ISBN13 978-975-342-270-3
13X19,5 cm, 104 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

"Bilim İnsanının Nitelikleri", s. 39-49

Üniversitenin sadece kendisi açısından değil, toplum ve bilimin sürekliliği açısından da en önemli işlevlerinden birisi, hatta belki de başlıcası, kendi kendisini yeniden üretmekle yükümlü oluşudur. Üniversitenin kurumsal yapısının sürekliliği herhangi bir dış etkide değil, doğrudan doğruya bu işlevin ne ölçüde ve hangi niteliksel temelde yerine getirildiğine bağlıdır. Tarih boyunca değişik ülkelerde ve değişik zamanlarda bilim üretiminin üniversite dışına kaydığı olmuştur. Ancak bu dönemler soğukkanlılıkla incelendiğinde görülen odur ki, kurumsal temelini kaybeden bir bilgi üretimi süreci ne kadar verimli olursa olsun, ya aydın oluşumunun bir parçası olmuş ya da teknoloji üretimini beslemiştir ama, bizzat bilimsel bilgiyi oluşturmakta niteliksel olarak yetersiz kalmıştır.

Tarihsel anlamda gerek Batı üniversiteleri, gerek Doğu'nun medrese ya da darülfünunları, varlık sürdükleri dönemlerin uzun bir zamanında türdeş meslektaşların (colleague) birliğine dayanmışlardır. Yirminci yüzyılda toplumsal etkisi şiddetle artan teknoloji temelli bilimsel bilgi üretimi ve rekabet, üniversitelerin geleneksel türdeş akademisyenler birlikteliğine ilk saldırının nedenidir. Bu rekabet sonucu gelişen hızlı bilgi üretme zorunluluğu, bilimin algılanma temposunu ortasal bilim insanının algılama düzeyinin üzerine çıkarınca bilim insanları arasındaki türdeşlik de sarsılmaya başlamıştır. Teknoloji toplumları, doğal gelişmeleri içinde bilgi ve bilişim toplumlarına evrimleştikçe bu türdeşlikten kopma daha da hızlanacaktır.

Bu tür türdeşlikten kopmanın belirtileri, sadece ortasal bilgi toplumlarının üniversitelerinin eleştirilerinde yer almakla kalmamakta, ileri bilgi toplumlarının akademik kurumlarına yönelik eleştirilere de yansımaktadır. Haack, akademisyenlerin gerçeği sorgulamalarında "sahte-inan" ve "yalancı-sorgulama"nın yaygınlığından yakınır.(1) Ona göre "sahte-inan, bireyin kısmen yanlış olduğunu düşündüğü bir önermeye sadakatle bağlı oluşunu ve üzerinde hemen hiç düşünmediği bir önermeye duygusal bağlılığını kapsar. Eğer bu iki bileşen de yoksa, birey sadece kılık değiştirmiş bir 'inançsız'dır." Bu eleştirinin özünde, bilim insanının gerçeği sorgulamaktan vazgeçişini saklaması yatmaktadır. Gerçeği sorgulamaktan vazgeçmek ise bilimden vazgeçmek demektir. Bunge, benzer bir eleştiriyi daha geniş bir boyuta taşımaktadır: "Bir zamanlar tenür (akademik dokunulmazlık) kazanan profesörler arasında orada burada, herhangi bir yeni şey öğrenmeyi reddeden az sayıda insan çıkar, ama bunlar yine de uzun yıllar bilim tartışmalarına katılabilir, anlamlı görüşlerle işe yaramazlar arasında ayrım yapabilirlerdi. Artık böyle değil. Son çeyrek yüzyılda pek çok üniversite, öğrenmenin düşmanları tarafından tamamen ele geçirilmiş değilse de, istila edilmiş haldedir. Bunlar nesnel bir gerçek olmadığını iddia eden, politik görüşlerini bilim diye dayatan ve sahte bilimsellik ile ilgilenen kişilerdir. Bunlar muhafazakâr olmayan özgün düşünürler de değildirler; ciddi olarak düşünmeyi ya da deney yapmayı önemsemezler. Öte yandan artık birçok entelektüel sahtekâra tenürlü kadrolar verilmekte, akademik özgürlük kapsamında işe yaramaz şeyler öğretmelerine göz yumulmakta ve gelişigüzel yazıları, bilimsel dergiler ya da üniversite yayınevleri tarafından basılmaktadır. Dahası birçoğu, gerçek bilimselliği sansürleyecek güce de sahip olmaktadır. Bunlar akademik dorukların içerisine, yüksek kültürü içeriden yıkacak Truva atları yerleştirmektedirler. Akademik yaşamın bu düşmanları iki gruba ayrılırlar: ...bilim-karşıtları ve sahte-bilimciler. Her iki çete de akademik özgürlükler altında yaşamaktadırlar."(2)

