Mehveş Bingöllü, "Kuytular", oggito.com, 8 Ağustos 2024
Bakker’in romanlarına sinmiş bir başka şey de sessizlik. Olan biten her şey sağır edici bir sessizlik içinde yaşanıyor.
“Çabucak birkaç dilim ekmek atıştırdıktan sonra otlaklardan geçerek ikinci kez Büyük Göl’e gidiyorum bugün. Işık farklı sabahtan, ortadaki suyun dibine bir grup kaz gelip konmuş. Patenlerimi giyip buzun üstüne çıkıyorum. Gölü iki kez turladıktan sonra, o kadar hızlanıyorum ki artık düz gitmeme gerek kalmıyor. Geniş bir halka çizmeye başlıyorum, sonu gelmeyen gepgeniş bir halka. Dermanım kalmayıncaya dek devam ediyorum kaymaya.”
Okuduğunuz alıntı, Gerbrand Bakker’in Yukarıda Ses Yok isimli kitabından. Bakker’in bu paragrafta “sonu gelmeyen gepgeniş bir halkada dermanı kalmayıncaya kadar kaymak” diye tarif ettiği hali, hiçbir zaman buz tutmuş bir göl görmemiş ve bir kere bile paten kaymamış olsam da çok iyi anladım. Bakker’in mahareti tam bu (beni de hayatımda ilk kez, okuduğum kitaplarla ilgili yalnızca kendim için notlar almaya değil, başkaları da onun kitaplarını okusun diye yazı yazmaya sevk eden maharet): Okura hiç aşina olmadığı yerleri ve halleri gösterip, onun oralarda bile kendini görmesini sağlayan bir yazar Bakker.
Kâh kırın ortasında bir çiftlikte tek başına, kâh bir yüzme havuzunda zihinsel engelli gençlerin arasında, kâh Atlantik’in ortasındaki bir ada festivalinde, kâh günde en fazla iki-üç kişinin geldiği bir berber dükkanında ve kâh herkesin her şeye burnunu soktuğu bir kasabada kendini buluyor okur, ve ruhunun kuytularındaki duygularla karşı karşıya kalıyor. Hatta Gerbrand Bakker okuru esas, dermanımız kalmayana kadar içinde dönüp durduğumuz o sonsuz halkalar içinde, ölümle karşılaştırıyor.
Yazarın Türkçede yayımlanmış üç romanı var: Yukarıda Ses Yok, Dolambaç ve Berberin Oğlu. [1] Ölüm ve onun hayata içkinliği üç romana da sinmiş. Her üç kitapta da ya ölmüş ya ölecek olan, ya da öldüğü sanılan karakterler var. Ölenler yaşayanların gündelik hayatlarında artık yoklarsa da asla gitmiş değiller. Bakker’in kitaplarındaki ölüler, Anne Michaels’in Türkçe Bölük Pörçük Yaşamlar ismiyle yayımlanan kitabında [2] Holocaust sırasında anne babası gözünün önünde öldürülen çocuğun, annesinin kendi kalbinde yaşamayı sürdüren ruhunu özgür bırakmasını hatırlatıyor. Bakker’in romanlarında kimse ölülerin ruhlarını özgür bırakmıyor (Hangimiz başarabiliriz bunu? Ancak, Michaels’ın kitabındaki gibi, en korkunç cinayetlere tanıklık eden çocuklar belki). O ruhlar odalarda ve dükkânların içinde, çiftlik evlerinin bahçelerinde geziniyor. Mesela, Berberin Oğlu’nda Simon, anne ve büyükbaba biraraya geldiklerinde Simon’un babası Cornelis’in da orada olduğunu hissetmemek mümkün değil, ya da Dolambaç’ta Brad dağa gitmek üzere yola çıktığı sırada çaldığı ıslıkta Emily’nin sesini duymamak. Yine Dolambaç’ta Bayan Evans’ın ölümünün kokusu bütün roman boyunca Emily’nin peşini bırakmıyor. Yukarıda Ses Yok’ta Henk bir anlığına bile ayrılmıyor Helmer’dan. Kitap sayfalarının arasında yaşayanlar kadar ölüler de cisimleşiyor Bakker’in romanlarında. Nasıl demişti Edip Cansever, “Ben Ruhi Bey Nasılım” [3] adlı şiirinde: “Göğe bırakılmış bir balon sessizliği”. Bakker’in romanlarının atmosferi de işte tam böyle, bir daha geri gelmeyecek ama hayatlarının en canlı parçası olarak kalacak balonların ardından bakakalıyor herkes.
