Birinci bölüm, s. 17-25
Yıllardır, hiç yabancısı olmadığımız iki tavrın, haset ve şükranın, en erken kaynaklarıyla ilgilenmekteyim.(1) Bu çalışma içinde, hasetin, sevgi ve şükran duygularını daha başlangıç evresinde baltalayan çok güçlü bir etken olduğunu, çünkü ilk ilişkiyi, kişinin annesiyle ilişkisini etkilediğini gördüm. Bu ilişkinin bireyin bütün duygusal yaşamında oynadığı belirleyici rol birçok psikanalitik çalışmada ortaya konulmuştu. Yaşamın bu ilk döneminde çok sarsıcı olabilen bir etkeni daha da yakından inceleyerek, çocuk gelişimi ve kişilik oluşumu alanındaki bulgularıma önemli bir boyut ekleyebildiğimi sanıyorum.
Haset, bana göre, yıkıcı itkilerin oral-sadist ve anal-sadist bir ifadesidir; yaşamın başından beri etkilidir ve bünyesel(*) bir temeli vardır. Vardığım bu sonuçların Karl Abraham'ın çalışmalarıyla bazı önemli benzerlikler taşıdığı görülmüş olmalı; ama arada birtakım farklar da vardır. Abraham, hasetin oral bir özellik olduğunu görmüştü, ancak –ayrıldığımız nokta da buradadır– haset ve nefretin yaşamın daha geç bir döneminde, ona göre ikinci evreyi oluşturan oral-sadistik evrede harekete geçtiğini düşünüyordu. Abraham, şükrandan söz etmemiş, ama cömertliği oral bir özellik olarak betimlemişti. Ayrıca, anal öğelerin de hasette rol oynadığını düşünmüş ve bu öğelerin oral-sadistik itkilerden türediğini vurgulamıştı.
Üzerinde anlaştığımız bir temel nokta da oral itkilerin şiddetinde bünyesel bir öğenin de rol oynadığı varsayımıdır ki, o bunun manik-depresif rahatsızlığın ortaya çıkışında da payı olduğunu düşünüyordu.
Ama hepsinin ötesinde, Abraham'ın ve daha sonra da benim çalışmalarımız, yıkıcı itkilerin öneminin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Abraham, 1924'te yazdığı "Zihinsel Bozuklukların Işığında Libido Gelişiminin Kısa Tarihi" başlıklı makalede, Freud'un ölüm ve yaşam içgüdüleri hipotezinden söz etmemişti, oysa Freud'un Haz İlkesinin Ötesinde kitabı yayımlanalı dört yıl oluyordu. Yine de, Abraham, kendi yazısında, yıkıcı itkilerin kökenlerini araştırmış ve bu yeni kavrayışı zihinsel rahatsızlıkların etiyolojisine o güne değin yapılmış olanlardan çok daha somut ve özgül biçimde uygulayabilmişti. Freud'un ölüm ve yaşam içgüdüleri kavramından yararlanmamış olsa da, Abraham'ın klinik çalışmalarının, özellikle de manik-depresif hastalarla gerçekleştirdiği analizlerin –bunlar, psikanaliz tarihinde yapılmış ilk manik-depresif analizleriydi– onu Freud'un hipotezine doğru yöneltmekte olan bir sezişe dayandığını düşünüyorum. Abraham'ın erken ölümü, kendi buluşlarının nihai anlamını ve bunların Freud'un iki içgüdü kavramıyla bağıntılarını kavramasını önlemiştir bence.
Abraham'ın ölümünden otuz yıl sonra Haset ve Şükran'ı yayına hazırlarken, onun buluşlarının tam olarak kavranmaya başlamasında benim çalışmalarımın da bir payı olduğunu görmekten büyük mutluluk duyduğumu söylemek isterim.