Üniversitelere sadece bilgi ve bilgi üretim süreçleri odağından bakılınca yapılan eleştirilerin tümü doğrudan da öte, çok doğrudur. Ancak her zaman birden fazla doğru olduğunu unutmamak gerekir. Daha önce de anıldığı gibi, üniversitelere bir de öğrenciler ya da meslek öğretimi odağından bakanlar vardır. Gasset ile belirginleşen bu bakışta, bilim insanlarının üniversitede üstlendikleri işlev küçümsenir: "Araştırmacıların hemen tümü berbat hocalardır, öğretimi laboratuvarlardan ya da arşiv çalışmalarından çalınmış saatler olarak görürler... Ortasal öğrencinin zamanının bir bölümünü, sanki bilim insanı olacakmış gibi yaparak geçirmesi önlenmelidir. Bu amaçla, asıl bilimsel araştırma üniversitenin çekirdek yapısından ya da gövdesinden ayrılmalıdır. Asıl ve gerçek anlamıyla bilim yalnızca araştırmadır; yani, ortaya bir takım sorunlar atmak, onları çözümlemeye çalışmak ve çözüme ulaştırmak. ...Belki bir bilim dalını öğretmekle yükümlü tutulan kişilerin kendilerinin bilim insanı olması yararlı olabilir, ama ille de şart değildir... Mesleki eğitim, bilimsel araştırmadan ayrılmalıdır. Ne hocaların, ne öğrencilerin kafasında ikisi birbirine karıştırılmamalıdır... Hocaların seçiminde adayın araştırmacı düzeyi değil, sentez ve hocalık yetenekleri belirleyici olmalıdır."(3) Bu görüşün belli ölçüde yansımalarını taşıyan ifadeler, ulusal bilim üst yapımızın en tepesindeki bilim insanları tarafından da ifade edilebilmektedir: "En iyi eğiticilerin sadece bilgili olanlar arasından değil, fakat öğrenme ve öğretme heyecanını hep taşıyan, yenileyen özverili bireyler arasından çıktığı bilinen bir gerçektir."(4) Bu tümceden süslü nitelemeleri atınca, geriye öğretmek için mutlaka bilmek gerekmediğini teslim etmenin kaldığı açıktır.

Gasset'in görüşlerinin, yani üniversiteye öğrenciler ve meslekler odağından bakmanın belki 20. yüzyılın ilk yarısında bir haklılığı vardır. Ne var ki, bu görüşlere kapılma kolaycılığının üniversitenin kendisini yinelemesi ve yenilemesi kapsamında bir sonuca varamayacağı da açıktır. Öğrenci odağından yinelenen üniversitenin varabileceği en ileri nokta, devasa bir yüksek meslek okulları bütününe varmaktır ki, bu bilginin sonu demektir. Sorunun çözümü mutlaka bu iki görüşten birine hak vermeyi değil, çağdaş üniversitelerin yapısına gerçekçi bir noktadan bakmayı gerektirmektedir.

