Sunuş, "Yılanı Yakalamak", s.13-15
Ne diye korkuyorsun bilinmesinden?
Kimin haddine bizden hesap sormak?
– Shakespeare, Macbeth
Buyurabilen, doğası gereği “efendi” olan,
edimlerinde ve tavırlarında zorbalık sergileyen
kişi – ne işi var böyle birinin sözleşmelerle!
– Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü
Siyasal düşüncedeki merkezi önemine karşın günümüzde “despotizm” kavramı eskide kalmış istisnai bir yönetim biçimine işaret ediyor gibi. Oysa paradoksal bir şekilde günümüzde gitgide ekonomiye ve güvenliğe indirgenen bir dünyada, sıklıkla yasa ile yasasızlık arasındaki ayrımı aşan ve böylelikle bulanıklaştıran despotik emirler verildiğine tanık oluyoruz. Kitleler de bu sırada piyasanın dayatmalarına ve resmi makamlara itiyadi bir itaatkârlığı benimsemiş görünüyor. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimi ülkeyi şirket gibi, kimi ömür boyu diktatörlükle yönetmeye hevesli, kimi de bu iki yolu birden kullanmak isteyen birtakım “güçlü” liderlere tahammül ediliyor, bununla da kalmayıp onlara açıkça davetiye çıkarılıyor. Görünürdeki farklılıklarına rağmen bu otoriter liderlerin hepsi demokrasiye karşı tutkulu bir düşmanlık besliyorlar ve insanları demokrasinin her türlü tezahürü aleyhinde kışkırtmakta çok azimliler. Çoğunlukların onların peşinden gönüllü olarak gittiği, demokrasinin hemen her yerde askıya alındığı, küresel çapta bir istisna siyasetinin koyu gölgesi altında yaşıyoruz.
Böylelikle, despotların yönettiği bu dünyada despotizm sadece bir siyaset “sanatı” olarak meşrulaştırılıp benimsenmekle kalmıyor, bir kült(ür) olarak da normalleştiriliyor. Dünyanın kitap satılan her köşesinde karşınıza çıkabilecek, çok satan bir kitabı düşünün örneğin: İktidar: Güç Sahibi Olmanın 48 Yasası (Greene 2002). Kitap esasen Prens gibi klasikleri temel alan bir popüler siyaset kolajı. “Yasalar”dan bazıları şöyle: Efendilerinizi asla eleştirmeyin veya gölgede bırakmayın; arkadaşlarınıza fazla güvenmeyin; niyetlerinizi her zaman gizleyin; renginizi belli etmeyin; diğerlerinin size bağımlı kalmasını sağlayın; onları muallakta bırakın; herhangi birine bağlanmaktan kaçının; insanların inanma ihtiyacından ve fantazilerinden yararlanın; şov yapın, vesaire. Kısacası, başarı elde etmek için hünerli bir despot gibi davranın. Ne var ki Güç Sahibi Olmanın 48 Yasası prenslere değil, vasıfsız halka hitap ediyor; bu da istisnanın norm haline gelişini, bir kültür olarak despotizmin sıradanlaşmasıni gösteriyor.
Despotik güç, hem siyasette hem gündelik hayatta yanı başımızda ve yakın zamanda ortadan kaybolacağına dair hiçbir emare de yok. Günümüz toplumu onu aynı anda çeken ve iten iki eğilimin esiridir: Bir yanda, kapitalist modernitenin uyandırdığı ütopyacı hayranlık veya distopyacı tiksinmenin, diğer yanda “retrotopyalar” la birlikte arkaik yönetim ve birliktelik biçimlerinin canlanışının (Bauman 2017). Deleuze ve Guattari’nin “fütürizm” ve “arkaizm” olarak adlandırdığı bu iki kutup ne birleşebilir ne de ayrılabilir. Toplum “birine tutunmaya” çalışırsa “diğerinin içinden” geçer (Deleuze ve Guattari 1983, 280). Despotizm kavramını, bölünmüşlük içindeki bu sorunlu birliğin, bu salınımın arkaik kutbunu ifade etmek için kullanıyorum.
En arkaik anlamıyla despotizm, buyrukla –ele geçirmeye, hükmetmeye ve köleleştirmeye kararlı bir emirle– başlar. Buyruk üzerine düşünmek önemlidir, çünkü iktidar demek esasen emirler yağdırabilmek demektir. Her emir itaat üretecek, “tek kişi olsa dahi ona itaat edecek biri her zaman bulunacaktır” (Agamben 2019, 48). Bundan dolayı iktidar buyuramaz hale geldiğinde çöker. Gelgelelim buyruk üzerine düşünmek, ilkelerini ayrıntılı bir biçimde açıklamak önemli olduğu kadar güçtür de, çünkü buyruğun ilkesi yoktur. “Buyruğun bir arche’si yoktur, çünkü buyruğun kendisi arche’ dir” (48). Sahiden de uygarlığımız kendi kökenini bir buyruk olarak düşünür (“Işık olsun...”). Bu buyruk düzanlamsal ya da iletişimsel değildir, “olan” ile ilgilenmez, onun yerine “ol!” diye buyurarak dil ile dünya arasında ontolojik bir bağ ileri sürer; göz ardı edilse de, reddedilse de veya itaat edilmese de geçerliliğini koruması bundandır (51).
Buyruk her zaman eylemi başlatacak, eylemi dayatacaktır. Aslanın kükreyişi, avlanma niyetinin ilanıdır ve ondan zayıf olan hayvan oradan kaçmaya yazgılıdır çünkü buyruk esasen bir “idam cezası”, bir ölüm fermanıdır (Canetti 1962). Her buyruğun altında bu ayırıcı biyopolitik bağlantı yatar. Güçlü olan, korku yoluyla yarattığı kitleden beslenerek buyurur; ele geçme korkusuyla dehşete kapılan av ise bir kaçış hattı arar. Buyruk tam da böyle, hayvan geçmişimizden miras bir şey gibi, insan toplumsallığındaki “en tehlikeli unsur”dur (333). Buyruk, toplumsallığın çöküşü anlamına gelir, yegâne meselenin hayatta kalmak olduğu bir hâl. Bu bakımdan, diğerleri yok edilir veya saf dışı bırakılırken hayatta kalan despottur. Despotun istisnai bir figür olma duygusu da buradan gelir. Hayatta kalmanın en düşük biçimi öldürmek ise, öldürmek ve ona eşlik eden zafer duygusu despot için vazgeçilmezdir (227). Hayatta kalışı, tebaasını öldürdüğü veya bağışladığı her olayda doğrulanır, tebaasını yaşamdan ölüme, sonra tekrar yaşama sevk ederek hayatta kalma sürecini bir “oyun”a dönüştürür ve bu oyunda “düşlenebilecek en yoğun iktidar duygusu”na erişir (234). Benzer şekilde, despotun emriyle ele geçirilmek insanın en temel korkusudur ve bu korku ileride söz edeceğim üzere biyopolitik çağımızda az çok aşikâr ve sayısız şekilde varlığını sürdürmektedir.