I
Burada, çocuğun zihinsel yaşamının ilk dönemleriyle ilgili bazı yeni önermeler sunmak ve bunun yanında yetişkinlerin zihinsel sağlığıyla ilgili bazı sonuçlar çıkarmak istiyorum. Freud'un çalışmalarından biliyoruz: Hastanın geçmişini, çocukluğunu ve bilinçdışını araştırmak, onun yetişkin kişiliğini anlamanın önkoşuludur. Freud, Oidipus kompleksini yetişkinlerde keşfetmiş ve bulduğu verilerden sadece Oidipus ilişkisinin içeriğini değil, kompleksin zamanlamasını da kurgulamıştı. Abraham da psikanalitik yöntemin temel özelliği haline gelen bu yaklaşıma kendi bulgularıyla önemli katkılar yaptı. Yine anımsamamız gerekir ki, Freud'a göre, zihnin bilinçli kısmı, bilinçdışının içinden çıkarak oluşur. Ben de, önce küçük çocukların sonra da yetişkinlerin analizinden elde ettiğim verileri bebekliğin ilk dönemlerine kadar götürürken, psikanalizde artık iyi bildiğimiz bu yöntemi uyguladım. Küçük çocuklarla ilgili gözlemler, Freud'un buluşlarını doğruluyordu. Sanırım, çok daha erken bir evreye, yaşamın ilk yılına ilişkin olarak vardığım sonuçlar da bir noktaya kadar gözlemle doğrulanabilir. Hastalarımızın bize sunduğu malzemeye dayanarak yaşamın daha önceki evreleriyle ilgili ayrıntıları kurgulama hakkı –hatta zorunluluğu– Freud'un şu cümlelerinde çok iyi anlatılmıştır:
Biz, hastanın unutulmuş yıllarını yansıtan bir resmin peşindeyiz; öyle bir resim ki hem güvenilir olacak hem de hiçbir önemli öğeyi dışarıda bırakmayacak... [Psikanalistin] giriştiği kurgulama işi, ki isterseniz yeniden-kurgulama da diyebilirsiniz buna, arkeologun yıkılmış ve toprak altında kalmış bir iskân alanını ya da bir yapıyı ortaya çıkarmak için yaptığı kazı çalışmalarını andırır. İki süreç aynıdır aslında, şu farkla ki analist daha iyi koşullarda çalışmaktadır ve elinin altında daha çok malzeme vardır, çünkü yıkılmış ve silinmiş bir şeyle değil, hâlâ canlı olan bir şeyle uğraşmaktadır; tabii bunun başka nedenleri de olabilir... Ama tıpkı arkeologun binanın duvarlarını ayakta kalabilmiş temellerden yeniden kurması, sütunların sayısını ve yerini zemindeki çöküntülerden çıkarması ve duvar süslemeleriyle resimlerini enkaz yığınıyla birlikte toprağa karışmış kalıntılardan kurgulaması gibi, analist de kendi sonuçlarını analiz edilenin davranışlarından, bellek kırıntılarından ve çağrışımlarından çıkarır. İkisi de, elde olanları birbirine ekleme ve birleştirme yoluyla yeniden kurgulama hakkına sahiptir. Üstelik ikisi de aynı güçlüklerin ve hata kaynaklarının etkisi altındadır... Analist, daha önce de söylediğimiz gibi, arkeologdan daha elverişli koşullarda çalışmaktadır, çünkü kazılarda bir karşılığını bulamadığımız bazı malzemeler de vardır elinin altında: Çocukluk çağından kalma tepkilerin tekrarlanması ve genel olarak da aktarımın bu tekrarlarla ilgili olarak ortaya koyduğu her şey... Bütün bu esaslar korunmuştur; unutulduğu sanılan şeyler bile bir yerde bir şekilde duruyordur, sadece gömülmüş ve öznenin onlara ulaşması imkânsızlaşmıştır. Aslında, bildiğimiz gibi, herhangi bir ruhsal yapının büsbütün silinip yok olabileceği çok kuşkuludur. Gizlenmiş olanı bütünüyle ışığa çıkarıp çıkaramayacağımız sadece analiz tekniğine bağlıdır.(2)
Yetişkin kişiliğin karmaşıklığını kavrayabilmek için bebeğin zihnini anlamamız ve onu yaşamın daha sonraki evrelerine kadar izlememiz gerekir, deneyimlerimin bana öğrettiği budur. Analiz, yetişkinlikten bebekliğe gider ve ara aşamalardan geçerek yine yetişkinliğe döner; o anda geçerli olan aktarım durumuna bağlı olarak sürekli tekrarlanan bir ileri-geri hareketidir bu.
