Umut Tümay Arslan, "Geleceğin bilimini ve gelecekteki adaleti hayal etmek", kaosgl.org, 26 Temmuz 2024
Biyolojik antropolog Kate Clancy’nin geçtiğimiz mart ayında Özde Duygu Gürkan çevirisiyle Metis’ten yayımlanan kitabı Muayyen Günler: Menstrüasyonun Gerçek Hikâyesi menstrüasyonun ev ve özel alana sıkıştırılmışlığına, baskılanmasına ve görünmez kılınmasına odaklanıyor. Gelin görün ki menstrüasyon bu kabın içinde kalmıyor; bilime, bilim kavrayışımıza, beden ve zihin ayrımını bozan düşünme biçimlerine, spekülatif kurmacaya ve bilimin etik-politik dönüşümüne [1] doğru sızıyor, bulaşıyor, yayılıyor. Kitap, bilimin ta kendisinin kat yerlerini açarak bilimin erkek merkezci, heteronormatif değerlerle örülü ama nötrmüş gibi görünen hikâyesini dönüştürmenin yolları üzerine düşünüyor, ya da bilimin içinde bu dönüşümün bir parçası olan bilimsel çalışmalarla birlikte yol alıyor. Sosyal bilim-fen bilim ayrımının olmadığı, kurmacanın yeni gerçeklik biçimleri, bilme biçimleri tahayyül etmek üzere bilimin sınırlarını esnettiği geleceğin bilimi olarak da düşünebiliriz bu metni. Güç ilişkilerinden, toplumsal çatışma ve eşitsizliklerden uzakta sadece bilim yapmak isteyenler için haberler kötü.
Clancy’nin kitabının yatay mimarisi dikkat çekici. Merkezinde, regl olan kişileri regl olmak hakkında sessiz kalmaya, bu durumu gizlemeye mecbur bırakan, reglinin bir iletişim tabusu haline gelmesine yol açan baskılayıcı toplumsal ve bilimsel alışkanlıkların kaynaklarını, bunun toplumsal güç ilişkileriyle bağını görünür kılmak ve bunu değiştirmenin yollarını bulmak ve tartışmak var. Bu temel mesele, bilimin içindeki ırkçı, heteroseksist, erkek merkezli muhayyilenin tartışılmasına doğru yatay bir biçimde büyüyor ve açılıyor. Geleceğin biliminin, toplumsal adalet için bilimin, epistemolojisine ve metodolojisine, terminolojisine ve praksisine dair tartışmaların filizlendiği, sınırları ufuk olan bir Derek Jarman bahçesi gibi bir bahçeye çıkıyoruz. Kitap egemen bilimi açarak geleceğin bilimini kuran çalışmalara dair de iyi bir bibliyografya ve düşünce atlası sunuyor.
Menstrüasyon bilimini feminist bir yönelimle ele almak şeklinde özetleyebileceğimiz temel mesele ile başlayalım. Yazarın terminolojik tercihlerine dikkat edilmeli. Menstrüasyonun özneleri olarak sadece biyolojik cinsiyeti ile cinsiyet kimliği aynı olan kadınları (cis) görmüyor. Menstrüasyon araştırmaları için “regl olan kişiler”, “rahmi olan kişiler” ifadeleri daha kapsayıcı çünkü lezbiyenler, non-binaryler, trans erkekler de regl oluyor. Kadınlar ya da kızlar dediğinde ise atanan cinsiyet ne olursa olsun kadın olan herkesi kapsadığını özellikle belirtiyor Clancy.
