"Benim Babam Değil", s. 31-35
İlkokuldayken, çeşitli vesilelerle orta yere çıkartılır, her sözcüğe birkaç hıçkırık yerleştirmeyi becererek o ünlü "Gidiyor" şiirini okurdum: "Gidiyor / On yedi milyon kişi takmış peşine..." Başka şiirler de okurdum ama yanlış hatırlamıyorsam "Gidiyor" şiiriyle ünlü olmuştum ve küçük bedenim her nedense içten hıçkırıklarla sarsılırken dinleyenlerde can kalmazdı. Daha sonra çeşitli Atatürk Şiirleri Antolojilerinde bu şiirdeki 17 milyon, 30 milyon oldu. Atatürk'ün peşinden giden nüfus, son sayımlara dayandırılarak şiirde sanki nokta nokta bırakılmış yere yazıldı. Şimdi hâlâ okunup söyleniyorsa belki 70 milyon olmuştur. Ama ben o şiiri büyük bir inanç ve duygusallıkla okurken de Demirel vardı.
"Başlangıçta Demirel vardı." Çoğumuz, kişisel hayatlarımızın siyasi ve toplumsal kozmogonisini yazacak olsak, bu cümleyle başlayabiliriz: "Başlangıçta Demirel vardı. Ve sonra sular durmadan karardı. Ve o zifiri sulardan hayatımız zuhur etti. Balçık kıvamında, ağır ve yoksunluklarla örülü."
Nüfusunun %75'i 30 yaşın altında olan memleketimizde 32 yıldır devleti Demirel yönetiyor. 40 yaşın üstündeki nüfusun bellek örgütlenmesindeki bildik sorunu da göz önüne alırsak, bir Türkiye vatandaşı için Devlet, Demirel'dir.
Gülün Adı
Uzun süre birlikte yaşayan insanlar önce sevgiliyken zamanla "O benim çocuğum, sevgilim, anam, babam, arkadaşım, dostum, herşeyim"e yazılmaya başlar. Hayatında böyle bir ilişkiyi "başaramamış" insanlar tarafından gıptayla karşılanan, bu karşısındakine kilitlenme durumunun aslında hiç de baş tacı edilecek bir durum olmadığını öğrenmek her şeyden önce büyük bir cesaret gerektirir. Bu çok işlevli eş durumunun adı simbiosis'tir ve insan hayatını kısıtlayan, bireysel özgürlüğü imkânsız kılan bir tuzaktır. Sevgilisiyle "sevgili" kalmayı beceremeyen, ne olursa olsun bu ilişki sürsün isteyen kişilerin imdadına yetişen bu formülle hayata ancak boyun eğilir. Oysa, babamız "baba", sevgilimiz "sevgili", çocuğumuz "çocuğumuz" olarak kalabilmeli, birbirimizin omuzlarına bütün benliğimizi, hayatımızı yüklemeden yaşamayı öğrenmeliyiz. Demirel, 1965 yılında başlayan başbakanlık macerası süresince "kalıcı" olduğunu biliyordu. En azından bütün siyasi kimliğini "kalıcı" olmak üstüne inşa etti. Karşısında nüfusu gittikçe artan, ona bir ad, bir kimlik bulmaya çalışan halkıyla aşk-nefret ilişkisinin tohumları daha 60'lı yılların ikliminde atıldı. Doğal olarak, Morrison Süleyman'dan Baba'ya gelip dayanan yol oldukça uzun ve maceralıydı. Ama Çoban Sülü'nün Beyefendi'ye dönüşümünü eski salon filmlerinin verdiği gönendirici heyecanla izleyemedik. Çoğunlukla çaresizlik, umut yitimi, düş kırıklıkları bize eşlik etti. Demirel, bizim için hiçbir zaman genç olmadı. Aktif olarak politikaya atıldığında kırkına yaklaşmıştı. Ama o, zaten yaşı olmayan adamlardandı. İletişim kanallarının epeyi kısıtlı olduğu dönemde Demokrat Parti'nin bayrağını yerden alıp yürüyen Demirel, kendisini şehirli sanan cılız bir orta sınıf kesiminin adlandırmasıyla yaşını başını almış "Çoban Sülü"ydü. Menderes'in inceliğine, İnönü'nün tartışılmaz tarih bekçiliğine sahip değildi. Dönem, köylülüğün hâlâ küçümsendiği, şehirlerin gerçekten şehir sanıldığı, orta sınıf ülküsünün nasılsa kazanacağına olan inancın tam olduğu bir dönemdi. Bir yandan da gururla Atatürk'ün "Köylü, efendimizdir" sözünü hatırlatır, toprak reformunun, köy