ISBN13 978-605-316-231-5
13x19,5 cm, 344 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Emek Erez, "Gelecek için kullanılabilir bir geçmiş", birartibir.org, 28 Eylül 2021

Teknolojiyle kurduğumuz ilişkiye bakınca, bunun genellikle gelecekle ilişkilendirildiğini görüyoruz. Bugün dijital teknolojinin olmadığı bir dünya tahayyül edilemediği gibi, James Lovelock gibi düşünürler, siborglarla ortaklaştırabildiğimiz bir geleceği tartışmaya başladılar bile. [1] Bu gelecek öngörülerinde teknolojik ilerlemenin vardığı olumlu nokta ve “ilerleme” fikri öne çıkarken, kapitalist politikaların egemen olduğu bir dünyada, teknolojiyi kapitalist şirketlerden ayrı konumlayamayacağımız olgusu biraz eksik kalıyor.

Dijital teknolojinin geleceğini kapitalizmin teknoloji üzerindeki hâkimiyetiyle birlikte düşünmeye başladığımızda, insan türünün geldiği yerin çok da iyi olmadığı görülüyor. Bu konuyu, geçmişin deneyimlerini daha iyi bir geleceğin inşasında nasıl işlevsel hale getiririz sorusunu sorarak ve dijital kapitalizmin etkilerinin farkına vararak tartışmaya başladığımızda, geleceğin dijital toplumunun bizi daha iyi, eşitlikçi, özgür, şirketlerin denetiminde olmayan bir dünyaya götürebileceği ihtimalini hesaba katmaya başlıyoruz.

Geleceğe dair fikirlerin son dönem kesiştiği noktalardan biri de devletlerden çok şirketlerin hâkim olduğu bir dünyanın gelmekte olduğu. Silikon Vadisi’nden yayılan ağların yaşamımız üzerinde denetim sahibi olacağı bir gelecek çok da uzağımızda değil. Örneğin Dave Eggers, geldiğimiz noktada şu soruyu sormaya çağırıyor:

“Geleneksel ulus-devlet siyaseti son bulsa, Silikon Vadisi (veya bir teknoloji şirketi) devletin rolünü üstlense ya da eskiden kamusal bildiğimiz ne varsa (sadece sağlık hizmetleri veya eğitim değil, bizzat oy kullanmak da) özelleşse neler olur ?” [2]

Her şeyin algoritmalarla ölçüldüğü, daimi gözetim ve denetim mekanizmalarının hep devrede olduğu, kimliğimizin, kişiliğimizin bir veri havuzunun parçası haline geldiği bir gelecekte, hatta içinde yaşadığımız şimdide şirketlerin sözünün daha geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, “teknoloji kapitalizmi” ortamında bu soru anlamlı hale geliyor. Zira seçim manipülasyonları, sonuçları etkileyen algoritmalar çoktan iş başında. Elbette, devletlerin şirketlerden daha iyi olduğu anlamına gelmiyor bu, sadece “teknoloji kapitalizmi”nin hayatın damarlarında dolaşan bir kana dönüştüğü, ideolojik aygıtların devletlerden çok şirketlerle birlikte düşünülebildiği bir duruma dikkat çekiyor.

Ayrıca, kapitalizmin eşitsizliklerinin hiç olmadığı kadar görünürleştiği bir dönemde yaşıyoruz ve bu da dijital kapitalizmin başka eşitsizlikleri ortaya çıkarması anlamına geliyor. Kapitalizmin varlığının devamı için elzem olan eşitsizlik, “teknoloji kapitalizmi”nin öne çıktığı bir ortamda çeşitli biçimleriyle yaşamın içine sızıyor. Bilginin tekelleşmesi ve kullanımının şirketlerin denetiminde olması kolektif düşünme imkânını elimizden alırken, ona erişim de egemen sınıfın eline geçiyor.

O halde, geleceğin dijital dünyayla bağı öngörüldüğü gibi sıkı olacaksa, bu eşitsizlikleri ve ayrıca, dijital kapitalizm tarafından beslenen, cinsiyete ve ırka dayalı ayrımcılığı da düşünmek, bununla mücadele etmek gerekiyor.