Toplumların bilgi toplumuna evrimleşmesi kadar bilginin demokratikleşmesi de çağdaş üniversitenin temel öğesidir. Bilginin demokratikleşmesi sadece yeni bilginin üretilebilirliği yönünde değil, bilgi edinilmesi yönünde de geniş bir akademik taban yaratmıştır. Bunun sonucunda ortasal bireyin, bilgilenme düzeyini yükseltme talebinde önceki tarihsel dönemlerde görülmemiş bir patlama yaşanmıştır. Bu eğilimin, gelecek kuşaklar boyunca artarak gelişeceği apaçıktır. Bilgilenmeye yönelik talep artışının doğal bir sonucu da bilgi kurumunun büyümesidir. Eski zamanların dört beş fakülteli, her fakültesinde aşağı yukarı aynı bölümler ve alt örgütlenmeler bulunan üniversitelerinin yerini, gittikçe artan sayıda fakülteleri olan, alt örgütlenmeleri çeşitlenen ve yayılan, bir yandan da meslek yüksek okulları, enstitü, araştırma ve uygulama bölümleriyle desteklenen bilgi fabrikaları almaktadır. Buna karşılık bilim insanı yetişme temposu, kurumsal örgütlenme temposunun altında kalmıştır. Ortaya çıkan seçkin akademik insan gücü eksiğinin, seçkin olmamakla birlikte nitelikli kadrolarla kapatılması gerekmiştir. Belli bir noktada nitelikli insan gücü artışı da kurumsal yayılmanın gerisinde kalınca, sorun daha ciddi bir nitelik almıştır.

Üniversite sisteminin sorunu genel olarak, içinde bulunduğu konumu "tanımamak"tır. Üniversitenin, bütün öğretim kadrosuna akademisyenler ya da bilim insanları gözüyle bakmaktan vazgeçmesi gerekir. Bu kendini doğru tanımama olgusu sadece ulusal üniversite sistemimiz için değil, üniversite sisteminin bütünü için geçerlidir. Bugün üniversite sistemi içerisinde, tümü aynı yükleme sahip olmakla birlikte, farklı işlevler taşıyan bir dizi alt grup mevcuttur. Bu alt gruplar arasında, eşyanın doğasına uygun olarak en zayıf küme en nitelikli olanı, seçkin bilim insanlarıdır. Üniversite ne kadar büyükse, öğretmen, okutman, danışman, uygulamacı, siyasa koyucu, entelektüel, para kovalayıcı, oportünist sahte-bilimci gibi alt gruplar o kadar güçlü ve kalabalık olmaktadırlar. Bu alt gruplar kendi güçlerinin yeterli olmadığı noktalarda birbirleriyle ikili ya da çoklu bağlaşmalar kurmakta ve sistem içinde güçlerini korumaya devam etmektedirler. Üniversitenin kendini üretme süreci içinde karşılaştığı en büyük sorun da bu alt grupları aşarak, seçkin bilim insanları alt grubunun yenilenebileceği bir düzen kurmaktır.

Üniversite sistemi, gerçekçi olarak tanımaya yanaşmadığı bu tabloyu, bilgi kurumlarını araştırmacı kurumlar ve bilgi verici kurumlar alt bölümleriyle irdeleyerek köprülemeye çalışmaktadır. Rosovsky, öğretim üyelerinin üçte birinden fazlasının, zamanlarının yaklaşık yarısını araştırmaya ayırdığı kurumları seçkin araştırma üniversitesi olarak niteleme eğilimindedir.(5) Ancak o da Gassetçi değerlendirmeye katılmakta; "daha iyi araştırmanın, daha zayıf öğretimi getirdiğini", aksi takdirde bu üniversitelerde, araştırma kusursuzluğu için lisans öğretiminden özveride bulunulması gerektiğini belirtmektedir. Her dogma gibi bunun da geçerliliği mutlak değildir. Araştırma, Rosovsky'nin de belirttiği gibi, ilerlemenin olabileceğine inanmanın bir göstergesidir. İlerleme olabileceğine inanan ve bu inançlarını bilgi temelinde öğrencilerine aktarabilen bilim insanları, genellikle daha ilginç ve daha iyi öğretmenlerdir. Daha önemlisi, öğretmenin birinci kuralı derinlemesine bilmektir; kimse bilmediğini başkasına öğretemez.(6) Kaldı ki Turhan'ın dediği gibi, ancak kendisine güvenen, kafasında çözümlenmesi gereken sorunlar bulunan, bunların tümüne cevap bulabilmek için ömrünün yetmeyeceğini kavrayan bilim insanları, kendi sorularını geliştirecek türdeşler üretebilmek için halef yetiştirmek zahmetine katlanır.