Bakker’in romanlarına sinmiş bir başka şey de sessizlik. Olan biten her şey sağır edici bir sessizlik içinde yaşanıyor. Sanki ana karakterler her zaman kısık sesle konuşuyor. Gürültücü ve kaba saba yan karakterler de yok değil ama Bakker onları bir yük gibi görüyor. Çekip gitmeleri, uzak durmaları istenen bozguncu karakterler onlar. Emily, Helmer ve Simon kimseyle konuşmadan ömürleri yettiğince yaşayabilirmiş gibi geliyor insana. Her bir romanı okurken Batı Avrupa taşrasının sessizliği ve durgunluğu bundan daha iyi anlatılamaz diye düşündüm ve bir sonraki roman daha iyi anlattı. Bugünlerde bir ormanın kıyısına kurulmuş mahallemde yürüyüş yaparken Ada’nın dürbünüyle komşu evi gözetlemesini, ormana giden patikaya girdiğimde de Emily ve Brad’in aşka dönüşemeyen yoldaşlığını düşünmeden edemiyorum.
Emily ve Brad demişken, aşk ve arzu da bütün romanlarda ince ince işlenmiş. Arzunun objesi olarak hep genç, güzel erkekler var ve yazar bizi ana karakterlerin duydukları arzu nedeniyle yaşadıkları iç hesaplaşmaların derinliğine indiriyor. Hiç kuşkusuz o arzulardan yalnızca biri hissedeni çıkmaza götürecek türden: Simon’un zihinsel engelli genç bir adam olan İgor’a karşı duyduğu arzu. Berberin Oğlu’nu okurken, kaç kere kendimi, “Lütfen bu işe bir son ver, sakın bir şey yapma, Simon,” diye düşünürken buldum. Bütün roman boyunca ağzından bir tane bile anlamlı kelime çıkmayan İgor’un kendisine dokunan Simon’a büyük bir kararlılıkla, “Hayır,” deyişi, Simon’un bu cevap karşısında yaşadığı utanç ve sonunda hesaplaşmanın bitmesi (bitmek zorunda kalması?) sayfalar boyunca heyecanla nefesini tutan okuru İgor’un zaferine ortak ediyor.