Dijital devrim ve ihtimaller

Lizzie O’shea Geleceğin Tarihleri: Ada Lovelace, Tom Paine ve Paris Komünü Bize Dijital Teknoloji Hakkında Ne Öğretebilir? adlı kitabında, [3] “ilerleyen” teknolojinin getirdiği ve getireceği sorunları geçmişin deneyimleriyle, döneminde iz bırakmış düşünürlerin fikirleriyle birlikte tartışıyor. Bu sayede kapitalist şirketlerin hâkimiyetindeki dijital dünyada, yarattığımız alternatiflerle başka türlü bir dijital geleceği tahayyül edebileceğimizi hatırlatıyor. Kapitalist dünyada teknolojiyi tek başına ele aldığımızda, onunla ilgili gelişmelerin şirketlerle iç içe geçmiş yanını göremeyebiliyoruz. Oysa teknoloji bugün şirketlerden ve onların yaşam üzerindeki denetiminden bağımsız değil. O’Shea bunu sorunsallaştırıp aralarındaki ilişkiyi açığa çıkarıyor.

Dijital teknoloji bize bir dünya veriyor. Bir yandan devamlı çevrimiçi olabildiğimiz, bağ kurduğumuzu varsaydığımız, her şeyimizi paylaşmakta sakınca görmediğimiz bir ortam bu, ama diğer yandan devamlı gözetlendiğimiz, bilgilerimizin kolaylıkla devletin, güvenlik güçlerinin eline geçebildiği, ilgi alanlarımızı ölçen algoritmaların elindeki verilerle sürekli tüketmeye yönlendirildiğimiz bir sistemin içindeyiz. O’Shea, bunu tersine çevirebileceğimiz bir gelecekten söz ediyor ve bunu yapmanın yolu olarak geçmiş deneyimlerin işe koşulabileceğini öne sürüyor:

“Geçmiş, hatıralarda ve hikâyelerde, kullandığımız ve ürettiğimiz nesnelerde yaşamaya devam ediyor. Ağ tabanlı bilgisayar, heyecan verici bir fırsatı temsil ediyor: dünyayı sürdürebilir zenginlik, paylaşılan kolektif refah, demokratikleşmiş bilgi ve sayılı toplumsal ilişkiler suretinde şekillendirme. Fakat böyle bir dünya ancak biz onu kurmaya karar verip harekete geçersek mümkün. Bu işin en önemli kısmı ise dijital devrimin nasıl gelişeceğini kontrol etme gücünü sıradan insanlara vermek.”

Siber vampir

Tüketimle iç içe geçmiş bir internet kullanımını deneyimliyoruz, ama sorun bununla kalmıyor, dinlendiğimizi, izlendiğimizi hissediyoruz. İnternette herhangi bir şey sorguladığımızda benzer içeriklerin, genellikle de tüketmeye yönlendirenlerin başka sayfalarda karşımıza çıktığını çoğumuz fark etmişizdir. Bunun nedeni kişisel bilgilerimizin bir veriye dönüşmesi, hakkımızdaki her türlü bilginin toplanması. O’Shea bunu şöyle ifade ediyor:

“Pek çoğumuz için kişisel verilerimiz ölümüne sıkıcı veya belki de bireysel olarak utanç verici görünüyor olabilir, ama verilerimizin veri madencileri ve pazarlamacılar gibi görünmez, karanlık güçler için ne denli değerli olduğunun yavaş yavaş farkına varmaya başlıyoruz. Neticede, faaliyetleri Silikon Vadisi’nin ekonomik güç merkezine yön veriyor ve bize sözüm ona ücretsiz hizmetler sunan o şirketlerin nasıl milyarlarca dolar değerinde olabildiklerini açıklıyor.”

İnternet aracılığıyla kendimizi paylaşıma açıyoruz. Heveslerimizi, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, kaygılarımızı da dışa açmış oluyoruz. Bunun sonucunda, verilerimizi çoğu zaman haberimiz olmadan toplayan şirketler bizi ağın parçası yaparken, bunları bir piyasa nesnesi haline getirerek satışa çıkarıyor. O’Shea, bu durumu siber bir vampire benzetiyor: “Büyük veri arayışı, paraya çevrilebilir gibi kokan her şeye kanlı hortumlarını insafsızca sokan bir siber vampir ordusu yarattı.

Kitapta bunun en açık örneklerinden birini, Target adlı mağazanın istatistikçi müdürü Andrew Pole’un, şirketin tüketici verilerini sonuna kadar kullanarak yaptığı testlerle, bir kadının çocuğunun doğabileceği zamanı tahmin edip ona pazarlanacak ürünleri önceden tespit etmesinde görüyoruz. Daha ailesi bile durumdan haberdar değilken, bir şirketin bir hamile kadının doğum zamanını biliyor olması gerçekten üzerine düşünecek çok şey söylüyor.