Hangi üniversitelerin seçkin eğitim ve araştırma ağırlıklı üniversiteler olarak nitelenebileceğini belirleyen temel ölçüt, aynı şekilde hangi bilim üreticilerinin seçkin sayılabileceklerinin ölçütünü de oluşturmaktadır. Bu ölçüt, o üniversitenin bilim insanlarının ünvanları ya da ünvanlarının hiyerarşik yapısıyla değil, evrensel düzeydeki bilim üretimleri, yayınları, bu yayınlara türdeşlerince başvurulma sıklığı, bilgi ve teknoloji gelişmelerini bilgilenme süreçlerine ne ölçüde yansıtabildikleri(7) ile bağlantılıdır. Üniversitelerin kendilerini yeniden üretebilmelerinin baş koşulu bu tür seçkin bilim insanlarını ayırt etmek ve akademik hiyerarşide yükselmelerini, bilim üretimi araçlarını elde etmelerini sağlamaktır. İşte bu kaygı, akademik yükseltmeler sorunsalının temeli olmalıdır.

Türkiye'de, bilim üretiminde seçkinlerin ayırt edilmesi ve üniversite yapılanmasında etkili kılınması sorunu, dünya genelinden daha ağır niteliktedir ve çözümlenmesi daha fazla kararlılık gerektirmektedir. Sorunun boyutu 1996 tarihli OECD raporuna kısmen yansımıştır: "Üniversitelerdeki araştırıcılar bireysel olarak çok az araştırma-geliştirme çalışması yapmaktadırlar. [Türkiye'de araştırma-geliştirme çalışmalarının ana uygulayıcılarının üniversiteler olması gerçeği karşısında] bu gözle görülür çelişkinin en önemli nedeni, öğretim programları oldukça yüklü olan öğretim üyelerinin araştırmaya ayıracak fazla zamanlarının kalmayışıdır... Üniversitelerde öğretim üyelerinin çoğu hiç araştırma yapmazken, küçük bir grup da çok miktarda araştırma yapmaktadır. Sonuç olarak, Türk araştırmacılar tarafından üretilen araştırma makalelerinin sayısı genelde düşüktür; ortalama olarak bir yılda sekiz öğretim üyesine bir makale düşmektedir."(8) Gürüz'ün verilerine göre, bu yargıların sayısal karşılığı olarak 1980'de 0.09 olan öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı 1997'de 0.15'e yükselmiştir. Ders veren öğretim üyesi başına öğrenci sayısı ise 24' tür. Saatçioğlu'nun verilerine göre ise uluslararası atıf indeksleri tarafından taranan dergilerde öğretim üyesi başına düşen makale sayısı 1989'da 0.43, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı ise 1992-1993 döneminde 44'tür.(9) Her durumda değerler, nitelikli dünya ortalamasının çok gerisindedir.

Böyle bir çerçevede, bilim üretimi sadece küçük bir azınlığın sırtına yüklenmişken ve bunların arasında seçkin bilim üreticileri daha da küçük bir alt grubu oluştururken, seçkinleşmenin ölçütlerini kalabalık genelin asla ulaşamayacağı bir düzeyde oluşturma siyaseti, bu gurupların sessiz ama etkili direnmeleri sonucunda, akademik değerlendirme ölçütlerinin bir geleneğe oturtulamamasına yol açmaktadır.

