Hasan Cem Çal, "Küçükburun, içerideki öteki", K24, 24 Temmuz 2025
Fatih Özgüven’in Küçükburun adlı kısa hikâye kitabı, bir süredir Türkçe yazılmış felsefi edebiyat kitapları arasında parlayanlardan – eğer Türkçe yazılmış, hakiki anlamda tek felsefi edebiyat kitabı değilse. Bir felsefi edebiyat kitabı diyoruz, ama felsefi sıfatını bayağı anlamıyla kullanmaksızın. Ve aynı şekilde, edebiyat ismini de bu tip bir bayağılığın nesnesi kılmaksızın. Söz konusu olan ne “kavramsal tahlil”lerden (Maurice Blanchot’nun yapıtları) ne de bir “felsefi tema”dan (Thomas De Quincey’den Immanuel Kant’ın Son Günleri) oluşan bir kitap; daha ziyade bir kavramı bir diğer kavramla iç içe geçirerek iş gören, boğumlu bir kavramı hikâyeden hikâyeye ören, çeşitlemeci bir tanesi. Küçükburun’un kavramı: İçerideki öteki.
Özgüven’in kitabında hikâyeler, her ne kadar o bu kavramı bir kez dahi kullanmasa da, içerideki öteki kavramının etrafında dönüp duruyor. Ama yine de, içerideki ötekiyi kesinlikle psikolojik bir figür haline de getirmeksizin. Özgüven neredeyse semptomatik olduğu iddia edilebilecek bir anti-Dostoyevskicilik işletiyor bu kitabında: Hiçbir tahlile yer yok. Bunun nedeni, ötekinin tahlil edilecek bir şey değil, karşılaşılacak bir şey olması ve bunun da ötesinde, tam anlamıyla “benimsenme”sinin imkânsızlığı. İçerideki öteki bu açıdan bilinçdışıyla ilgisiz, egonun kıskacında yer aldığı süperego ya da idle ilintisiz, tamamen muğlak, müphem, neredeyse Blanchot’nun “nötr” dediği şeye yakın bir şey. Özgüven’in bu kitapta keşfettiği şey bu; pozitif ya da negatif olmayan, yükten azade bir ötekilik. Bir yalın ötekilik hali. (Belki dilinin sadeliği ve ebadının küçüklüğü de bundandır kitabın.)
Peki, içerideki öteki nedir? Küçükburun’un içerideki ötekisi ne tür bir şey? Öncelikle, bu kavramın doğrudan doğruya hiçbir özgül figüre karşılık gelmediğini, ama kitap boyunca süreklilik arz edecek şekilde bir çeşitlemenin nesnesi kılındığını söyleyeceğiz. Hatta bir adım ileri giderek, her ne kadar tekil bir varlığa işaret ediyormuş gibi dursa ve duyulsa da, içerideki ötekinin çoğul da olabildiğini belirteceğiz (“Fısıldaşmalar” hikâyesi özelinde olduğu gibi). Ama her halükârda, kesin olan şey belli: Özgüven’in içerideki ötekiden anladığı, tek bir şey olmadığı gibi, tek bir surette var olan bir şey de değil. Daha ziyade, o bir çokluk; tam da ötekinin belirsizliğine sirayet edecek şekilde biçimlenmiş, suretini her seferinde yenileyen, ama aynı zamanda “ben”le mantıki eşlenikliğini de sürdüren, kendisini her seferinde benlik için ve içinde yeniden üreten, ama bunu da benliğin ötekilikten ayırt edilemeyeceği bir devrenin oluşumunu sağlamak adına (yoksa pahasına mı?) yapan bir çokyüzlü varlık. Bölünerek var olan benin bir sonucu değil, benin karşısında konumlanan bir şey değil, hatta benin kendisini bilmesini sağlayan şey de değil, fakat benin ta kendisi olan bir şey.
Küçükburun’un radikalizmi, Rimbaud’cu maksimin tersine çevrilişinden mülhemdir: Öteki bendir. Bu noktada, daha ilk hikâyeden, “Yılan”dan başlayarak, ötekinin her zaman için bene dair olduğunu, beni ilgilendirdiğini, ama bunu da benden şu veya bu şekilde türeyen bir şey olarak yaptığını görürüz. Vehasıl, bu hikâyede söz konusu olan, dinlenen bir hikâyeden ileri gelen, oluşan ve aslen sanal olan bir ötekidir: Yılan terbiyecisi. Bu figürdür ki, hikâyede hikâye dinleyicisi olarak konumlanan karakterin zihninden türer ve onun önünde belirir, zuhur eder; yitip gideceği, hikâyenin atmosferine karışıp, çözülüp yok olacağı, o önceden tayin edilmemiş âna kadar. Daha bu raddede, ötekinin tamamen zihinsel bir haleyle kaplandığını ve doğrudan “benden” türediğini görürüz: Ben ötekini var eder ve öteki, dönüşlü olarak, içerideki öteki halini alır. Artık ötekinin “orada” olması gerekmez, zira halihazırda “burada”dır. Göz önünde, ama aynı zamanda değil de – çünkü içeride.