Doğurganlığı kontrol etmeye yönelik ırkçı uygulamalar, nüfus planlaması ve politikası neredeyse iki yüz yıldır modern politik iklimimizin parçası. Rahimleri kontrol etmeye yönelik arzu, kürtaj karşıtlığından kimlerin doğurması gerektiğine, kimlerin doğum kontrolüne kimlerin üremeye teşvik edileceğine kadar giden, her durumda bedensel özerkliği ihlal ederek bedenleri zapt etme, fethetme, hizaya getirmenin peşindedir. Rahmi olan kişilerin bedenini sürekli bir mücadele alanı haline getiren de bu politik arzudur ve jinekolojinin kuruluşuna içkindir. Örneğin, tarihçi Dr. Deidre Cooper Owens’ın gösterdiği üzere bir asırdan fazladır jinekoloji, anestezi verilmemiş siyah köle kadınları ameliyat etmiş, yine bu kadınlarla birlikte çalışıp onlardan pek çok şey öğrendiği halde bilgilerini teslim etmemiş, bu işi baştan beri yapan ebeleri -çoğunlukla da siyah ve koyu tenli kadınları- bir kenara iterek itibar ve profesyonellik kazanmaya çalışan beyaz erkeklerin kontrolünde gelişmiştir (20). Irka dair kalıcı ve dirençli fikir, inanç ve değerlerin birçoğu toplumsal cinsiyet için de geçerli olmuştur. 1873 tarihli Sex in Education; or A Fair Chance for the Girls (Eğitimde Cinsellik ya da Kızlara Adil bir Şans) kitabında Edward H. Clarke kadınların eğitim almaya teşvik edilmemesi gerektiğini çünkü bunun doğurganlıklarını etkileyeceği biçimindeki o vasat fikri ortaya atmıştır. Yüksek eğitimin talepleri, kadınların üreme organlarını enerjisiz bırakıp “yumurtalıklarını ve rahimlerini” küçültür iddiasını, sadece yedi kişi üzerinde yapılan bir çalışmaya dayandırabilmiştir. Bu vasat fikrin sahibi Clarke da öjeni taraftarıdır; beyazların doğum oranının düşmesinden ve beyaz kadınların maskülenleşmesinden endişe etmiş, Clancy’nin deyişiyle o pek kıymetli Harvard’ında kadınların da erkeklerin yanı sıra eğitim görmesi ihtimalinden rahatsızlık duymuştur (107).
Toplumsal cinsiyet farklarının Afrikalılara kıyasla Avrupalılar arasında daha belirgin olduğu, medeniyetin ve üstün bir ırktan olmanın maskülen erkekler ve feminen kadınlar doğurduğu inancı, beyaz kadınların feminenliğini, başka ırklardan kadınların sömürgeciliğin “medenileştiren” güçlerinin pençesinde hayatta kalabilmek için uymaları beklenen bir modele, iyiyi ve doğruyu anlatan bir ideale dönüştürür. On dokuzuncu yüzyılda temel ilkesi doğurganlık kontrolü olan öjeniden gelen destek bu fikirleri daha da kalıcılaştırır; beyaz insanların, gittikleri bölgelerdeki halklar ve yaşadıkları yerler hakkında kendi perspektiflerini merkeze koyan gözlemler kaleme almalarıyla, doğa tarihçiliğiyle sömürgeci hiyerarşiler tekrarlanıp güçlenir (24). Beyaz toplum yapısının insan başarısının zirvesi olduğu, beyaz bedenlerin siyah koyu tenli ya da yerli bedenlerden daha değerli olduğu gibi örtük inançlar bilimin içine böylece yerleşmektedir (25). Öyle ki Clancy, tarihçi Dr. Susanne Klausen ve Dr. Alison Bashford’un, doğum kontrol teknolojilerinin geliştirilmesini desteklediği için feminizmle öjeninin zaman zaman ittifak içinde olduğuna işaret ettiklerini de vurguluyor. [2] Dolayısıyla menstrüasyonun baskılanma ve önemsenmeme hikâyesi bilimin yukarıya doğru yükselen devasa ve kutsallaştırılmış mimarisinin tarih, doğa tarihi, antropoloji, tıp, psikoloji, biyoloji, coğrafya, kurmaca, toplumsal değerler, inançlar ve fikirlerle nasıl inşa edildiğinin de hikâyesidir.