Bu noktada, akademik seçkinliğin belirlenmesi ölçütlerinde duyarlı bir değerlendirme sürecinin gerekliliğiyle, nitelikten taviz verici bir ölçütleme arasında seçim yapmak gibi bir ikilem olmadığında birleşmek gerekir. Üniversitenin geleceği demek olan seçkinci bilim kadrolaşmasının gereği üzerinde en küçük bir tartışmaya bile yer olmamalıdır. Bu konuda alternatif arayışlarının nedeni seçkinliğin niteliğinde zaafiyet yaratmak değil, bilim insanı özelliklerine sahip olmayan alt gurupların seçkinlik ölçütlerini sulandırmalarını engellemek, buna imkân veren nesnel koşulları ortadan kaldırmaktır. Bu yaklaşım içinde önemli bir adım, üniversitelerde bilim üretimi kaygısı taşımayan alt gurup kimliklerini, ortak ve o ölçüde de sanal "öğretim üyesi" değerlendirmesinden, kendi kimliklerini tanıyan bir düzene taşımaktır. Öğretmenlerin öğretmenliklerini, uygulayıcıların uygulayıcılıklarını, okutman ve entelektüelleri dışlamayan; onların bu kimliklerini bir sanal bilim insanlığı ardında gizlemeden açıkça tanımlayan ve kendi kapsamlarında önemseyen bir yaklaşımla bu grupların oportünist sahte-bilimciler, siyasa koyucular, memur okutmanlar ile kurum-içi bağlaşmalar oluşturmalarını önlemek gereklidir. Benzer şekilde, evrensel bilime en üst düzeyde katılma dışında, başka değerlendirme ölçütleri de oluşturarak, diğer alt gruplardan seçkinlik düzeyine yaklaşabilecek bireyler için çıkış yolları da bırakmak gerekir.

Pak(10), ülkemizde üniversite sayılarının 1980'li yılların ortalarından sonra doğrusal bir artış deseninden uzaklaştığını göstermiştir. Eğitim bilimleri alanında, fakülte ve öğretim üyesi sayılarındaki artış da iyi bir örnektir.(11) Ülkede, 1989-1990 döneminde toplam 20 eğitim bilimler fakültesinde 137 profesör, 129 doçent ve 252 yardımcı doçent varken, bu değerler 1993-1994 dönemi için 43 fakültede 189 profesör, 179 doçent ve 408 yardımcı doçent olmuştur. Doğaldır ki hiçbir bilim sistemi, niteliğini koruyarak beş yıl içinde kendisini iki misli üretemez. Özellikle yardımcı doçent sayısındaki artış çerçevesinde, bireylerin doktoradan sonra hiçbir araştırma ya da yayın yapmadan yardımcı doçent atanabilmelerini ve yüksek lisans ve doktora tezi yönetebilmelerinin mümkün olabilmesini(12) anlamak kolay olmaktadır. Aslında benzer düzeysizlik doçentlik sınavlarında(13) ve profesörlüğe yükseltmelerde de mevcuttur. Bu satırların yazarı, doçentlik jürisinde karşı oy kullanması dışında, sınav tutanağına muhalefet kaydı koyduğu halde, bu olağan dışı durum sorgulanmaksızın doçentlik ünvanı verilmesine; profesörlüğe yükseltilme dosyasının sahibi aday için, kanıtları eşliğinde bilim sahtekârlığı suç duyurusunda bulunduğu halde, ilgili üniversitenin senatosunca hiçbir soruşturma yapılmaksızın adayın profesörlüğe yükseltildiğine tanık olmuştur. Buna karşılık zaman zaman niteliğe dayanmayan yükseltmelere katılmış olduğumu da itiraf etmeliyim. Nesnel ölçütlerle bağlanmış gibi görünse de, bir sistematik ve türdeşlik içermeyen düzenlerin (yani gerçekte düzensizliklerin) en önemli sorunlarından biri, bizzat sistemi savunanların da dejenerasyonuna yol açabilmesidir. Kıdem, gereksinim ve her türlü öznel ölçütün akademik liyakatın önüne geçebilmesinin(14) mümkün oluşu doğrudan bu tür sistemsizliklerin sonucudur.

