Önsöz, s. 7-13
Bu kitap, bir doktora tezi (AÜSBF - Siyaset Bilimi) olarak hazırlandı; dolayısıyla, akademik bir çalışmanın tüm olumsuzluklarını ve dezavantajlarını taşıyor. Ancak, tezin yazımının olmasa bile, araştırma ve zihinde olgunlaştırma sürecinin epey uzun bir zaman dilimine yayılmış ve oldukça geç bir yaşta kotarılmış olmasının getirdiği bazı avantajlar da yok değil. Bir kere, insanın olgunluk ve özgüven düzeyi ister istemez biraz artmış oluyor (özellikle ikincisi, kadınlar açısından önemli; ve bu niteliği görece geç bir yaşta kazanabilmemiz, başlı başına düşündürücü). Bu ise, gerek içerik, gerekse dil açısından daha cesur ya da serüvenci bir tutum alınabilmesini kolaylaştırıyor. Bu tezi yazarken, kendimi olayların ve dilin akışına kaptırdığım çok oldu. Elimdeki malzeme, özellikle eski yaratılış mitosları ve üç kutsal kitabın dili, böyle bir kaptırışa elbette çok yatkındı. Dolayısıyla, yazım aşaması, sancılı da olsa, yer yer epey keyifliydi.
Ne var ki, aynı şeyi içerik açısından söylemem mümkün değil. Ataerkilliğin yalnızca köklerinin değil, bugün hâlâ varolduğu yetmiyormuş gibi her gün durmadan yeniden üretilen kalıplarının, en azından altı bin yıldır değişmediğini görmek, insanda gerçekten umutsuzluk ve karamsarlık yaratabiliyor. Belki de bu yüzden; yani bir tür, karamsarlıkla başetme yolu olarak, bu tezi yazıp ortaya çıkarmak istedim. Size düşman bir şey hakkında bilgi sahibi olmak, onun üzerinde belli bir güç sahibi olmuşsunuz ve onunla başedebilirmişsiniz gibi bir duyguyu da beraberinde getiriyor. Tezde, Foucault'ya dayanarak teorik bakımdan temellendirmeye çalıştığım bu savın, son derece gündelik ve sıradan bir pratiklik düzeyinde de işe yaradığını düşünüyorum. En azından, bana iyi geldi! "Umut ilkesi"ni ayakta tutmamız gerekiyor; başka çaremiz yok.
Biraz da çalışmanın kendisine bakacak olursak; din, bireysel ya da kolektif insan yaşamının en derin yönleriyle ilgili bir olgu. Dolayısıyla, insan davranışına yön veren insan öznelliğini kavramak istediğimizde, dini de incelememiz gerektiği açık; insana özgü her olgu gibi din de, inanç düzleminde bir tartışmaya girişilmeksizin, tarihsel ve toplumsal bir incelemeye tabi tutulabilir. Ve böyle bir incelemeye giriştiğimizde, hemen her konu gibi dinin de, toplumsal cinsiyet bölünmesinin iki kutbu, yani kadınlar ve erkekler açısından farklı anlamlar taşıdığı gerçeğiyle yüz yüze geliyoruz. Özellikle kadınların dinle ilişkisi, her zaman çok karmaşık, çelişkili ve gerilimli olagelmiş. Din, bir dizi simgesel biçim ve imge yaratır; bir kültürün dinsel gelenekleri, o kültürün ifade biçimleri ve anlam yaratma süreçlerinin parçasıdır. Bu nedenle, topluma ve kültüre ilişkin feminist araştırmalar, kadınların ikircikli bir ilişki içinde bulundukları din olgusunu çözümlemeye cesaret etmedikleri takdirde, eksik ve yüzeysel kalmaya mahkûmdur.
Din olgusunu ve kadınlar ile din arasındaki ilişkiyi incelemeye giriştiğimizde ise, çözümü zor sorunlarla karşılaşıyoruz. Bir kere din, teoride ve pratikte farklı olabilir; yani farklı toplumsal ve tarihsel bağlamlarda insanlar tarafından hem algılanışı, hem de uygulanışı farklı olabilir. İkincisi, kadınlardan sanki bütünsel ve birörnek bir kategoriymişler gibi söz etmek yanıltıcı; çünkü kadınlar aslında sınıfsal, ırksal, ulusal, etnik ve dinsel ayrımlar içinde bölünmüş olarak yaşıyorlar. Ayrıca, kadınlar, erkek-egemen toplumların sınırlamaları içinde yaşamak zorunda kalmış olsalar bile, ataerkil kültür içinde kendine özgü bir kadın kültürü yaratma ve yaşatma olanağı da her zaman varolmuş. Çünkü kadınlar, tarihin "kurban"ı oldukları kadar, onun yapımına katkıda bulunan etkin özneler durumundalar. Bu anlamda, baskı ve egemenlik yapıları aynı zamanda direnmenin de odakları ve bu gerçek, din de içinde olmak üzere, herhangi bir toplumsal/tarihsel olgunun basitleştirici ve indirgemeci yorumunu geçersiz kılıyor.