"Kültürel iklimimiz benim hem gündelik hayatımı hem de bilimimi etkiliyor. Öte yandan araştırmaların sorumlu bir şekilde yürütülmesini savunan feminist yaklaşım, tarihimizle, günümüz koşullarıyla ve iktidar sahipleri olarak biz biliminsanlarının taşıdığı sorumlulukla hesaplaşıyor. Günümüzde birçok antropolog -özellikle de siyah, Yerli ve Latin kökenli kadın akademisyenler- antropoloji için, sömürgeci bilimi ve ırk bilimini geliştirmektense sorun edinen bir gelecek inşa etmeye çalışıyorlar. Bu antropologlar tarihimizi inkâr ediyor değiller, daha ziyade neden iktidar sahibi insanların uzman olduğunun varsayıldığını, iktidarın neden insanları bir kişinin bir başkasının yaşanmış deneyimi konusunda uzman kıldığını düşünmeye ittiğini anlamak için tarihe başvuruyorlar (28)."
Egemen bilimin kat yerlerini açma işi, “sağlıklı üreme” ve normatif beyaz feminenlik arasındaki sıkı bağın kuruluşunu gösterme işi de. Antropolog Johann Friedrich Blumenbach’ın on sekizinci yüzyılda ortaya attığı beş ırk sınıflandırmasında beyaz ırk aydınlanmanın zirvesiydi. Diğer bütün ırklar dejenere. Tıp doktoru Franz Joseph Gall’ın frenolojisi ise ırklar ve cinsiyetler arasında mevcut değer hiyerarşisini teyit eden farklar tesis ediyordu. Bu beyaz erkek bakış açısı, kadınlar, cis olmayan kişiler, beyaz olmayan kişiler ve/veya engelliler konusunda cahil olan ve dünyanın her yerinde giderek daha çok dayatılan egemen bir paradigmadan kaynaklanmaktaydı. Clancy’nin aktardığına göre Fearing The Black Body: The Racial Origins of Fat Phobia (Siyah Bedenden Korkmak: Şişmanlık Fobisinin Irksal Kökenleri) adlı kitabında Dr. Sabrina Strings beyaz elitlerin kendileriyle, “narin ve disiplinli beyaz kadın” bedeniyle, sözde açgözlü ve şişman ırksal Ötekiler arasında toplumsal ayrımlar yaratmaya çalıştıkça güzellik normlarının değiştiğini gösteriyor. Buna Beyaz Avrupalıların siyah kadınları daha şişman, açgözlü ve cinselliğe daha açık betimlemeleri, yani fantezileştirme de eşlik ediyor. Bilimsel ırk literatürü, toplumun zevklerini ve ahlaki görüşlerini yönlendiren, ahlaki ve tıbbi inançların birlikte kalıcılaştırıldığı bir literatür olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden Clancy, “antropolojiyi öjeniden arındırmak omleti yumurtaya dönüştürmek kadar zor”, diyor (72). Egemen bilimin menstrüasyon kavrayışımızdaki tezahürü ise regl döngüsünün ve onunla bağlantılı süreçlerin pasif ve anaç olduğu fikrini besleyen ve koruyan ve doktorlarla hastaları normal döngüleri normal biçim ve uzunluğa sokma ihtiyacı duymaya teşvik eden normatif kadınlık döngüsüdür.
Egemen bilimin üremeye, kadın bedenine, rahme dair tanım, metafor, anlatı üretimi de biliminsanlarının kültürel inançlarından, üremeye erkek merkezli perspektiften, bu beyaz erkek bakış açısından nasibini almıştır. Egemen bilimin inşa ettiği gerçekliği tutarlı kılan fantezi, Clancy’e göre, Dr. Joseph Campbell’ın meşhur ettiği bir kurmaca kalıbı olan kahramanın yolculuğudur. Bir erkek maceraya atılır, birtakım zorluklarla karşılaşır ve sonunda bu zorlukları yener. Dr. Maureen Murdock, Campbell’a kadın kahramanın yolculuğunu sorduğunda Campbell, kadının orada öylece durduğunu söylemiş. Buna göre, kadının tek yapması gereken insanların ulaşmaya çalıştıkları yer olduğunu fark etmesi. Büyük ödül, öylece duran kabuk gibi bir şey olarak kadın. Kahramanın yolculuğu fantezisi üremeye dair de cinselliğe dair de cinsiyetlendirilmiş bir nazar sundu. Vajina orada öylece duruyor. Kadın orada öylece duruyor. Rahim orada öylece duruyor. Bekliyor.