O’Shea’nin deyişiyle, bu müdürün işi şu: “Müşterilerin hayatındaki alışveriş alışkanlıklarının özellikle esnekleştiği ve doğru reklamın veya kuponun yeni şekillerde harcamaya başlamalarına neden olabileceği o eşsiz anları tespit etmek.” Müdürün verileri kullanarak yaptığı testlerle doğum ânı tespit ediliyor ve böylece sadece kişisel yaşama dair bir an bilinir hale getirilmiş olmuyor, aynı zamanda o insan neleri tüketmesi gerektiği konusunda yönlendirilmeye çalışılarak tüketim endüstrisinin bir parçası kılınıyor.

İnternet ortamında da durum farklı değil, pek çok kişisel veriye ulaşılabiliyor, biyometrik profilleme biçimleriyle, klavyede kullandığımız harflerle bile kişisel alana müdahale edilebiliyor: “Veri madenciliği devasa bir işkolu ve ondan kaçmak giderek zorlaşıyor. Facebook ve Google’ın muazzam miktarda verimizi nasıl elde ettiğini görmek kolay, oysa aynı şeyi daha da büyük ölçeklerde yapan daha karanlık düzinelerce şirket var. Bunlar adı sanı herkesçe bilinen şirketler değil, fakat dijital muhasebe defterlerine hakkımızda sayısız mahrem kayıt düşüyorlar.

Sadece bildiğimiz, gördüğümüz Google, Facebook gibi bu konuda zaten tartışılan şirketler de değil sorun, farkında bile olmadığımız “mahrem kayıtlar” tutan sayısız şirket var. Veri madenciliği kişinin toplumla kendi kişiliği arasında kurduğu bağı işlevselleştirerek şirketlerin denetimine açıyor, kişisel alan bırakmıyor. O’Shea’nin “teknoloji kapitalizmi” adını verdiği bu olgu kişisel veriyi veri madencileri ve reklam şirketleri için bir pazarlama stratejisi haline getiriyor, verilerimiz alınıp satılan bir metaya dönüştürüyor.

Gözetim kapitalizmi

Tüm bunlarla ilişkili olarak “gözetim kapitalizmi”nden de söz etmek gerekiyor. Zira, O’Shea’nin hatırlattığı gibi, gözetim kapitalizmi “Bizi benlik duygumuza dair belirli bir tarihin boyunduruğu altına sokuyor ve bu tarih sürekli güncellenerek kendi geleceğimizle ilgili bir tasavvura yönlendiriyor. Kolektif olarak her gün tüm topluluklarımız içinde müşteri olma deneyimimizin provasını yapıyor ve şirketlerin kişisel bilgilerimizi toplamalarına izin verip duruyoruz, öyle ki bu bize artık normal geliyor.

Gözetim internetin önemli bir parçası kuşkusuz, devamlı izleniyoruz ve kişisel olan her ânımız kapitalist şirketler için sömürü kaynağı haline getiriliyor. İçinde bulunduğumuz çevrimiçi mecralar bizi sürekli “müşteriler” olarak yeniden üretiyor. O’Shea’ye göre, bu konuda genellikle metafor olarak kullanılan Orwell’in 1984’ü veya Bentham’ın Panoptikon’u bile durumu açıklamakta yetersiz kalıyor.

Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri’nde Byung-Chul Han şöyle diyor: “Dijital panoptikon, sakinlerinin kendilerini gönüllü olarak sergilemesinden yararlanır. Kendini sömürme ve kendini ışıklandırma da aynı mantığı izler. Her seferinde özgürlük sömürülür. Dijital panoptikonda, enformasyonu irademiz dışında elimizden alan Big Brother bulunmaz. Kendimizi kendi isteğimizle sergiler, hatta çıplaklaştırırız.[4]

Ancak, O’Shea şuna dikkat çekiyor: “Büyük Birader ve panoptikonun işleyişinin temelinde, insanlara kendi kendini denetlemeyi öğretmek vardı. Gözetim kapitalizmi ise genellikle fark edilmemek üzere tasarlanır. Pek çok şirketin verimizi kazıp çıkarmakta ve o veriyi bizi etkilemek için kullanmakta çıkarı olmakla birlikte, bu sistem biz [onun] hakkında ne kadar az şey biliyorsak o kadar iyi işler.” Yani, bir gönüllük durumundan çok, “farkında olmadan” verilerimizin alınıp şirketlerin kârı için işlevselleştirilmesi söz konusu.