Kadınların öznelliklerini, yani kendilerini ve çevrelerindeki dünyayı nasıl algıladıklarını anlama çabası ise, işi daha da karmaşıklaştırıyor. Oysa, din olgusunu ve dinin belli dönemlerde kadınlara neden çekici geldiğini anlayabilmek açısından, bu, zorunlu bir çaba; çünkü din, belki de her şeyden daha çok, bir anlam ve anlamlandırma sistemidir. Diğer yandan, dini yaşayan insanların öznel algılamalarının ötesinde, dinin nesnel yönleri ve işlevleri de vardır: Son derece etkili bir meşrulaştırma ve şeyleştirme aracı olması; katı toplumsal cinsiyet ayrımlarının ve kalıplarının oluşturulup pekiştirilmesinde oynadığı rol; kadının bağımlılığının ve aşağı konumunun bütün tektanrılı dinlerde ortak olan ifade ediliş biçimi ve bu bağımlılığın değişmez kılınması, vb.
Bu çalışma, kadınların dine yönelişlerinin nedenlerine de değinmekle birlikte, esas olarak, dinin yukarıda sözünü ettiğim nesnel anlamı ve işlevleri üzerinde odaklaşıyor. Çünkü tektanrılı dinlerin somut içeriğinde yansıyan nesnel anlamı ele alarak –dinsel ideolojinin, farklı tarihsel/toplumsal koşullarda farklı biçimlerde eklemlenebileceğini ve dolayısıyla değişik uygulamalara yol açabileceğini göz ardı etmeksizin– dini, bir baskı ve iktidar söylemi olarak çözümlemek mümkün. Ayrıca, dinsel ideolojinin incelenmesi bağlamıyla sınırlı olmak kaydıyla, "kadınlar"ı bütünsel bir kategori olarak ele almanın meşruluğunu da savunmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü dinsel metinler bize, kadınlar arasındaki ayrımları göz ardı eden ve kadınların özgün bireyselliğini tanımayan bir "kadın" kalıbı sunarlar ve dahası, bunun kabul edilebilir tek tanım olduğunu öne sürerler.
Kadınların tektanrılı dinler karşısındaki konumunu karşılaştırmalı bir teorik yaklaşım içinde ele almaya giriştiğimizde, kaçınılmaz olarak, toplumsal cinsiyet ile toplumsal iktidar ve denetim olgusu arasındaki ilişki de gündeme geliyor. Bu bağlamda, tarihsel olarak insan bedenine –özellikle de kadın bedenine– ve bedensel varoluşa yüklenen anlamlar ve varoluşun "başlangıcı" ya da kutsal kitapların "yaratılış" adını verdikleri şey üzerinde durmak gerekir. Dolayısıyla da, insan düşüncesinin çoktanrılılıktan tektanrılılığa geçişi sürecine eşlik eden toplumsal/kültürel dönüşümün cinsiyetlerarası ilişkilere nasıl yansıdığını, cinsiyet kalıplarına nasıl bir somut içerik kazandırdığını ve bunun toplumsal iktidar ilişkileri açısından yol açtığı sonuçları ele almak zorunluluğuyla karşılaşırız.
Böyle bir yaklaşım, her üç tektanrılı dinde Tanrı'nın cinsiyetinin neden erkek olarak kavramsallaştırıldığı; bunun kadın ve erkek kimlikleri, otoritenin niteliği ve iktidar yapılarına ilişkin düşüncelerimizi nasıl etkilediği; varolan toplumlarda kadınların soyu üretme gücünün neden küçümsendiği, buna karşılık ve karşıt olarak, erkeklere atfedilen "kültür ve uygarlık yaratma" özelliğinin neden yüceltildiği gibi sorulara yanıt aranması gereğini de beraberinde getirir.
Dolayısıyla bu çalışmada, yukarıdaki sorulara yanıt arayarak ve indirgemeci yorumlardan kaçınmaya çalışarak, tektanrılı dinler ile kadınların statüsü arasındaki ilişkiyi araştırmaya yöneldim. Bu amaçla, "Giriş" bölümünde kullandığım temel kavramları ve yaklaşımı açımlamaya çalıştım; din ile toplumsal cinsiyet olgularını kavrayan bir teorik çerçeve içinde, konunun gereği olan çok bilimdallı bir yöntemin kullanıldığı ve dinsel söylemin Foucaultcu anlamda bir iktidar söylemi olarak ele alındığını vurguladım. Bunun yanı sıra, iktidar yapılarının aynı zamanda direnme odakları da olduğunu savunarak, kadınların, kendilerini denetleyen bir baskı söylemi ve pratiği olan din çerçevesinde bile, direnme olanaklarının bulunduğuna dikkat çektim.