Kulaklarını aç ve dinle Dr. Campbell, diyecek Clancy. Rahimle ilgili iki temel bilimsel bilgi var elimizde artık. Biri, rahmin stres faktörleri karşısında değişmesi, diğeri ise rahmin failliğinin ancak onu taşıyan kişinin failliğiyle uyum içinde işlemesi. Regl döngüsünün hem birbirlerine hem de çevreye inanılmaz derecede duyarlı olan süreçler dizisinden oluştuğunu, regl döngüsünün kendi kaderinin faili olduğunu öğreniyoruz yavaş yavaş. Yumurta da orada öylece durmuyor.
"Yirminci haftaya gelindiğinde, annenin taşıdığı fetüs ileride annenin torunları olabilecek yumurtalar içerir (bir kere daha okuyun hadi.) Beni oluşturan yumurtanın bir zamanlar anneannemin içinde olduğunu ya da çocuklarımı oluşturan yumurtaların annemin içinde olduğunu düşünmek çok tuhaf geliyor… Bu aynı zamanda çok büyük hasarların olduğu Yahudi Katliamı, Hollanda Açlık Kışı, Ruanda soykırımı, Covid 19 pandemisi ve hatta çevre kirletici maddelere uzun süreli maruziyet gibi durumlarda, üç kuşağın aynı anda etkilenebileceğini gösteriyor. (88)"
Üreyip ürememe ve üremenin zamanlaması konusunda kontrol öncelikle rahme sahip olan bedende. Bu gerçek, “normal kadın”a dair en güçlü kültürel kodlara, -pasiflik, itaatkarlık, uysallık- ters düşüyor. Diğer bir deyişle, kahramanın yolculuğu fantezisinde sonun başlangıcındayız. Antropolog Emily Martin’in “Yumurta ve Sperm: Bilim Nasıl Stereotipik Erkek-Kadın Rolleri Temelinde bir Romans Yarattı” metninde bu anlatının cazibesini tartıştığını, yumurtanın prensini bekleyen prenses gibi tahayyül edilirken testislerin bir üretim ve faaliyet sahası, adeta kapitalistlerin rüya mekânı gibi kurgulandığını aktarıyor Clancy. Bu fanteziye göre, sabit ve baş döndürücü bir hızda, adeta bir üretim bandında sperm üretiliyor. Spermler kâşif ve fail olarak resmediliyor. Clancy, 100’den fazla makalede spermlerin tek bir hücreyi, oositi bulma macerasının anlatıldığını kaydediyor (98). Bu kahraman anlatıları, sadece biliminsanlarının yazdığı makalelerde ve kitap bölümlerinde sürdürülmüyor. Clancy, 2008’den beri yayımlanan on yedi önemli tıbbi anatomi ders kitabına yönelik analizinden hareketle, kadınların hâlâ orantısız bir şekilde pasif faaliyetler sürdürüyormuş gibi resmedildiklerini de ekliyor:
"Şayet tıp öğrencileri toplumsal cinsiyet stereotiplerini destekleyen ve kadınların deneyimlerini azımsayan -bu arada elbette queer ve nonbinary insanların deneyimlerini de görünmez kılan- ders kitapları okuyorsa, tıp araştırmacıları bu stereotipleri hipotezlerine, yöntem seçimlerine ve sonuçları yorumlama biçimlerine taşıma tehlikesiyle karşı karşıya demektir. Belki daha beteri, bu kitaplarla eğitilen tıp doktorlarının bu stereotipleri kliniklerine ve hastanelerine taşıma riski söz konusu.” (98)"
Oysa Clancy’nin yazdıklarından öğreniyoruz ki üreme süreci kahramanın yolculuğu fantezisinden çok daha ilginç ve karmaşık bir süreç. Engelleri aşmaktan ziyade başkalarıyla işbirliği yapmayı içeren bir yolculuk söz konusu. Rahim ve yumurta ise bu sürecin faillerinden. Folikül dalgaları, rahim ağzı kovukları, rahim dalgaları bu sürecin parçası. Başka fanteziler üretmek için yeterince malzeme var elimizde.