Evet, interneti kendi isteğimizle kullanıyoruz, oradaki performanslarımızı belli bir gönüllükle gerçekleştiriyoruz, ancak çoğu zaman ürettiğimiz içeriklerin şirketler tarafından bir pazar stratejisine dönüştürülmesinin ayırdında olmuyoruz. Kısacası, Chul Han’ın “gönüllülük” dediğini aşan bir durumla karşı karşıyayız.

Kullanılabilir bir tarih

Teknolojinin yaşamın her alanına sızdığı bir dünya yola çıkmış geliyor. Bu durumda gelecek olana odaklanırken, içinde yaşadığımız eşitsiz, doğayı tüketen, zenginleri daha da zengin etmek dışında bir amacı görülmeyen kapitalizme karşı direnmek için geçmişin deneyimlerinden öğrenmeliyiz. O’Shea’nin kitap boyunca yapmaya çalıştığı gibi, dijital teknoloji için kullanılabilir bir tarih yaratmalıyız.

Bunun yolu da insanlığın devrimci geleneğinden faydalanmaktan, geçmişin ayrımcı, sömürgeci politikalarını, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile örülü dünyasını, doğayla kurduğumuz ilişkiyi sorgulamaktan ve başka türlü yapmaktan geçiyor.

Kusursuz bir gelecek idealiyle oluşturulmuş, şimdiden ve geçmişten kopuk bir gelecekten beslenen ütopyacı fikirlerden değil, örneğin Paris Komünü’nün yoksulların yaşamını iyileştirme arzusunu, radikal katılımcı demokrasi fikrini miras alarak. Çünkü O’Shea’nin söylediği gibi, bu mirastan bize şöyle bir ders kaldı:

Toplumu ancak sıradan insanlara, onları profesyonel teknokratlar veya sermayedarlar sınıfına tabi kılmaksızın hayatları üzerinde hakiki bir ekonomik ve toplumsal kontrol imkânı sunacak şekilde yapılandırırsak gerçek özgürlüğün ortaya çıkmasını sağlayabiliriz.”

Böyle bir toplumun mümkün olduğunu “gerçek özgürlüğün ortaya çıkmasını sağlayan” Paris Komünü deneyiminden biliyoruz. Öyleyse geçmiş bugünde bir başlangıç olarak görülebilir ve bu başka bir geleceği de haber verebilir. Çünkü bugünden ve dünden bağımsız iyiye doğru giden bir dünya yok, bu nedenle geçmişin devrimci mirası dijital çağda da yeryüzünün ezilenleri için yol gösterici olmayı sürdürüyor.

Geleceğin dünyasını geçmişle ilişkilendirerek düşünebileceğimiz bir başka örnek Ada Lovelace (1815-1852) ve Charles Babbage’ın (1791-1871) ilişkisi. Bu ilişki bize işbirliğine dayalı, dışlamadan, kibre kapılmadan birlikte çalışmanın anlamını ve insanların yaşadıkları dönemin eylemlerini nasıl etkilediğini düşündürüyor. Ada Lovelace, Lord Byron ve Leydi Anne İsabella Milbanke’nin kızı olarak dünyaya geldi. Lord Byron Ada sekiz yaşındayken öldüğünde, “deli, muzır” olarak tanınan babasının gölgesinden onu kurtarmak için çabalayan annesi oldu. Leydi Anne matematik eğitiminin kadınlar için “uygun” görülmediği bir zamanda Lovelace’i bu konuda teşvik etti. Lovelace 19 yaşında evlendiğinde, “dünyaya büyük faydası olacak bir merak ve kıvrak zekâ” sergiliyordu.

Charles Babbage döneminin önemli matematikçilerindendi, Lovelace evlenmeden hemen önce 1833’te onunla tanışmıştı. “İkisi de ilk bilgisayar kurtlarıydı”, dünyanın ilk mekanik bilgisayarı olan analitik motor üzerine çalışıyorlardı. O’Shea’nin cümleleriyle söylersek, Lovelace’in yaratıcı düşüncesi, Babbage’ın mekanik bilgisi bilgisayar biliminin doğmasına olanak sağlıyor, farklı biçimde düşünen iki insanın edimleri, devrimci bir atılıma dönüşüyor. Ayrıca Lovelace, toplumsal cinsiyetin verili kodlarının aşılabileceğini annesinin de etkisiyle göstermeyi başarıyor.