Bütün çalışmalarımda, çocuğun ilk nesne ilişkisine –annenin memesi ve annesiyle ilişkisine– büyük önem verdim. Vardığım sonuç şuydu: Eğer bu içe yansıtılan ilksel nesne ben'de yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse, olumlu bir gelişimin temelleri de atılmış olur. Bu bağın kuruluşuna doğuştan gelen etkenler de katkıda bulunur. Oral itkilerin egemen olduğu bir durumda, meme de, içgüdüsel bir biçimde, besin kaynağı ve dolayısıyla daha derin bir anlamda yaşamın kaynağı olarak algılanır. Eğer her şey yolunda giderse, doyurucu memeyle bu zihinsel ve fiziksel yakınlık, yitirilmiş olan o doğum öncesi anne-bebek birliğini ve buna eşlik eden güven duygusunu bir ölçüde yeniden kurar. Bu, çocuğun memeye ve onun simgesel temsilcisi olan şişeye yeterince yatırım yapma yetisine bağlıdır büyük ölçüde; bu gerçekleştiğinde, anne de sevilen nesne haline gelir. Doğum öncesi durumda çocuğun annenin bir parçası olması, ona bütün ihtiyaç duyduklarını ve arzuladıklarını verebilecek kendi dışında bir şeyin bulunduğu yolunda bünyesel bir duygu da yaratmış olabilir çocukta. Böylece iyi meme içe yansıtılır ve benin bir parçası olur; başlangıçta annenin içinde olan çocuk şimdi anneyi kendi içinde taşımaktadır.
Doğum öncesi durumun bir birlik ve güvenlik duygusu içerdiği doğrudur ama, bu duygunun sağlamlığı annenin ruhsal ve fiziksel koşullarına, hatta doğmamış çocuktaki henüz araştırılmamış bazı etkenlere bağlı olmalıdır. Öyleyse, doğum öncesi duruma duyulan evrensel özlemin, kısmen, idealleştirme ihtiyacının bir ifadesi olduğunu da düşünebiliriz. Bu özlemi idealleştirme açısından incelediğimizde, kaynaklarından birinin, doğumla birlikte başlayan o şiddetli zulmedilme kaygısı olduğunu görürüz. O zaman şöyle bir spekülasyona da uzanabiliriz: Kaygının bu ilk biçimi, belki de doğmamış çocuğun sıkıntılı deneyimlerine kadar uzanıyordur ve bu deneyimler de, anne karnındaki güvenlik duygusuyla birlikte, çocuğun anneyle iki yönlü ilişkisinin (iyi meme-kötü meme) çekirdeğini oluşturmaktadır.
Memeyle kurulan ilk ilişkide dışsal etkenlerin çok önemli rolü vardır. Eğer doğum zor geçmişse ve özellikle oksijen yetersizliği gibi sorunlar yaşanmışsa, dış dünyaya uyarlanma sürecinde bir sarsıntı olur ve memeyle ilk ilişki elverişsiz koşullarda başlar. Bu durumda bebeğin yeni doyum kaynakları bulma ve yaşama yeteneği de zedelenir, bunun sonucunda da gerçekten iyi olan bir ilksel nesneyi yeterince içselleştiremez. Bunun ötesinde, çocuğun yeterli bakım görüp görmediği, annenin çocuğa bakmaktan gerçekten hoşlanıp hoşlanmadığı ya da kendisinin de kaygılı olup olmadığı ve çocuğu besleme konusunda bazı ruhsal güçlükler yaşayıp yaşamadığı gibi etkenler de çocuğun sütü zevkle kabullenme ve iyi memeyi içselleştirme yeteneğini etkiler.
Çocuğun memeyle ilk ilişkisine bir hüsran ve doyumsuzluk öğesinin karışması kaçınılmazdır, çünkü mutlu bir beslenme bile doğum öncesi anne-çocuk birliğinin yerini tutamaz. Üstelik, çocuğun tükenmeyen ve her zaman orada olan bir memeye duyduğu özlem de sadece açlıktan ve libidinal arzulardan kaynaklanıyor değildir. Çünkü yaşamın ilk evrelerinde bile, annenin sevgisinden her an emin olma ihtiyacının asıl kaynağı kaygıdır. Yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki mücadele ve bunun hem benliğin hem de nesnenin yıkıcı itkilerce yok edilmesine yol açacağı korkusu, bebeğin anneyle ilk ilişkilerinde belirleyici olur. Çocuk, arzularken, önce memenin sonra da annenin, kendisindeki bu yıkıcı itkileri gidermesini ve onu zulmedilme kaygısının acısından kurtarmasını arzulamaktadır.