Bilim sürecinin en sevdiğim yanı, benim için de tıpkı Clancy’nin ifade ettiği gibi değiştirilmeye son derece açık olması. Ve yine onun ifade ettiği gibi biliminsanlarının kendi tecrübeleri ve önyargıları var; yeterli ölçüde düşünce çeşitliliği olmadığında eleştirinin gücü tek bir bakış açısının öne çıkmasına neden olabiliyor, egemen kimlikten olmayan biliminsanları büyük fikirler ortaya atmaya cüret ettiklerinde genellikle beyaz ve erkek biliminsanlarına kıyasla daha sert eleştiriliyor (120). İyi bir örnek olacağı için Tu¨rkiye'de antropoloji disiplininin kurulus¸unu inceleyen Nazan Maksudyan'ın Türklüğü Ölçmek: Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi: 1925-1939 kitabının yayımlandığı dönemde aldığı alaycı, küçümseyici ve cinsiyetçi eleştirileri okumanızı öneririm. Türk milliyetçiliğin ırkçı çehresini görünür kılmak milliyetçilik çalışan ve ‘eleştirel’ olduklarına inanmış erkek akademisyenleri rahatsız etmişti. Oysa kitapta incelenen Antropoloji Mecmuası da tıpkı antropolojinin başka yerlerdeki örneklerinde olduğu gibi disiplinin ırkçı kökeninden nasibini almıştı, yazarlarının ölc¸mek, saymak, insan tu¨ru¨ne dair yasalar c¸ıkarmak, bo¨ylece sadece “antropoloji” yapmak arzuları da no¨tr degˆildi.
Bilimin hikâyesi bilimin içinden olduğu kadar dışından da açılıyor. 1967 yılında Boston Maratonu’nda 261 numaralı katılımcı olarak koşan ilk kadın olan Kathrine Switzer, [3] Dr. Jerrilyn Prior’a menstrüel sağlık ve fiziksel aktivite üzerine çalışmak konusunda ilham kaynağı olur. Prior, tıp camiasının kadınların yapabileceklerine dair önyargıları olduğunu, kadınların bedenlerine, hareketlerine yönelik toplumsal kısıtlamaların tıbbi meselelermiş gibi çerçevelendiğini fark etmiştir (123). Clancy, bu kısıtlama düzeneğinde bir süreklilik de bulur: Clarke’ın kadınların Harvard’a girmesini önlemeye yönelik fikirlerinden, kadın koşucuların dünya rekoru kırmak için erkekleri hız ayarlayıcı olarak kullanmalarını yasaklamaya ve trans kadınları rekabet dışı bırakmak için kadın tanımını daraltmaya çalışmaya kadar pek çok örnekte hedef aslında erkeklerin statüsünü korumanın yanı sıra kadınların ve toplumsal cinsiyet bağlamında azınlık olanların yaşamlarını kontrol altına almak, mevcut güç ilişkilerini ve ayrıcalıkları sürdürmek ve pekiştirmektir (121).