Ancak, süreç içinde Babbage’ın mizacından kaynaklanan çeşitli engeller ortaya çıkıyor. “Babbage’ın durumunda, mükemmel iyinin düşmanıydı ve tasarımlarının tam bir modelini inşa etmeyi başaramadı. 1843’te, onun böyle sorunlarla cebelleştiğini bilen Lovelace uzunca ve düşünceli bir mektupta ona, çalışmasının uygulamalı ve kamusal taraflarının idaresini devralmayı önerdi. Babbage, onun bu teklifini kesin bir dille reddetti, ama fikirlerini gerçekleştirmek için gerekli şeyleri yerine getirmekten de aciz görünüyordu.”

Bu bilgi, “Babbage, işbirliğini reddetmeseydi ne olurdu?” sorusunu ortaya çıkarıyor, zira ilk bilgisayar bu yaşananlardan ancak yüz yıl sonra geliştirilebiliyor. Değişimler sadece bireylerin edimleriyle gerçekleşmiyor, toplumsal kodların devamlı devrede olduğu yaşamlar sürüyoruz. Bu nedenle, Babbage’ın Lovelace hakkında kurduğu şu cümleyi düşünmek zorundayız: “Bilimlerin en soyutuyla büyü yapan ve onu (en azından ülkemizde) ancak birkaç erkek aklın erdirebileceği bir güçle kavramış olan bir büyücüydü.”

Sorun bu muydu, Lovelace’in “en az birkaç erkek aklın erdirebileceği” bir güce sahip olması, hatta onları aşabilecek kabiliyette olması mıydı? Babbage, yersiz bir kibre mi kapılmıştı? Bunu kesin olarak bilemeyiz, ancak O’Shea’nin şu cümleleri de önemli:

Teknolojik gelişmenin sorumlusu insanlardır, fakat bu insanlar kendi seçtikleri koşullarda çalışmazlar. Babbage, gerek sosyal gerekse teknolojik meselelerde biraz daha pratik biri olsaydı, dünyanın fikirlerinin hayata geçmesi için fazladan bir asır beklemesine gerek kalmayabilirdi. Lovelace, kadınların bilime ve teknolojiye katılımının teşvik edildiği bir dönemde yaşamış olsaydı bilgisayar bilimi alanını hatırı sayılır derecede ileriye taşıyabilirdi.”

Ada Lovelace’in hikâyesi, insanların edimlerinin yaşadığı dönemle ilişkisini düşünmemizi ve tarihsel süreçte her şeyin başka türlü olmasının mümkün olduğu anların var olduğunu gösteriyor. Bu bize şimdide düşünecek ve adımlarımızı ona göre atacak çok şey söylüyor. O zaman şimdide kolektif çabayı, birlikte üretimi sahiplenmek, bu konudaki radikal fikirleri canlandırmak gerekiyor. Şirketler için değil, kamu için, insanlık için, doğa için dünyanın geçmiş anlarını işe koşabiliriz. Dışlayıcı değil, kapsayıcı politikalarla birbirimizi destekleyerek başka olanı düşünmeye başlayabiliriz.

Adil bir gelecek için

Geleceğin daha adil olabilmesi için varlığımızı şirketlerin değil, kendimizin denetiminde tutmamız gerekiyor. O’Shea, Tom Paine’in [5] “servetin birkaç kişiye değil, çoğunluğa paylaştırıldığı, demokratik toplum” fikrinden yola çıkıyor. Gittikçe çevrimiçi hale gelen kamusal tartışmalarda, kolektif çabayı, işçileri örgütlemenin önemini, yoksullarla dayanışmanın gerekliliğini hatırlatan Paine’in düşünsel mirasına sahip çıkmayı öneriyor. Tüm bunların, dijital yaşamın geleceği açısından işlevsel olabileceğine işaret ediyor.

Zira Paine “Kalıtsal soyluluğun sözümona üstünlüğü karşısında”ydı,” döneminin siyasi düşüncesinde baskın olan, yoksullara ve haklarından mahrum bırakılmışlara yönelik” yargılara katılmıyordu, “işçilerle kurduğu duygudaşlığın sağlam bir temeli vardı: Halk için, halkın başında olduğu bir yönetim sisteminin uğruna uğraşmaya değer olduğunu düşünüyordu.”