Kendisi bilimsel üretiminin niteliğine bağlı olmayan değerlendirmelerle akademik hiyerarşide yükselebilen kişilerin, daha sonra "ermeleri" ve nitelikli bilim üretmeleri ya da nitelikli bilim üretimi süreçlerini denetlemeleri olanağı neredeyse yüzde sıfırdır. Bilim üreticilerinin nitelikli olma koşullarını sadece bilimsel çalışmaları bakımından da algılamamak gerekir. Nitelikli bilim adamının, entelektüel anlamda da belirli bir çizginin üzerinde olması beklenmelidir. İkinci Dünya Savaşı'nın üzerinden yarım yüzyılı aşkın zaman geçip, savaş sonrası ortamının soğumasıyla nesnel değerlendirmeler yapılabilir hale gelinince Nazi bayrağı altında gerçekleştirilmiş birçok bilimsel gelişme ortaya çıkmıştır. The Sciences'da yayımlanan bir makalede yazar şöyle bir soruya cevap aramaktadır: "Nazi rejimiyle işbirliği içinde çalışan Alman bilim insanlarının bulgu ve buluşlarının(15), nazizmin oluşturduğu insanlık çıkmazı karşısında yine de bilimin kazanımı sayılabilmesi mümkün müdür?". Yazarın yorumu, "evet, aslında bunlar da bilimin kazanımlarıdır" şeklindedir. Bu görüşün haklı olduğu düşünülmemelidir. Bilim insanının gerçeği sorgulaması ve arayışı insanlığın ilerlemesi ve bilim kavramının ortaya çıkmasına yol açan hedeflere varabilmesi içindir. Bu nedenle insanlık idealine karşıt eylemler içine giren bilim insanı ya da bu tür süreçler sonunda elde olunmuş bilgilerin, bilimin ve bilim insanının çerçevesine girmesi kabul edilemez. Bu, bilim insanının herhangi bir siyasal düşünceyi benimsemesiyle ilişkili bir konu da değildir; sadece bilim üretimi bakımından değil, insanlık ideali çerçevesinde de seçkinleşmesi zorunluluğuyla bağlantılıdır.

Bilim insanı dışında kalan, ama bilginin yayılması işlevini yerine getiren üniversite alt gruplarına çıkış noktaları bırakmak anlayışı da, seçkin bilim insanının niteliğinden eksiltmeye yol açmamalıdır. Her ne amaçla olursa olsun, seçkin bilim insanı niteliğinden ödün verilmemesinin birinci yolu, bilim insanı olmayan bireylere bu ünvanın verilmemesidir. Üniversite ve yüksek okulların öğretmen gereksinmesini karşılamak için sahte-bilime olanak tanımak yerine, öğretmenler, vb. alt gruplar için kendi içinde hiyerarşiye sahip yapılanmalar oluşturmak daha gerçekçidir. Gerek bu alt gruplardan bilim üreticisi kümesine geçmenin, gerek bilim insanı grubu içinde yükseltmelerin değerlendirilmesi ise, geçiş ya da yükseltmeden etkilenebilecek bireylerin dışında bir ortamda yapılmalıdır. İstanbul Darülfünunu'nu uzun süre inceledikten sonra ayrıntılı bir rapor yazan Albert Malche'nin, akademik yükseltmelere ilişkin görüşlerini dikkate almak gerekir.(16) Malche, üniversitenin hiçbir sorununun profesörlüğe atanma konusu kadar önemli olmadığını, bu konuda en kötü hakemlerin ise değerlendirmenin sonuçlarından doğrudan etkilenecekler olduğunu ifade etmektedir. Aslında bu görüş, üniversitenin diğer birçok alanı için de doğrudur. Öğrenci sınavlarından, verilen derslerin değerlendirilmesine kadar birçok akademik etkinliğin "dışarlıklı" ve değerlendirmenin sonucundan bireysel olarak etkilenmeyecek akademisyenlere yaptırılması, gerçekten nitelik temelinde nesnel sonuçlara daha yatkın bir sistem sağlayacaktır.