Clancy’nin kitabı, bilimi toplumsal adaletle birlikte düşünme sorumluluğu, bilimin, baskıcı ve eşitsizliği körükleyen toplumsal yapıları ayakta tutan varsayımlarıyla sürekli hesaplaşmayı içermesi açısından, yani bilim etiğine yaklaşımı itibariyle ve aynı zamanda disiplin sınırlarını ihlaliyle Eleştirel Psikoloji ( I. Prilleltensky , D. Fox , S. Austin) kitabını hatırlatıyor: [4] "Psikoloji uygulamaları, zeka testlerinin ABD'de yapılan göçü kontrol etmek için kullanılmasından tutun da, psikolojik tekniklerin şüpheli 'teröristlerden' bilgi almak için kullanılmasına kadar çok farklı şekillerde egemenler tarafından istismar edilmiştir" (87). Eleştirel psikoloji, eşitsizliğe maruz kalanları güçlendirmek üzere çalışmayı önerir. Yoksullarla değil yoksullukla mücadeleyle, cinsel yönelimi bir sorun olarak görmekle değil homofobiyi, transfobiyi gidermeye çalışmakla, engellileri bir sorun olarak görmekle değil kamusal hayata katılımını engelleyen fiziksel ve psikolojik süreçlerin giderilmesiyle ilgilenir. Her iki metinde de sömürgecilik, ırkçılık, engellilik yeniden tanımlanmaktadır. Güç ilişkilerini ve ayrıcalıkları kuran eşitsiz bir sistemi ayakta tutan değerler, inançlar, fikirlerle ve erişimle yani adaletle ilgili olarak tanımlanır her üçü de. Her iki metinde de hem disiplinin hem de bilimin tarihini yeniden yazma ve şimdisini dönüştürme çabası söz konusudur. Şu da Clancy’nin kitabından: “İnsanlardaki biyolojik farklılıkları, adaptasyonu ya da evrimi anlamaya çalışan bir antropoloji kitabında göz önüne almamız gereken şeylerden biri, bu çalışmaların çoğunun, araştırma sorularımız (bize göre) ilginç veya önemli diye, araştırdığımız kişiler üzerinde olumlu bir etkimiz olduğunu düşünen benim gibi beyazlar tarafından üretilmiş olması” (158).
Bu perspektifle menstrüasyon araştırmalarına yeniden dönecek olursak, eşitsizlik ve adaletsizlik listesinin epey kabarık olduğunu görürüz. Clancy, antropolog Dr. Emily Martin’in The Woman in The Body (Bedendeki Kadın) adlı çığır açan kitabına referansla menstrüasyonun evin ve ailenin özel alanına yerleştirilmesine dikkat çekiyor. Okulda, işyerinde regl olan bir kişi olmayı zorlaştıran her ne ise emziren ya da sütünü sağan ya da engelli kişi olmayı zorlaştıran şey de o. Cis erkekler tarafından ve onlar için tasarlanmış alanlara uyum sağlamak zorundayız. Bu uyuma her zaman utanç eşlik ediyor, çünkü bu durumu bireysel sorunlarımızmış gibi yaşamaya itiliyoruz. Oysa “menstrüasyon durduramadığımız ve başlatamadığımız bir süreç. Fışkırıyor, birikiyor. Bazen bedenlerimizden doku parçaları çıkıyor ve kendine özgü bir his yaratıyor. Bu esnada da bizden sanki bunların hiçbiri olmuyormuş gibi davranmamız bekleniyor” (215). Uzayan bir toplantıda, hoca ya da öğrenci olarak içinde bulunduğumuz bir derste, kasıklarımızdaki ağrıyı yaşarken ya da ped değişimini düşünürken, aynı zamanda hiçbir şey yokmuş gibi yapmaya da alışmışız. Kadınlıkla duygusal ve kontrolsüz olmak arasındaki yaygın kültürel bağlantıya rağmen, kadınlar olarak aslında sürekli kendimizi kontrol ediyoruz (216). Bunun yanı sıra tıp çok uzun zamandır menstrüel ağrıyı ihmal ediyor, önemsemiyor. Tıbbi araştırma regl olan kişilerin ihtiyaç ve sorunlarına ne kafa yoruyor ne de kaynak ayırıyor. Çeşitli sebeplerle histerektomi ameliyatı beyaz kadınlara kıyasla siyah kadınlara daha fazla yapılıyor, erkek jinekologlar kadın jinekologlara kıyasla bu ameliyatı daha fazla tavsiye ediyor. Riskleri, komplikasyonları çok az kişiye anlatılıyor. Feminist teknolojilere ihtiyacımız var.