Tektanrılı dinin genesis koşullarına ve kendi "yaratılış" öykülerine bakıldığında, can alıcı noktanın, kadının doğurganlığı dolayısıyla varolan can verme gücünün "ideolojik" olarak elinden alınıp, tek erkek tanrıya ve onun aracılığıyla "yeryüzü erkeği"ne aktarılması olduğu görülüyor. Bu dönüşümün kadınlar açısından belki de en önemli ve olumsuz sonucu, kadının fiziksel olarak elinden alınamayan doğurganlığının küçümsenmesi, soyu üretme yetisinin karşısına erkeklere özgü olduğu öne sürülen kültür yaratma yetisinin çıkarılması ve kadının yeni bir can yaratma özelliğine sahip bedeninin –tam da bu nedenle– kirli sayılarak lekelenmesi ve denetlenmesinin meşru görülmesi. Erkeğin üremede oynadığı rolün, "tanrının dünyayı yaratma" eyleminin fani düzlemdeki yansıması olarak görülmesi; erkek tanrı ile ölümlü erkek arasında kurulan bu bağlantı, ataerkil sistemlerde erkeğin gücünün çok önemli bir bölümünü ve temel ideolojik payandasını oluşturur. Bu nedenle, Birinci Bölüm'de, kadın doğurganlığının açık seçik olgularından uzaklaşılarak can verme yetisinin tek erkek tanrının "söz" kudretine aktarılması ve onun dolayımıyla da yeryüzündeki erkeğe geçirilmesi süreci ideolojik düzlemde ele alınıyor. Bu süreç sonucunda kadın, salt bir taşıyıcıya; erkeğin canlı tohumunu barındırıp besleyen cansız toprağa indirgenir.
İkinci Bölüm'de ise, aynı sürecin toplumsal pratiğe yansıyan, kadının statüsünün düşmesi ve bağımlı kılınarak denetlenmesi boyutu üzerinde duruluyor. Bu olgunun benzer ve ortak toplumsal/hukuksal/kültürel özelliklerini, hem ataerkil sistemin hem de üç büyük tektanrılı dinin beşiği olan Ortadoğu'nun çeşitli kültürlerinde izlemek mümkün. Dolayısıyla, karşılaştırmalı bir yaklaşım, dinsel kültürler arasındaki farklılıklar kadar, hatta onlardan daha çok, benzerlik ve süreklilikleri gündeme getiriyor ve kadınlara ilişkin anlayışların, bu benzerlik ve süreklilikler içinde en belirgin ve direngen öğe olduğunu çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Ataerkil sistemin ortaya çıkıp kurumlaşması ve tektanrılı dinin egemen olması sürecinin bir diğer önemli boyutunu, Eski Yunan'da ruh-madde, Hıristiyanlık'ta ise ruh-beden biçimini alan hiyerarşik ikiliğin derinleşmesi ve kadının bu karşıtlığın "aşağı" sayılan kutbuyla, yani beden ile özdeşleştirilerek onun bedeni üzerinde toplumsal denetim uygulanmasının meşrulaştırılması oluşturur. Üstelik bu, zaman zaman öne sürüldüğü gibi, yalnızca Batı Hıristiyan geleneğine özgü bir olgu değildir. İslami kültürde de, kadının bedenle ve bedensel arzuyla özdeşleştirilerek "fitne" yaratma özelliğinin bulunduğunun varsayılması, onun toplumsal olarak denetlenmesinin ve bu denetimin en somut göstergesi olan örtünmeye zorlanmasının "meşru" gerekçesini meydana getirir. Üçüncü Bölüm'de ele alınan bu konunun da karşılaştırmalı bir yaklaşımla incelenmesi, Hıristiyan ve İslami söylemler arasındaki benzerliklerin en çarpıcı olanının, gene kadınlara ilişkin anlayışlar olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Kadının ikincilliğinin doğal kabul edilerek bunun onun bedeninin denetlenmesinin meşru gerekçesi sayılması, her üç tektanrılı dinin ortak özelliği. Bu ortak özellik, tarihsel ve coğrafi olarak üç geleneğin de aşağı yukarı aynı ya da birbirine yakın topraklarda ve benzer maddi koşullarda benzer gereksinimlere yanıt olarak doğup gelişmeleriyle açıklanabilse bile, ilginç olan, bugünkü ifadelerinde de kadınlara ilişkin tutum ve anlayışı odak almaları. Nitekim Dördüncü Bölüm'ün konusu olan günümüzdeki Protestan