Notlar


(1) Susan Hack, "Concern for Truth: What It Means, Why It Matters", The Flight From Science and Reason, P. R. Gross, N. Levitt, M. W. Lewis (der.), Ann NY Acad Sci., c. 775, New York, 1996, ss. 57-63. Yukarı
(2) Mario Bunge, "In Praise of Intolerance to Charlatanism in Academia", The Flight From Science and Reason, P. R. Gross, N. Levitt, M. W. Lewis (der.), Ann NY Acad Sci., c. 775, New York, 1996, ss. 96-115.Yukarı
(3) José Ortega y Gasset, Üniversitenin Misyonu, çev. Neyyie Gül Işık, Yapı Kredi yayınları, Cogito Dizisi, İstanbul, 1998. Yukarı
(4) Ayhan Çavdar, "Açılış Konuşması Metni", "Nasıl Bir Üniversite Mezunu İstiyoruz?" konulu konuşma metinleri, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 5, Ankara, 1996, ss. 3-4. Yukarı
(5) Henry Rosovsky, Bir Dekan Anlatıyor, Tübitak Yayınları, Ankara, 1994. Yukarı
(6) Mümtaz Turhan, Üniversite Problemi, Yağmur Yayınları, İstanbul, 1967. Yukarı
(7) Kemal Gürüz, "Yükseköğretimde Bilim ve Eğitim", Bilim ve Eğitim, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 2, Ankara, 1995, ss. 97-115. Yukarı
(8) Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Türkiye Bilim ve Teknoloji Politikası Raporu, Tübitak Yayını, Ankara, 1996. Yukarı
(9) Ömer Saatçioğlu, "2000'li yıllarda Bilim ve Eğitim", Bilim ve Eğitim, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 2, Ankara, 1995, s. 186. Yukarı
(10) Namık Kemal Pak, "Üniversitelerde Akademik Yükseltmeler", Üniversitelerde Akademik Yükseltmeler, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 4, Ankara, 1995, ss. 9-24.Yukarı
(11) Süleyman Çetin Özoğlu, "Bilim ve Eğitim İlişkileri", Bilim ve Eğitim, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 2, Ankara, 1995, ss. 75-83. Yukarı
(12) Mahmut Adem, "Bilim ve Eğitimde Planlama", Bilim ve Eğitim, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 2, Ankara, 1995, ss. 89-96. Yukarı
(13) Cumhur Ertekin, "Tıp Bilimlerinde Akademik Yükseltmeler", Üniversitelerde Akademik Yükseltmeler, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 4, Ankara, 1995, ss. 37-42. Yukarı
(14) Ayhan Çavdar, "Açılış Konuşması Metni", Üniversitelerde Akademik Yükseltmeler, Türkiye Bilimler Akademisi Bilimsel Toplantı Serileri: 4, Ankara, 1995, ss. 3-5. Yukarı
(15) Robert N. Proctor, "Bitter Pill", The Sciences, 39(3): 14-19, 1999.Yukarı
(16) Albert Malche, "İstanbul Üniversitesi (Darülfünunu) Hakkında Rapor", Dünya Üniversiteleri ve Türkiye'de Üniversitelerin Gelişmesi, Ernst Hirsch (der.), Ankara Üniversitesi Yayınları, No: 23, c. 1, İstanbul, 1950, ss. 229-95.Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X