Çok temel bir bulguyu anlatır Clancy. Ayrımcılığın olduğu bir toplumda başarısızlığın dışsallaştırılamaması ve kişisel bir utanca dönüşmesi ve bedendeki kortizol reaktivitesinin artması.
"İçinde yaşadığımız ve çalıştığımız sistemler insanların hedef olma riskini arttırıyorsa ve bize kötü muameleyi dışsallaştırmanın kötü olduğunu öğretiyorsa o zaman bu göze çarpmayan zararlar birçok insanın sömürgecilikte ve kapitalizmde deneyimlediği daha kapsamlı sistemik zararın bir parçası demektir. Bu da ırkçı, cinsiyetçi, cis-normatif, hetero-normatif, engellilere karşı ayrımcı ve diğer baskıcı davranışlarla ilişkili stres faktörlerinin, hipotalamus-hipofiz-böbreküstü bezleri aksı ve yangı sistemleri aracılığıyla, bedenin birçok bölümü üzerinde tekrarlanan, kalıcı etkilerde bulunma ihtimalini daha yüksek olduğuna işaret ediyor. Temelde, adaletsizlik birçok insanı hak ettikleri ve hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları sosyal gruptan mahrum bırakan bir dışlama uygulamasıdır. Stresli bir olaydan sonra birileriyle yakınlaşamamanın birçok fiziksel ve ruhsal sonucu vardır. Zorbalık ve ayrımcılık kaygıya, depresyona, başkalarından uzaklaşmaya ve tükenmeye yol açabilir; az önce bahsettiğim gibi, kortizol reaktivitemizi bile etkileyebilir. Bağlantıları inceleyen birçok araştırma regl sancısı, düzensiz döngüler ve hatta amenoreden (reglin tamamen durmasından) mustarip olan kişilerde psikososyal stres (halihazırda veya geçmişte) seviyelerinin daha yüksek olduğunu gösterdi. (174)"
Sosyal dışlamaya maruz kalmak östrojen/progesteron oranını değiştiriyor. Progesterondaki artış nedeniyle bu oran değişiyor (175). Hayatlarımızdaki psikososyal unsurların, hipotalamus-hipofiz-böbrek üstü bezleri aksını nasıl etkinleştirebildiğini, regl döngülerimizi nasıl bozabildiğini ya da bedenlerimizde nasıl sorunlar yaratabildiğini araştırabiliriz, diyor Clancy. Fakat aynı zamanda bedenin onarma ve dönüştürme, ayarlama ve yanıt vermeye yönelik kapasitesini ve esnekliğini de fark edebiliriz; “özellikle de ırkçılık, cinsiyetçilik, yoksulluk, homofobi ve transfobi, engelli ayrımcılığı ve şişmanlık damgası gibi en önemli toplumsal stres faktörlerini hafifleten paraya, sosyal desteğe ve sosyal hizmetlere erişimimiz varsa” (197). Diğer bir deyişle regl tecrübesinin nasıl yaşandığını araştırmak ve olumsuz tecrübelere yönelik çözümler üretebilmek, her bireyin kendi semptomlarıyla ve doğurganlık sorunlarıyla tek başına uğraştığı bireyci bir yaklaşımın yerini yapısal bir değişimin alması demek. Olumsuz çocukluk deneyimi skoru, kortizol reaktivitesi veya doktorun cinsel travma geçmişimizden haberdar olup olmaması temelinde belirlenen bir gelecek bilim istemediğini vurguluyor Clancy. Deneyimlerin bedene nasıl nüfuz ettiğine dair mekanistik açıklamaların ötesine bakıp onlara ilk başta yol açan yapıları fark ettiğimiz bir gelecek bilim olmalı bu (197). Bilimin toksik bir fabrika gibi çalışan devasa yapılarına sızan, nüfuz eden, onları işlemez kılan, tıp, hukuk, mimarlık, mühendislik fakültelerine, kliniklere, tarih, psikoloji bölümlerine, yoğun bakım ünitelerine yayılan, oralarda birikerek dalgalara dönüşen bir gelecek bilim.
