Müge Gürsoy Sökmen, Sunuş, s. 7-8
Metis Yayınları'nın "gazete yazısı" basmamak gibi bir ilkesi vardır. Ancak her ilke gibi bu da istisnalara açıktır – örneğin Yıldırım Türker'in Radikal 2'deki yazıları söz konusu olduğunda.
Çünkü bu yazılar gazete yazılarının genelde taşıdığı genel okura seslenmeye çalışmak, meramını kısa sürede yazılmış kısa yazılarda yuvarlayarak anlatmak, mensup olduğu medya grubunun maddi manevi çıkarlarını gözetmek gibi kaygılardan azade metinler. Yıldırım Türker, zekâ ve uçukluk marifetleri sergileyerek memnun edilmesi, eğlendirilmesi, doyurulması gereken, velinimet sayılan bir genel okura değil, vicdanlarını henüz terk etmemiş, muhalefet günlerini –varlığı bile şüpheli gençlik aşkları gibi– yarı hüzünlü yarı alaycı bir eziklikle hatırlamayan, muhalif olmayı kendi iktidarını varedecek bir kimlik olarak kullanmayan bir okur varsayıyor ve onlara sesleniyor: Bir yakın çağ belleği olarak, unutmayalım, gözümüz boyanmasın, kafamızın karıştırılmasına izin vermeyelim diye...
Yıldırım Türker'in yaygın popüler muhalefetin foyasını da meydana çıkaran yazısı kimi zaman zalimleşiyor: Zalimleşiyor, çünkü gerçekleri irdelemeden geçiştirmemizi, sahte bir protestoyu aidiyet gibi yaşayarak gettolaşmamızı engelliyor; kendimize yaratıverdiğimiz kovuklarda bulduğumuz huzuru bozuyor; kendimiz başta, dünya ahvaliyle yüzleşmeye ve mücadele etmeye çağırıyor bizi.
Mücadele etmesi hiç kolay bir dünya değil bu. Karşımızda, bütün benliğimizle direndiğimizi sansak da, benliğimizi bizatihi oluşturmuş olan bir sistem var: insanlığın yüzyıllardır süren mücadelesinden dersini almış, "böyle gelmiş böyle gider"e ikna etmek için türlü türlü yollarla silahlanmayı öğrenmiş, egemenlerin kuşaktan kuşağa, ülkeden ülkeye aktardıkları bir sistem. Zorbalıktan neşeli efsaneler yaratmaya kadar uzanan yöntemlerinin en etkililerinden biri de bilgi verirken bilgisizleştirmek.
Yıldırım Türker'in yazılarını neden bu kadar çok sevdiğimi, Cumartesi Anneleri'ne destek vermek için ülkemize gelmiş olan, 1976-1981 tarihleri arasındaki Cunta yönetimi sırasında gözaltında kaybedilen evlatlarının elinden çalınarak asker ve polis ailelerine verilmiş torunlarını arayan Arjantinli büyükannelerle görüşürken anladım. 1978, Arjantin'de dünya kupasının yapıldığı tarihti. Sokaktan çevireceğiniz on kişiden dokuzu, o yıl kupayı Arjantin'in aldığını hatırlayacaktır. Peki kaç kişi o kupa için hazırlanan stadyumların altına gözaltında kaybedilen binlerce muhalifin cesetlerinin gömülmüş olduğunu, maçların bu cesetler üzerinde oynandığını bilecektir?
Gazeteler manşetten vermez böyle haberleri; televizyonlar büyük ifşaat olarak birinci haber yapmazlar. Dolayısıyla bizlerin bilgi alanının içinde –bunları görmeyelim, merak etmeyelim diye bir yığın çer çöple doldurulan o alanın içinde– yer almazlar. Oysa Yıldırım Türker'in yazıları tam da bunu yapıyor, medyadaki bilgisizleştirmenin karşısına araştırma ürünü yazılarıyla çıkıyor: Umut bağladığımız "kahramanlar"ın siyasi geçmişlerini; "kurtarıcı baba"mızın kimin babası olduğunu; "güvenliğimizi sağlayanların" güvenimizi nasıl suistimal ettiklerini – kısacası Türkiye'nin gündemini yaratanların, "gurur duyduklarımızın" iç yüzünü anlatıyor bize usanmadan.
Peki zaten basında yayınlanmış yazıları kitaplaştırmak neden? Gazetelerin yüz binlerle ölçülen tirajlarının yanında birkaç bin tirajlı kitapların ne önemi var? Genelde büyük tirajlı hiçbir medyada yer alamayacak şeyleri yayma imkânı sağlamanın yanı sıra, muhalif kitapların bir gücü de kalıcı olmalarıdır: Gazeteler atılır, televizyon haberleri geçip gider ve üzerlerine yeni yeni bir sürü gürültü binerken, kitaplar kalır. Kitapları başımızdan atmak mümkün değildir, yasaklansalar bile tümü toplanıp yok edilemez, birilerinin elinde varlıklarını sürdürürler, hatırlatmaya, taciz etmeye, konuşup durmaya devam ederler. Belleğe yardımcı olur, bir şeylerin değişebileceği umudunu da beslerler.
Yıldırım Türker'in yazılarını da bu umutla basıyoruz.