Mutlu deneyimlerin yanında kaçınılmaz üzüntü ve gücenmeler de vardır çocuğun yaşamında; bunlar, sevgiyle nefret arasındaki, daha temelde de yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki doğuştan gelen çatışmayı körükler, bir iyi bir de kötü meme olduğu duygusuna yol açar. Bu yüzden, erken duygusal yaşam, iyi nesneyi yitirme ve yeniden kazanma duygusuyla belirlenmiştir. Sevgiyle nefret arasında doğuştan gelen bir çatışma olduğunu öne sürmekle şunu da söylemiş oluyorum: Şiddeti kişiden kişiye değişse de ve başından beri dış koşullarla etkileşim içinde olsa da, hem sevgi yetisi hem de yıkıcı itkiler bir ölçüde bünyeseldir.
İlksel iyi nesne olan anne memesinin ben çekirdeğini oluşturduğu ve ben gelişiminde çok önemli bir rol oynadığı hipotezini bundan önce de sık sık öne sürmüş ve bebeğin memeyi ve sütü içselleştirmeyle ilgili duygularını betimlemiştim. Aynı zamanda bilmeliyiz ki, bebeğin zihninde memeyle annenin başka parçaları ve özellikleri arasında çok kesin olmayan bir bağ da kurulmuştur.
Memenin bebek için sadece fiziksel bir nesne olduğunu kabul etmiyorum. Bebeğin bütün içgüdüsel arzuları ve bilinçdışı fantezileri, sağladığı gerçek fiziksel beslenmenin çok ötesinde bazı özellikler yüklüyordur memeye.(3)
Hastalarımızın analizinde görmüşüzdür, meme, iyi halinde, bütün anne iyiliğinin, tükenmez sabır ve cömertliğin ve aynı zamanda yaratıcılığın ilkörneğidir. Böyle fanteziler ve içgüdüsel ihtiyaçlarla zenginleşir ilksel nesne; böylece umudun, güvenin ve iyiliğe inancın temeli olarak kalır.
Bu kitap, orallikten kaynaklanan en erken nesne ilişkileri ve içselleştirme süreçlerinin belirli bir yönüyle ilgilidir. Hasetten söz ediyorum, hasetin mutluluk ve şükran duyma yetilerinin gelişimi üzerindeki etkilerinden. Haset, bebeğin iyi nesneyi kurma yolunda karşılaştığı güçlükleri artırır; çünkü yoksun kaldığı doyumun kendisini hüsrana uğratan meme tarafından alıkonulduğuna inanıyordur bebek.(4)
Haset, kıskançlık ve açgözlülük arasındaki farkları görmek gerekir. Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var: Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan en eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasına bir üçüncü kişi girmiştir.
Açgözlülükse özneyi sürekli uyaran ama doyurulması imkânsız bir istektir, hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin verebileceğinden fazlasına yönelen bir istek. Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip tüketmeye ve tümüyle yutmaya yönelir esas olarak; başka bir deyişle, amacı yıkıcı içe yansıtmadır. Oysa haset sadece böyle bir gaspla sınırlı kalmaz; aynı zamanda, anneye ve öncelikle memesine kötülük koymak, kötü dışkıları ve benliğin kötü parçalarını anneye ve memesine yerleştirmek ister. Bunun anlamı, annenin yaratıcılığının bozulması, tahrip edilmesidir. Üretral-sadistik ve anal-sadistik itkilerden kaynaklanan bu süreci, başka bir yerde, yaşamın başından beri sürüp giden yansıtmalı özdeşleşmenin yıkıcı bir yönü olarak tanımlamıştım.(5) Açgözlülükle haset arasında temel bir farklılık –çok kesin bir sınır çizgisi çekilemeyeceğini bilsek de– açgözlülüğün esas olarak içe yansıtmayla, hasetinse yansıtmayla bağlantılı olmasıdır.