Ölümü, kuytulardaki duyguları ve ahlaki çelişkileri anlatan bir kitabın aynı zamanda bir polisiye gibi gerilimi tırmandırması mümkün mü diyorsanız, söyleyeyim: Bakker böyle üç kitap yazmış. Ölülerle dolu ama hiç kimsenin öldürülmediği bu romanları okurken taşra sessizliği içinde büyük şehirde yaşanacak türden gerilimlerle dolup taşıyor insan. Berberin Oğlu’nda Cornelis’in başına gelenler, Yukarıda Ses Yok’ta Ada’yla Helmer’ın dürbünle bakışmaları, gerilim türünün unsurları. Çok satan polisiyelerin dinmeyen temposuna inat, Bakker gerilimin taşra hayatının durgunluğunda ve en basit insan ilişkilerinde bile var olabileceğini kanıtlıyor bize. Dolambaç benim için bir gerilim başyapıtı. Kitabın başından sonuna kadar beklenen bir ölüm var. Başlangıçta yalnızca seziyor insan, sonra ölüm somutlaşıp baş köşeye kuruluyor. Emily’nin kurduğu bütün ilişkilerin ana unsuru oluyor. Jones’un eve gidip gelişleri, fırıncıyla karısının Emily’nin hayatını uzaktan da olsa takibi, Emily’nin ortadan kayboluşunun gerçek bir polis soruşturmasına konu oluşu gibi yan gerilim unsurları da var. Kitabın bir gerilim romanı olduğu hususunda benim gibi düşünen başka okurlar olduğunu Bakker’in bir söyleşisinden öğrendim. O söyleşi sırasında, soruları soran kişi Bakker’e bir kitap festivali sırasında kitabını “gerilim olmayan bir gerilim romanı” olarak nitelendirdiğini söyleyip, yazarken türleri düşünerek mi yazdığını soruyor. Bakker yazarken hiçbir şey bilmeden yazdığını, yayıncısının ve okurlarının Dolambaç’taki gerilimden onu haberdar ettiklerini söyleyerek cevap veriyor. [4]
Berberin Oğlu’na bayıldım ama ben bu üç kitap arasında en çok Yukarıda Ses Yok’u sevdim. Berberin Oğlu Bakker’in öteki kitaplarını okuma isteği uyandırdı bende. Yukarıda Ses Yok ise yazara büyük bir hayranlık duymama neden oldu. Bakker’in ilk romanı olan kitabın kurmaca yazmaya dair dersler içerdiğini de düşünüyorum. Son derece sakin, dünyanın en sıkıcı yerlerinden biri olabilecek bir Hollanda köyünde bile insanların ne kadar kalabalık hayatlar yaşayabileceği gösteriliyor romanda. Kalabalık derken insan kalabalığından bahsetmiyorum. Herkes yalnız. Helmer, babası, Riet’in oğlu Henk. Hatta Ada bile yalnız, evli, çoluklu çocuklu, kocası bir kere bile görünmeyen, çocukları sabahtan akşama kadar dışarıda oynayan Ada. Bahsettiğim kalabalık, duygu ve varoluşa dair bir kalabalık. Bomboş geçer gibi görünen bir hayat nasıl bomboş değil ve o sıkıntıya boğan sakinlikte duygular nasıl saklı, görüyoruz, gösteriyor bize yazar. Ayrıca, roman, olmayanın yokluğunu sezdirmenin yollarını da gösteriyor. Hikâyede ilk sayfadan itibaren devasa bir sevgi yokluğu var. Aşk da yok, dostluk da. Bir ara yaşanmış bir sevgi – Helmer’ın Henk’e olan sevgisi – kaybolup gitmiş, Helmer kendini keskin bir acıyla hayatına devam etmeye mahkum etmiş. Umutsuzluk veya karamsarlık denilemeyecek kadar olağan bir boşluk, anlam kaybı kitaba sinmiş. Yalnızca Helmer değil, Ada da, Riet de, Helmer’ın babası da anlamsız hayatlar yaşıyorlar. Öte yandan okurken, “Bu Hollanda köyünde başka türlü bir hayat yaşanamaz ki zaten,” diye de düşünüyor insan, “Vay be, küçücük yerde ne karmaşık ilişkiler var olabilmiş, ne çok duyguya sahne olmuş bu köy,” diye de.