Benzer şekilde, “Fısıldaşmalar” da ötekiyi içerideki öteki haline geleceği bir devreye sokar ve sanrısal ya da halisünatif olmaktan çıkartıp psişikleştirir. Bu hikâyede, uyumakta güçlük çeken bir benin aklında dönüp duran bir sesler çokluğuyla karşılaşırız ve bu sesler, içerideki ötekinin mantığı uyarınca, çok özel bir seslenme şekline sahiptir: Kendi aralarında “değil mi?”, “-madın mı?”, “-mıyor musun?” gibi soru ekleriyle konuşurlar ve bu, aynı anda hem kendi içlerindeki konuşmalarıdır hem de kendi aralarında. Kendi aralarındadır, çünkü bu soruları birbirlerine soruyor gibidirler. Kendi içlerindedir, çünkü bu sorular aynı zamanda içinde belirdikleri benin kendisine sorduğu sorulardır. Ama işte, gerçekte bu iki “içeri mantığı” hiçbir şekilde birbirinden ayrılmaz ve sesler aynı anda hem bir içeriye aittir hem de o içerinin yabancı olduğu bir ötekiliğe (Sarah Kane’in Bütün Oyunları’ndaki Tutku’yu andıran çifte koşul). Dolayısıyla, bu hikâyede de öteki içeridedir, içerideki ötekidir, ama bu sefer çoksesliliğinde, polifonisinde.
Bir sonraki hikâye olan “Adım”, diğer taraftan, içerideki ötekinin psişikliğini nominal bir düzeye yükseltir ve sesin yerini adla değiştirir: Bu hikâyede adını unutmuş bir adam vardır, adım adım (ki Özgüven’in kelime oyunudur) adını arar. Adımları “adım”ı bulma sürecinde ona yardımcıdır ama bir yandan bu süreç sahiplik belirten bir şeyin sahibinden kaçıyor olmasını imlediğinden, giderek adın “adlandırdığı özne”ye değil de kendine aidiyetini dışavurur. Ad hatırlanmadıkça tekilleşir, böylece de ada sahip olduğunu addedenden kopar ya da ondan kopuk görünür. Ad vardır ve bir de adını arayan. Ad birinindir, ama hatırlanamadığı kadarıyla bir başkasının da. Dolayısıyla ad da, basitçe, bir içerideki ötekiyi ifade eder, ama bu sefer dışarı çıkmış halde: Adını arayan, kendini kökten tanımlayan, onu her şeyden (“diğer adlar”) ayrıştıran şeyden soyutlanmış olur, fakat bu yolla da adının her zaman içindeki bir öteki olduğunu kavrar. Adı yalnızca onun değildir ve onu hatırladığında bile (ki adını öğrenemeyiz), sormaktan geri duramaz adsız kişi: “Adım?” Adın kaybolmuşluğu, “karakter”den azı haline geleni harekete geçirecektir; hikâye budur: “Kaybolmuş kendi”ni aramak.
“İz” hikâyesi, bir başka yandan, farklı tür bir içerideki ötekiye, muhayyel bir tanesine dairdir: İki kişi, hic et nunc * hikâyede bulunan figürler, bir hikâye içinde, bir iz üstünden ilişkilenir ve yalnızca izden söz eder. Bu iz ki, birine aittir ama aynı zamanda dışarıya yansıyan fakat “içeride” ne ifade ettiği bilinmeyen bir varlığı dışavurur. İz hakkında konuşulur, düşünülür, ama izin, yalnızca dışarıdan görülebilir olan bir şeyin ne ifade ettiği kavranamaz. En azından yazar bu bilgiyi vermeyi kesinkes reddeder. Ve tam da bu yolla iz, bir iz olmaktan çıkıp, izi taşıyanın ona o izi bırakanı (ya da belki bahşedeni) içinde muhafaza ettiğini “gösteren” bir “dışsallığa” dönüşür. İz vardır, ama bir içselliğe gönderir fakat gönderse dahi, izin izi sürülemediğinden, hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla içtedir, ama ötekidir de. Bir “üçüncü kişi”dir, müphem kalan. Özgüven boşu boşuna şöyle yazmaz: “Bir şeyle bir şeyin arasına ancak hikâyenin izin verdiği kadar girebilirsin.” Bu örnekte: İzin yok.
Bir atlamayla: “Çocuk” hikâyesinde ise mesele daha çok “benzetme”yle ilgilidir. Ama bu benzetme, basit bir “Şu şunu andırıyor” sözcesi üstünden iş görmez. Daha ziyade, benzetmenin benzetmesinin benzetmesi olarak dizisel bir işlev edinir: Adını bilmediğimiz adam önce adını yine bilmediğimiz bir çocuğa benzetilir, ardından benzeş karakterlerin benzediği bir başka karakter, bu sefer adı olan ama varlığı olmayan bir karakter, Alf (bir televizyon dizisi karakteri) öne sürülür, böylece benzeme hali bir ötekinden diğerine doğru uzanır. Bu hikâyede asıl mesele her ne kadar çocuk ile yaşlı figürleri arasındaki geçişlilik olsa da, bir diğer mesele de bir jest üstünden yaşlıda hatırlanan bir çocuğun, iki figürü kesiştiren bir çocuksu karakterle özdeşleştirilişidir. Özetle, bu hikâyenin resmettiği şey, ötekinin giderek içerideki ötekiye doğru uzanışı, sanallaşması, basitçe onun tarafından yutulmasıdır. Önce bir öteki bir başka ötekiye benzetilir, ardından bu benzeşlik bir özdeşliğe yükseltilir ve tam da bu noktada, ötekiler içerideki tek bir ötekiyle hemhal olur: Onlar içerideki ötekinin analoglarıdır; birbirinin (çok özel bir anlamda) simülakrıdır.