Kısa Oxford Sözlüğü'ne göre, kıskançlık, aslında bizim hakkımız olan bir "iyi"nin başka biri tarafından alınmasını ya da ona verilmesini içerir. Bu bağlamda, "iyi"nin temelde iyi meme, anne ya da sevilen bir insan olarak yorumlanmasından yanayım. Crabb'in İngilizce Eşanlamlı Sözcükler'ine göre, "... kıskançlık, elinde olanı yitirmekten korkar; hasetse, kendi istediğinin bir başkasında olduğunu gördüğü için acı duyar... Hasetli kişi, haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar. Ancak başkalarının sefaleti huzur verir ona. Bu yüzden, hasetli kişiyi tatmin etmeye yönelik her tür çaba nafiledir." Kıskançlık, Crabb'e göre, "nesnesine bağlı olarak, soylu ya da aşağılık bir duygu olabilir. Birinci durumda, korkuyla bilenmiş rekabettir. İkinci durumdaysa, korkunun körüklediği açgözlülüktür. Hasetse her zaman aşağılık bir duygudur, en kötü duyguları da peşinden sürükler."
Kıskançlık karşısındaki genel tavır, hasete gösterilen tavırdan farklıdır. Hatta bazı ülkelerde (özellikle Fransa'da) kıskançlık nedeniyle işlenen cinayetlere daha az ceza verilir. Bunun temelinde, rakibi öldürmenin ancak sadakatsiz kişiye sevgi duyma durumunda söz konusu olabileceğine ilişkin evrensel bir seziş yatmaktadır. Bu da, yukarıda söylenenler ışığında, "iyi"ye sevgi duyulduğu ve sevilen nesneye hasette olduğu gibi zarar verilmediği anlamına gelir.
Shakespeare'in Othello'su, kıskançlık yüzünden sevdiği nesneyi öldürür; bu, kanımca, Crabb'in "aşağılık kıskançlık duygusu" olarak nitelediği tavrın bir örneğidir: Korkunun körüklediği açgözlülük. Aynı oyunda, ruhun içkin bir özelliği olarak kıskançlığa değinen başka pasajlar da vardır:
But jealous souls will not be answer'd so;
They are not ever jealous for the cause,
But jealous for they are jealous; 'tis a monster
Begot upon itself, born on itself.(**)
Çok hasetli insanın tatmin edilmesi imkânsızdır; hiçbir zaman tatmin olamaz, çünkü haseti kendi içinden kaynaklanmakta ve böylece her zaman yönelecek bir nesne bulmaktadır. Bu, kıskançlık, haset ve açgözlülük arasındaki yakınlığı da gösterir.
Shakespeare, hasetle kıskançlığı her zaman birbirinden ayırt edemiyor gibidir; Othello'dan şu dizeler, burada tanımladığım anlamıyla hasetin özgüllüğünü ortaya koyar:
Oh beware my Lord of jealousy;
It is the green-eyed monster which doth mock
The meat it feeds on...(***)
İnsanın aklına, "kişinin kendini besleyen eli ısırması" deyimi geliyor – memeyi ısırma, tahrip etme ve bozmanın eşanlamlısı...