Gerbrand Bakker’in romanlarında çiftlik hayatının ve doğanın anlatımındaki ustalık tesadüf değil. Yazar, bir çiftçi ailesine doğmuş ve çocukluğunu bir çiftlikte geçirmiş. Hollanda dili ve edebiyatı okuduktan sonra hayatını doğa belgeselleri için alt yazı çevirmenliği yaparak kazanmış. Kırk yaşından sonra bahçıvanlık eğitimi almaya karar vermiş. Bir kısa biyografisinde “Çeyrek yüzyıllık eğitim hayatı yetmemiş olacak ki, bir akşam okuluna katılarak bahçıvanlık eğitimi de alması gerekmiş,” diye yazıyor. [5] Bakker okuduğum söyleşilerinde hayatın tam ortasında olmak istediğini, günde birkaç saat yazdığını geri kalan zamanda çalıştığını, bahçe tasarımı ve paten eğitmenliği yaptığını, seyahat ettiğini, dağ tırmanışlarını çok sevdiğini anlatıyor. Dolambaç’taki Snowdon Dağı favori yerlerinden biriymiş. Belli ki doğa yazarın hayatında kitaplarındaki kadar büyük yer tutuyor. Bakker’in kitaplarından yalnızca toprak işlerini, çiftlikteki kol işçiliğinin, küçük ve büyükbaş hayvancılığın gereklerini ve zorluklarını değil, yaban hayatını da öğreniyoruz. Berberin Oğlu şehirde geçiyor, onun bir faydası olmadı ama Yukarıda Ses Yok ve Dolambaç sayesinde internette çok sayıda kuş cinsinin fotoğraflarına baktım. Bir de porsuk, sansar ve rakun arasındaki farkları öğrendim. Bilmeyen varsa söyleyeyim: Porsuklar etçil değilmiş, o yüzden bütün kasaba Emily’nin bir porsuk tarafından ısırılmasına şaşırıyor.
Gerbrand Bakker’in Hollandaca yayımlanmış son kitabı 2023 tarihli. Otobiyografi türündeki kitap henüz başka dillere çevrilmiş görünmüyor. Yazarın daha önce yazdığı yine otobiyografik öğeler içeren iki başka kitabı da varmış. Son kitap, Bakker’in altmış dört yıllık evliliğinin ardından kocasını kaybeden annesinin acısını ve babasından sonraki bir yılı anlatan bir kitapmış. Kurmacaları bu denli içe işleyen bir yazarın otobiyografisi, üstelik babasının kaybının acısını anlattığı bir metin okurlarda derin izler bırakacaktır diye tahmin ediyorum.
2006’da Yukarıda Ses Yok yayımlandıktan sonra yaptığı bir söyleşide [6] Bakker, yazarken kurduğu hikayenin dünyasının kendi dünyasına paralel bir biçimde var olduğunu, yarattığı karakterleri gerçek insanlarmışcasına sevdiğini (hatta bazen onlar için üzüldüğünü), ancak karakterlere böyle hayat verildiğinde okurda da aynı hissin yaratılabileceğini söylüyor. Bence Gerbrand Bakker yalnızca karakterlere değil, yukarıda sözünü ettiğim bütün duygulara ve kavramlara hayat verebilen, onları cisimleştirebilen bir yazar. Tam da bu sayede romanlarında hayat taşranın durgunluğuna rağmen gürül gürül akıyor.
Notlar
[1] Yukarıda Ses Yok (G. Bakker, çev. Türkay Yalnız, Metis Yayınları, 2022), Dolambaç (G. Bakker, çev. Türkay Yalnız, Metis Yayınları, 2013), Berberin Oğlu (G. Bakker, çev. Gül Özlen, Metis Yayınları, 2023. Beni Bakker’le tanıştırmış olan Semih Gümüş hocama da teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Metne dön.
[2] Fugitive Pieces (A. Michaels, Bloomsbury, 2009) Metne dön.
[3] "Ben Ruhi Bey Nasılım", (Edip Cansever, Şairin Seyir Defteri (Toplu Şiirleri II), Adam Yayınları, 1994) Metne dön.
[4] Gerbran Bakker in Conversation, 2013 https://www.walesartsreview.org/in-conversation-with-gerbrand-bakker/ Metne dön.
[5] https://www.goodreads.com/nl/book/show/142083835-moeder-na-vader Metne dön.
[6] https://www.athenaeum.nl/leesfragmenten/archief/schrijven-was-blijkbaar-belangrijker-interview-met-gerbrand-bakker Metne dön.