Ve tabii kitaba adını veren hikâye: “Küçükburun”da söz konusu olan nedir? Esasen ergenlik. İçerideki öteki bu sefer biyolojik bir koşul üstünden tanımlanır: Bir erkeğin kıllanması. Ama işte, Özgüven basitçe bir coming of age hikâyesi de anlatmaz. Bu çocuk ki, babasının ona utanç verici bir farkındalık kazandırmasından sonra, kendi uzayan ve bacaklarını sarmalayan kılları neredeyse dünyayı kaplar bulur ve içinden görülebilir halde dışarı vurulan ötekilikle hesaplaşmaktan kaçınır. O kaçındıkça da dünya kocaman bir kıl yumağıymış gibi anlatılmaya ve anlaşılmaya devam eder ve kıl nesnesinde billurlaşan ötekiliği, içeride bulunan, hormonlarda köken kazanan öteki olma halini dünyadan, daha doğrusu dünyanın bilincinden ayırt etmek zorlaşır. Çocuk için dünya bacağındaki kıldır ve ötekiden, içerideki “kıllı kendi”nden kurtulamaz. Çocuk = dünya olduğundandır ki, yazar da bundan payını alır ve Özgüven çocuğun içinden kaygılanıp, bir serbest dolaylı söylemi işe koşar: “Bacaklarında kıl var mıydı, bakmaya korktu. Vardı.” İçerideki öteki hazır ve nazır.
Peki, lafı daha da uzatmadan ve kalan birkaç hikâyenin tahlilini de kitabın müstakbel okurlarına bırakarak, son kertede bu kitapla ilgili ne diyeceğiz? Son hikâyeden bahsetmeyecek miyiz? Belki de Özgüven’in kitabını “Adam” hikâyesiyle bitirmesi bir rastlantı değil. Gerçekten, kitabın genel planına bakıldığında, yalnızca içerideki öteki kavramının bir çeşitlemesinin yapılmadığını, ama aynı zamanda kavramın safhalar halinde gelişim gösterdiğini, bir spektrum oluşturduğunu görürüz. Bundan kasıt nedir? Şudur: Kitabın (her bir hikâyeye kontrpuan oluşturan ve her biri bir diğer “öteki” tarafından üretilmiş illüstrasyonlarla ayrıca düzenlenen) genel planı, içerideki ötekinin en soyut halinden en somut haline dek nasıl çeşitleneceğini göstermek üstünden iş görür. “Yılan” hikâyesi mümkün en soyut ötekiyle, bir hülya olarak ötekiyle başlar ve “Adam”, ötekiyi olanca somutluğunda, “ben”in bakakaldığı ve bakmayı kesemediği, ama gözünün önünden de gitmeyen bir şey olarak sunduğunda, içerideki öteki nihayetine varır ve ilginçtir, her iki hikâyede de “ansızın karşılaşılan”dır, “orada olduğu” bilinmeyendir. Böylelikle kitap, bu uç içerideki ötekiler üstünden, son kertede şu mantığı öne sürer gibidir: En öznel olan en nesneldir ve tersi de pek tabii geçerli.
Yine de, her halükârda mantık sabit kalmaz ve içerideki öteki iki vektör aracılığıyla varlık gösterir: Ya sonsuz küçüğe evrilip bir hülyaya dönüşür ya da kim olduğu bilinmeyen ama bir şekilde tanınan, sanki bir başka hayattaki “ben”e benzer, diyelim ki bir tür muayyen déjà vu nesnesi olur. Sonuçta, Küçükburun bu iki hikâyenin ortasında kalan, kademeli olarak soyutlaşan veya somutlaşan içerideki ötekilerden oluşmayı kesmez. Bu ötekiler ki, hikâyedeki figürlerin içinde olduğu kadar birbirlerinin de içindedir ve soyuta ya da somuta kaçan bir hat üstünde, birbirlerinin içinden çıkar. Bu anlamda Özgüven’in kitabını tersten de okuyabilirsiniz düzden de, hatta gerekirse çaprazlama da; değişen tek şey içerideki ötekinin sanallaşma/reelleşme düzeyi olacaktır. Aynı şeyin etkinlik ölçeği değişecektir, o kadar. Dolayısıyla, soruyoruz: İçerideki öteki dediğimiz şey için matruşkadan daha mükemmel bir model olabilir mi?
* hic et nunc (Latince): Şimdi ve burada [e.n.]