enstitülerinin, köy kalkınmasının önemi üstünde dururduk. Atatürk'ün o sözündeki "biz"in kim olduğunu pek düşünmedik bana kalırsa. Yani, biz kimdik? Köylüye efendimiz diyen biz? Daha sonraları, devletle kolkola, devletin yanıbaşındaki denetim işlevini kaybetmenin verdiği hüsranla "Arabesk"in yükselişini en büyük yozluk ve milli felaket ilan eden "yasa koyucu" aydınların yalan yanlış "aydınlanma" yorumları o zamanlar bize yetiyordu besbelli. Orta sınıfın dile getirdiği korkuların başında "çağdaş Türkiye"nin layığınca temsil edilememesi, nurculuk ve masonluk geliyordu. Ne doğru temsil edilmenin, ne masonluğun ne de nurculuğun ne anlama geldiğini biliyorduk. O zamanlar masonluk denildi mi hepimizin tüyleri diken diken olur, bu gizemli çıkar örgütüne kadar küçülebilmiş bir başbakan istemeyiz diye dile getirirdik tepkilerimizi. Cumhuriyet, çocukluk çağını yaşıyordu henüz. Bu hırslı, büyük adamın mason olduğu fısıltısıyla kıpkırmızı kesiliyorduk. Kaldı ki nurcular dediğimiz, haklarında sakalları ve gizli toplantıları dışında pek bir şey bilmediğimiz korkunç adamlarla da ilişkileri olduğu söyleniyordu. O zamanlar köylülüğün köylük yerde, müslümanlığın da camiilerde durduğu gibi duracağını sanıyorduk. Demirel, bizi çocukluğumuzdan aldı ve bugünlere getirdi. Ona boş yere "Baba" denilmiyor.
Karanlığın Adı
Demirel nicedir bir kişi değil. Bir fikir. Dolayısıyla ondan kurtulabilme imkânımız yok. Eski doğu bloku ülkelerinden birinin yaşı çoktan unutulmuş liderlerinden biri olsaydı, hakkında "öldü, ölüyor, çoktan öldü, o resmi fotomontaj, hatta öleli üç yıl oldu, doldurdular, arkasından itiyorlar," gibi çeşitli söylentiler çıkabilirdi. Kimi oryantalist batı gazetelerinin pek sevdiği Kanuni Sultan Süleyman benzetmesini hak etmesine yalnızca on yıllık bir iktidar kaldı. On üç büyük seferi olan Kanuni'yle karşılaştırılınca parlak bir kariyer gibi görünmese de Demirel'in neredeyse yarım asırımızı kuşatan iktidarı da kendisine bir Zigetvar bulmadan sona ereceğe benzemiyor. Demirel, sahnede çok uzun durduğu için gözümüze sevimli bile görünmeye başladı. Başını gerdanından doğru aniden arkaya fırlatıp dişlerinin arasından karanlık bir tıslama çıkardığı gülüş temrinleri ruhumuza su serpti. Alabildiğine sarhoş bir adamınkini andıran, dilini ağzında zorlukla döndürdüğü, patlamalı konuşması ne de hoştu. Kendisine tek yumurta ikizi kadar benzeyen eşi Nazmiye Hanım'la yaşadığı saygılı ve sevecen ilişki de takdire şayandı. Süleyman Bey'in başlangıçta bizi hafifçe mahçup eden köy kökenli oluşu ve Isparta şivesi zamanla babacanlığın alameti farikasına dönüştü. Babasının dangul dungulluklarından utanan, ancak büyüyünce o "hakiki insan"ın içtenliğini kavrayıp değerlendirebilen insanlar gibi Demirel'i hayatımızın vazgeçilmezleri arasına yerleştirdik. Oysa Süleyman Baba'yla yaşadığımız sorunların başında düzgün konuşamayışı, bizi arkadaşlarımızın yanında utandırması değil, arkadaşlarımızı rahatlıkla ölüme yollayışı geliyordu. Deniz Gezmiş'leri idama yollayan kararı onaylarken kaldırdığı eli artık kâbuslarımızda bile yer almıyor. Oysa ona hâlâ "Sağcılar adam öldürüyor," dedirtemedik. Sadece askerle ilişkisini kendi Sokollu'su Çiller kadar iyi beceremediği için iki darbe yemesi, onu bir aralar bir demokrasi kahramanı olarak görmemize bile yol açtı. O, asker eşliğinde giderken de döneceğini biliyordu. Bizimle hesabını kapatmamıştı henüz.