ve İslamcı köktendinciliğe ilişkin çözümleme, her iki dinsel canlanışın da kadının konumu ve denetimi üzerinde yoğunlaştığını ve köktendinciliğin, kendisini, toplumsal cinsiyet ve kadının "doğru" toplumsal rolü aracılığıyla meşrulaştırdığını sergiliyor. Karşılaştırmalı yaklaşım, bu konuda da, partikülarizme ve oryantalizme düşülerek dinsel canlanışı salt İslam'a özgü bir olgu olarak görme yanılgısına engel oluyor ve köktendinciliğin, İslam'ın "egzotik" alanıyla sınırlı ve anlaşılmaz bir şey olmadığının görülmesine yardım ediyor. Tersine, dinsel yeniden canlanma, moderniteye karşı dünyanın her yanında karşılaşılabilen bir meydan okumanın parçası. Ancak, Protestan ve İslamcı köktendincilik arasındaki benzerliklerin ve ortak noktaların belirtilmesi, iki olgu arasındaki canalıcı bir farklılığın gözden kaçmasına da yol açmamalı. Nitekim, Dördüncü Bölüm'de ortaya koymaya çalıştığım gibi, devletin laik olduğu Amerika'da köktendinci bir harekete katılmak kadınlar açısından bir "seçim" sorunu olduğu halde; bir şeriat devleti olan İran'da, ya da devlet ile erkek müminin çıkarlarının özdeş olduğu ve bu çıkarların hem dinsel ideoloji, hem de fiziksel güçle korunduğu herhangi bir dinsel/toplumsal çerçeve içinde kadınlara tanınan, seçme özgürlüğü değil, dinin kutsal aylasıyla çevrelenmiş bir "kader".
Her türlü tarihsel ve toplumsal araştırma, araştırmacının içinde yaşadığı koşullardan, teorik referans çerçevesinden ve dünya görüşünden esinlenir ve etkilenir; dolayısıyla, bu anlamda ve ölçüde, her araştırma kişisel bir özellik taşır. Nitekim, beni kadınlar ile din arasındaki ilişkiyi araştırmaya yönelten nedenler, laik olmakla birlikte İslami kültürün egemen olduğu bir ülkede kadın olmanın yol açtığı varoluşsal sorunlardan ve kaygılardan kaynaklanmaktaydı. Bu sorunlar ve kaygılar, tezin öznel ve nesnel nedenlerle kapsamak durumunda kaldığı yıllar boyunca azalmak şöyle dursun, ne yazık ki daha da arttı. Aynı süreç boyunca, gerçeğin karmaşıklığının; basitleştirici ve indirgemeci bakışlarla bu karmaşıklığı kavramanın olanaksızlığının; ayrıca, toplumsal olaylarda insan öznelliğinin oynadığı rolün büyüklüğünün, giderek daha çok ayırdına vardım. Bu kavrayış, özellikle kadınların kendilerini ve çevrelerindeki dünyayı nasıl algıladıklarına ve anlamlandırdıklarına ilişkin duyarlığımın derinleşmesine de yol açtı.
Ne var ki, kadının özgürleşmesi açısından en temel ölçütün seçme hakkının varlığı ve genişletilmesi olduğunu düşünen bir kadın olarak, aynı süreç boyunca, dinin ne denli güçlü bir meşrulaştırma aracı olduğunu, kadınları tek bir "kadınlık" kalıbı içine hapsederek bağımlılıklarını içselleştirmelerinde ne denli etkili olduğunu da giderek daha fazla kavradım. Bu bağlamda, özgürleşme ve kendini gerçekleştirme çabası içindeki bütün kadınların ve erkeklerin, bir ideoloji olarak tektanrılı dinlerin insan yaşamını sınırlandırma, insanı kendisine yabancılaştırma ve verili düzeni koruma işlevleri üzerinde düşünme; bu dinlerin dayattıkları toplumsal cinsiyet kalıplarını ve eşitsiz cinsiyet ilişkilerini sorgulama; kısacası, din olgusuyla bir hesaplaşma gereksinmesiyle yüz yüze olduklarını düşünüyorum. Bu nedenle, "Sonuç" bölümünde, "Giriş"te değindiğim bazı kavramlara geri dönerek, din içinden direnmenin mümkün ve değerli olduğunu teslim etmekle birlikte, dinin değişmez tanımlar koyan sınırlandırıcı etkisinden kurtularak "kendi adımızı kendimiz koymamız" ve bilgi ağacının yasak meyvesine olduğu kadar, "ad koyma kudreti"'ne de sahip çıkmamız gerektiğini savunuyorum...