Notlar
(1) Sadece bu kitabın hazırlanmasında değil, başka yazılarımın yazılması sırasında da benimle çalışan arkadaşım Lola Brook'a teşekkür borçluyum. Kendisi, düşünce ve yazılarımı en iyi anlayan kişilerden biridir, çalışmamın her aşamasında içerik eleştirileriyle ve sunduğu formülasyonlarla bana çok yardımcı olmuştur. Kitap henüz el yazması halindeyken yararlı önerilerde bulunan ve provalar üzerinde çalışarak bana yardım eden Dr. Elliott Jaques'a da teşekkür ediyorum. Yukarı
(*) Klein, bünyesel terimini genellikle "doğuştan gelen" anlamında kullanır. Klein'ın yazılarında terimin "yaşantı-öncesi", hatta "psikoloji-öncesi" gibi yan-anlamları da vardır. Bünyesel, Klein'ın kuramında, kimi yerde "bedensel olan" kavramıyla örtüşür, kimi yerde de her türlü ruh halinin ve yaşantının berisinde yatan bir "içgüdüsel tabanı" ifade eder. Burada kastedilen içgüdü de, cinsel içgüdüden çok, saldırgan itkiler ve son kertede ölüm içgüdüsüdür. Klein'ın yazılarında, bünyeselin, psikoloji-öncesini ifade ettiği ölçüde, psikanalitik seziş, anlamlandırma ve müdahalenin erişemeyeceği bir bölgeyi temsil ettiğini düşündüren önermeler de vardır. Öte yandan, bünyesel teriminin, bebeğin rahim-içi yaşantıda maruz kaldığı etkileri ifade etmek için de kullanılabildiği görülmektedir; bu yönüyle, psikoloji-öncesi olmaktan çok, psikolojinin ön evresi olarak da düşünülebilir. (ç.n.) Yukarı
(2) Freud (1938). Yukarı
(3) Bütün bunlar, bebek tarafından, dilin ifade edebileceğinden çok daha ilksel biçimlerde hissedilir. Bu söz-öncesi duygular ve fanteziler aktarım durumunda yeniden canlandığında, benim deyişimle "duygu anıları" biçiminde ortaya çıkar ve analistin yardımıyla yeniden kurgulanıp söze dökülürler. Gelişimin ilk evrelerine ait başka olguları yeniden kurgular ve betimlerken de sözcüklerin kullanılması gerekir. Bilinçdışının dilini bilince tercüme etmek için kendi bilinçli dünyamızın sözcüklerini kullanmamız gerekir. Yukarı
(4) Bazı yazılarımda, örneğin Çocukların Psikanalizi'nde, "Oidipus Kompleksinin Erken Evreleri"nde ve "Bebeğin Duygusal Yaşamı"nda (1932, 1928, 1952a), Oidipus kompleksinin en erken evrelerinde hasetin oral-, üretral- ve anal-sadist kaynaklardan doğduğunu belirtmiş ve annenin sahip olduğu şeyleri (özellikle de bebeğin fantezi dünyasında anneye ait görünen baba penisini) bozma arzusuyla haset arasındaki bağlantıya dikkat çekmiştim. 1924 yılında bir konferansta okuduğum ama ancak 1932'de Çocukların Psikanalizi'nde yayımlanan "Altı Yaşındaki Bir Kızın Saplantılı Nevrozu" başlıklı makalemde, annenin bedenine yönelen oral-, üretral- ve anal-sadist saldırıların hasetle ilişkili olduğu düşüncesi önemli bir rol oynuyordu. Ancak, bu hasetin daha özgül olarak annenin memelerine el koyma ve onları bozma arzusuyla ilişkisine değinmemiştim. "Özdeşleşme Üzerine" (1955) başlıklı yazımda, hasetin yansıtmalı özdeşleşmede önemli bir etken olduğunu öne sürdüm. Ama daha Çocukların Psikanalizi'nde bile, sadece oral-sadist değil, üretral-sadist ve anal-sadist eğilimlerin çok küçük bebeklerde de bulunduğunu söylemiştim. Yukarı
(5) "Bazı Şizoid Düzenekler Üzerine Notlar" (Klein, 1946). Dr. Elliott Jaques da (1955) hasetin (envy) kökünün Latince invidia sözcüğünden geldiğini ve bunun da invideo fiiliyle ilişkili olduğunu hatırlattı bana. Invideo – herhangi bir şeye ters bakmak, hınçla veya kötü niyetle bakmak, kem gözle bakmak, diş bileyerek bakmak. Sözcüğün erken kullanımlarından birine Ciceron'un bir cümlesinde rastlanır: "Kem gözüyle talihsizlik yaratıyordu." Bu, hasetle açgözlülük arasındaki önemli farkın hasetin yansıtmalı özelliğinde yattığı yolundaki gözlemimi doğruluyor. Yukarı
(**) Ama kıskanç ruhlar bakmazlar buna / Böyleleri bir sebeple kıskanmazlar ki / Kıskanç oldukları için kıskanırlar. / Kendini dölleyip kendini doğuran bir canavardır kıskançlık. (ç.n.) Yukarı
(***) Ah efendim, sakının kıskançlıktan / Beslendiği eti alayla küçümseyen / Yeşil gözlü canavardır o. (ç.n.) Yukarı