O zaman adaleti hayal edelim. (Leah Lakshmi Piepzna-Samarasinha, Care Work: Dreaming Disability Justice/Bakım İşi: Engellilik Adaletini Hayal Etmek kitabına referansla)
İnsanların arada bir sıcak su torbası ya da ağrı kesiciyle biraz vakit geçirebilecekleri odalar
Gün içinde biyo-molalar
Evde, okulda, işyerinde ve kamusal alanlarda temel bir beklenti olarak bakım, özen, ihtimam
Saç tokası taşır gibi tampon taşımak
Bedenlerimizin bakımını tartışmanın zayıflık olarak işaretlenmemesi.
Engellilik Adaleti
Sakat becerileri (Crip skills)
Erişim ve adalet/Erişim ve sevgi
Biliminsanlarının hayal gücü sınırlı. “Yaşadığımız dünyayı kim böyle yaptı? Dünyanın böyle olmasından kim kazançlı çıkıyor? Ve alternatiflerimiz neler?” (217), bu sorulara daha yaratıcı ve ilham verici cevaplar spekülatif bilimkurguda, kurmacada.
Örneğin, Aminder Dhaliwal’in çizgi romanı Kadınlar Alemi’nde erkeklerin olmadığı postapokaliptik ve komik bir gelecek hayal ediliyor. Kadın sadece cis olarak ele alınmıyor burada. A. J. Fitzwater’ın “Lojistik” adlı hikâyesinde ise başkarakter küresel bir felaketin yaşandığı sırada meme aldırma ameliyatının ortasında olan trans bir erkek. Yarım kalan operasyondan sonra iyileşmeyi başarıyor ve Batı Avrupa’yı dolaşarak tampon aramaya başlıyor (222). Dr. Sami Schalk Bodyminds Reimagined (Bedenzihinleri Yeniden Tahayyül Etmek) kitabında beyaz ve engelsiz yazarların çoğunlukla ırka, toplumsal cinsiyete ve/veya engelliliğe dayalı sorunların farklılığı silmek yoluyla çözüldüğü ütopik gelecekler tasarladıklarını tartışmış. Bütün ırklar birleşiyor, tıbbi tedavilerin artmasıyla engellilik siliniyor vs. Gerçeğe katlanmaktan bir kaçışa dönüşüyor böylece kurmaca. Oysa siyah feminist, ulusaşırı feminist, LGBTQ+ ve diğer spekülatif kurmacalar, sorunları, farkı silme yoluyla çözmeye karşı başka bir alternatif yol öneriyorlar. Bedensel özerkliği ele alıyorlar (222). Egemen bilimde bulunmayan kavramlar ve teknolojiler için yeni imkânlar işte böyle açılıyor. Bedenzihin kavramının ta kendisi gibi. Üreyen, sızdıran, fışkıran, akan, kopan, ıslak bedenler zihin-beden ikiliğine uymaya çalışırken farklı tecrübeler yaşıyor. Bu nedenle bedenzihin bedenlerimizin bize şu anda ve gelecekte ne ifade edebileceğine dair farklı ihtimaller açıyor.
Silinmesi bir yana, ırkçılık ve cinsiyetçilik ile boğuşan bir gelecek tablosu çizen bilimkurgu yazarı Octavia E. Butler’ın Parable of the Sower’da yazdığı gibi “Tanrı değişimdir.” Değişimi kabullenmek aynı zamanda onu şekillendirmek ve onun tarafından şekillendirilmeye açık olmak demek. Menstrüasyonun gerçek hikâyesi biraz da bu gerçeğe katlanmanın hikâyesi.
Her dokunduğun şeyi
Değiştirirsin.
Her değiştirdiğin şey de
Seni değiştirir.
Tek kalıcı gerçek Değişimdir.
Tanrı Değişimdir.