabilen bir varlık sorununa dönüşmektedir. Böyle olduğu için de, büyük çoğunluğun uzlaşmayı yeğlemesine herhalde şaşmamak gerekir.(8)

Ne var ki, kadınların boyun eğip uzlaşmalarına da pek güvenmemek gerektiğini, Tertullianus ve Augustinus gibi Kilise Babaları kadar, İslamcı teologlar da bilir. Abbas Mahmud elAkkad, Adem ile Havva öyküsünün, "kadının ebediyen değişmeyecek doğasını simgelediğini" söylemektedir. Bu "değişmez doğa", "kadının, kendisine yapma denileni yapmasıdır":

Kadının karakterinin bütün öğeleri bu öyküde mevcuttur ve bunlardan biri, onun yasak olana karşı duyduğu eğilimdir. Türün devamının sağlanabilmesinin tek yolu, denetleyen ile denetlenen arasındaki ilişkinin sürdürülmesidir. Denetlenen, yani kadın, doğasında karşı çıkma isteğini barındırır ve kendisini denetleyenin iradesini kırmaya çalışır. Böylece, baştan çıkarma ile irade arasında bir mücadele baş gösterir... Kadının baştan çıkarıcı olmasının nedeni, denetleniyor ve yönetiliyor olması, kendisinin ise kurnazlık ve baştan çıkarma dışında yönetme olanağına sahip olmamasıdır.(9)

Gerçekten de, kadınların kurtuluş ve özgürleşme olanakları, "umut ilkesi"ni yükseltme olanakları, işte onların bu denetlenen ve yönetilen olma konumlarından ve bu konumun yarattığı çelişkilerin yeşerttiği direnme ruhundan, "yapma denileni yapmalarından" kaynaklanmaktadır. Ataerkil sistem bu ruhtan korkmakta ama, yaratılış mitosunun ve onun çeşitli yorumlarının da ortaya koyduğu gibi, onu yok sayamamaktadır.

Yaratılış öyküsüne göre, Adem'in ilk eylemi, "şeylerin adını koymak"tır. Buna karşılık Havva'nın ilk eylemi bilgi peşinde koşmak, bilgi ağacının yasak meyvesinden tadarak Tanrı'nın bilgisinden pay almaktır. Bu onun gözlerini açacak ve onu "iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi" yapacaktır (Tekvin, 3:6). Eski Ahit'teki yaratılış mitosu, bir kez daha Foucault'yu hatırlayacak olursak, "bilgi"nin ya da bilinçliliğin önemine ve direnişe yol açarak, varolanı değiştirme potansiyeline işaret eder. Tanrı'nın, erkeğin ayrıcalığı olan bilgiyi elde etmeye kalkıştığı için kadını cezalandırmış olması bir rastlantı değildir. Öyleyse, kadınların, yasak meyveyi yeme haklarına sahip çıkmaları ve aynı zamanda ad koyma hakkını, özellikle de kendi adlarını koyma ve kendi kendilerini tanımlama hakkını geri almaları gerekir. Çünkü, ad koyma ve tanımlama hakkına sahip olanlar, aynı zamanda iktidara da sahip olanlardır. Kadınlar için kendi kaderini belirleme mücadelesi, kaçınılmaz olarak, kendilerine dayatılan tanımlara karşı çıkışı ve alternatif tanımlar yaratılmasını içerir.

Bir İslamcı feminist, Azize el-Hibri, günümüz İslam dünyasında inanan kadınların dinin daha eşitlikçi bir yorumu uğrunda verdikleri mücadeleye değinerek şöyle demektedir:

Müslüman feministler, Müslüman ataerkil otoritenin tehditleri karşısında yılgınlığa kapılmamalıdırlar. Tersine, İslamiyet'te Tanrı ile kul arasında bir ruhban sınıfının bulunmadığı, her insanın kendi inançlarından dolayı Tanrı'ya karşı doğrudan kendisinin sorumlu olduğu gerçeğini hatırlamalıdırlar. Ayrıca, eğer ataerkillik kendi ideolojik sınırları içinde beş ayrı düşünce okulunun varlığını meşru görebiliyorsa, feministler de pekâlâ bunlara bir tane daha eklenmesini isteyebilirler.(10)

Azize el-Hibri'nin akıl yürütmesi kendi içinde son derece tutarlıdır ama, fanatik İslamcıları ve köktendincileri tutarlı savlardan çok, şeriata koşulsuz sadakat ilgilendirmektedir. Laik topluma olan nefretlerinin kaynağı da işte budur. Çünkü bir toplum derinden laikleştiğinde, bir cinsin öteki üzerindeki iktidarı, en değerli meşrulaştırma araçlarından birini yitirir. İktidarın tanrısal dayanağı ortadan kaldırıldığında, erkeğin kadın üzerindeki "doğal" üstünlüğü efsanesinin yıkılması yolu da açılmış olur.(11)

"Din kavramının kendisi, insanlar için değerli yönleri olsa da, ataerkil yapılar, kutuplaşmış değerler ve hiyerarşi ile öylesine lekelenmiş durumdadır ki, en titiz feminist arındırmanın bile bu lekeleri temizlemesi mümkün değildir"(12) diyor, felsefeci Hilde Hein. Gerçekten de, amacımız barış olduğu zaman, savaşı anlamsız kılmanın yolu, karşı-silahlar üretmek değil, tümüyle silahlardan arınmış bir dünya kurmaya cesaret etmektir!

Notlar


(1) G. Lerner, The Creation of Feminist Consciousness, Oxford University Press, 1993, s. 11. Yukarı
(2) David Greene ve Frank O'Connor, derl., A Golden Treasury of Irish Poetry: 600-1200, Macmillan, Londra, 1967, s. 158. Yukarı
(3) Christine de Pizan, The Book of the City of the Ladies, Persea Books, New York, 1982, I.9.2, ss. 23-24; akt. G. Lerner, a.g.e., s. 144. Yukarı
(4) Annemarie Schimmel, "Women in Mystical Islam", Women and Islam, der. Azizah al-Hibri, Pergamon Press, Londra, 1982 içinde, s. 151. Yukarı
(5) Erika Friedl, Women of Deh Koh. Lives in an Iranian Village, Smithsonian Institution Press, 1989, ss. 227-8. Yukarı
(6) Nazirah Zein ed-Din, As-Sufur wal Hijab, Beyrut, 1928, s. 140; akt. A. al-Hibri, a.g.e., s. 218. Yukarı
(7) Tara, "İran'da Kadın Olmak", Cumhuriyet Dergi, no. 436, 31 Temmuz 1994. Yukarı
(8) A.g.y. Yukarı
(9) Abbas Mahmud al-Akkad, Hadhihi al-shajara ve al-Mar'a fil- Quran, Kahire, t.y.; akt. Jane I. Smith ve Yvonne Haddad, "Eve: Islamic Image of Woman", der. A. al-Hibri, a.g.e. içinde, ss. 142-3. Yukarı
(10) A. al-Hibri, a.g.e., "Editorial", s. ix. Yukarı
(11) E. Badinter, Biri Ötekidir, Afa Yayınları, İstanbul, 1992, s. 291. Yukarı
(12) Hilde Hein, "Liberating Philosophy: An End to the Dichotomy of Spirit and Matter", derl. Ann Gary ve Marilyn Pearsall, Women, Knowledge and Reality, Unwin Hyman, Boston, 1989 içinde, s. 307. Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X