Demirel'in Dili
Demirel, bütün büyük adamlar gibi, konuşmalarını mümkün olduğunca özdeyişlerle örmeye çalıştı. Halkını tavlayacağını iyi bildiği arkaik mantık üstüne kurulu çağrılardan oluşan özel bir dil yazdı. En basit totoloji'lerle, köşeye kıstırılamayacağını gösterdi. "Dün dündür, bugün bugündür" sözü, ona daha beş ömür boyu kaçabileceği bir alan açtı. Halkına bıkıp usanmadan, zamanlamanın demokrasi yolunda en önemli unsur olduğunu öğretmeye çalıştı. Biz yıllarca memleketimizin, her kimlerden oluşuyorsa halkımızın kimi gelişmelere hazır olmasını bekledik. Demirel, çocuklarını sürekli oyalayan babalar gibi demokrasiyi hep başka baharlara erteledi. Bizim adımıza bizim nelere hazır olup nelere hazır olmadığımıza karar verdi. Sonunda, galiba memlekette hakkını aramak için kolunu kaldırabilecek insan kalmadığına karar verdiğinde insan haklarından bahsetmeye başladı. "Şeffaf karakol" müjdesini ortaya attığından bu yana karakola giren kimse sağlam olarak dışarı çıkamıyor. Tabii, çıkabilirse. Kayıp edilen çocuklarını arayan, çaresizlik içinde kapısına gelen analara "Çocuklarınız cebimde mi, vereyim," dedi. Demirel'in otuz yıldan uzun bir zamandır taş üstüne taş koyarak inşa ettiği devlet kadrosunun hiç şakası olmadığını anlamamız bile Demirel'e yönelik küçük de olsa bir umut beslememize engel olamıyor. Beyefendi, "bir bilen". Hayatımız paramparça edilecekse, bunu en iyi bilenin yapmasını tercih ediyoruz hâlâ. Ne de olsa bizim de en iyi bildiğimiz haşmetpenah, kendileri. Ülkücü kadroları ilk olarak devlet hizmetine koşan kimdi? Tarikatlarla ilişkiye girmenin bu memlekette iktidar sağlamanın önemli bir yolu olduğunu ilk kavrayan kimdi? İnsanların topluca işkenceye gönderilmesi tarihi kiminle başlar? Bir yığın idamın altında kimin imzası var? "Güneydoğu"da artık çözülemez görülen sorunun en bereketli tohumlarını kim atmıştır? Şimdilerde herkes dönüp son çare olarak onun yüzüne bakarken, devleti yıprattırmayacağını söyleyerek bütün milletin yıpranmasının umurunda olmadığını ima eden kim? Hiç değilse geleneksel yalaklığımızla onunla şapka kapmaca oyunları oynarken gözlerinin içine iyice bakalım. Orada hayatlarımızın otuz yılına malolan, bundan sonra kaç kuşağı yutacağını da bilemeyeceğimiz korkunç bir hırsın ıssızlığı dışında birşey göremeyeceğiz. O gözlerde en ufak bir şefkat yok. Ece Ayhan'ın bir dizesini hatırlayarak evlatlıktan sessizce çekilmesini bilmeliyiz. Demirel'in demokrasi tanımı çok etkileyicidir.
"Demokrasi, sabahın alacakaranlığında kapıyı çalanın sütçüden başka biri olmadığına inanmaktır." Son Avrupa gezilerinden birinin arifesinde, otuz yıldır büyük bir gayret ve sebatla kapılarımızdan eksik olmamalarını sağladığı sütçülerin kabahatlerini hatırlatarak "Biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz," demişti. Burada "biz" dediği tabii ki hayatını kefili olmaya adadığı devletti. Haydi, hep birlikte: Devletle!