Paine’in döneminin ötesinde olan fikirleri, insanlığın kaynaklara ortak sahip olması, kapsayıcı sosyal yardım, hayırseverliği aşan dayanışma biçimleri önerisi kapitalist çağda direnme biçimlerimize, siyaseti yukarının şekillendirmesinin önüne geçmemize esin kaynağı olabilir. Paine’in kitapta yer alan şu uyarısı da önemli: “Zenginler yoksulların haklarını yağmaladığı zaman, bu, yoksulların zenginlerin malını mülkünü yağmalamaları için örnek teşkil eder.”

Bunun anlamı bizden çalınanı geri almak olarak yorumlanabilir. O’Shea, değişim mücadelesinde işçilerin örgütlenmesi açısından Paine’in fikirlerinin şu an geçerli olduğu örneklere de dikkat çekiyor. Brezilya, Hindistan ve ABD’nin tamamında teknoloji çalışanları daha iyi işyerleri talep ediyor, şirketlerin insanı tüketen çalışma politikalarına karşı çıkıyorlar. Bu durum sektörün içindeki sorunları görünür kılma, bizden çalınanı deşifre etme ve demokrasiyi güçlendirme gibi anlamlar içeriyor.

Mümkünü çağırmak

Dijital dünyanın geleceğinde, yaşamın şimdiden farklı olması bizim elimizde bu açıdan, daha az çalışmak için iş bırakmaktan çekinmemek gerektiğini hatırlatan, “sekiz saatlik işgünü hareketinden” dem vuran, zihinlerimizin adaletsizce sömürülmesinin önüne geçmek için “hayatını, özgürlükten yoksun bilincin ağır beklentilerinden kurtulup özgürleşmeye adayan” Frantz Fanon’dan esinlenmeli, “dijital kaderimizi tayin hakkı” için harekete geçmeliyiz.

Ayrıca, iklim krizinin etkilerini aldığımız her nefeste hissettiğimiz bir çağda, Maorilerin Batılı mülkiyet anlayışından farklı olan toprak ve doğa yaklaşımından öğrenebilir, Avustralyalı Aborijin akademisyen Irene Watson’ın “Biz doğal dünyanın bir parçası olarak yaşıyoruz; biz doğal dünyanın içindeyiz. Doğal dünya biziz” diyen fikirlerinden yola çıkarak dijital toplumun geleceğini tahayyül edebiliriz. Çünkü dijital toplum tartışmalarıyla ekoloji krizi arasında sıkı bir ilişki var. Nasıl doğanın varlıkları kapitalist şirketler tarafından sömürülüyorsa, dijital kaynakların da benzer biçimde istismarı söz konusu. Bu durumda, örneğin Maorilerin doğayla uyumlu, onu bir mülk, satılabilir bir şey olarak görmeyen anlayışı dijital yaşamın geleceği için de bir yol haritası veriyor.

O’Shea’nin kitabı bütün bunları düşündürerek dünyanın deneyimlenmiş fikirlerini devreye sokarken Walter Benjamin’in güncelliğini koruyan şu cümlelerini de hatırlatıyor: “Geçmişi tarihsel olarak kurmak ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike ânında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin hem kendi varlığı hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek.” [6]

Bugün hâkim sınıflar tehditlerini yoğunlaştırıyor, “teknoloji kapitalizmi” bütün gücüyle bizi kölesi kılmaya uğraşıyor. Varlığımıza dair her şeyi pazarın parçası yapmayı, sürekli gözetleyerek, algoritmalar oluşturarak tercihlerimizi belirlemeyi ve böylece hepimizi kendi kârı için kullandığı bir “alet”e dönüştürmeyi amaçlıyor.

Bu yaşamsal tehdidi boşa çıkaracak, bu tahakkümden kurtulmayı sağlayacak bir geleceği tahayyül etmek için kullanılabilir bir gelenek yaratmayı düşünmek gerekiyor. Bunun yolu da bakışı geçmişe çevirmekten geçiyor. Zira, Benjamin’in Klee’nin Angelus Novus’una atıfla söylediği gibi, “tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş.” [7]

O’Shea de kitap boyunca bu yolu izliyor, daha iyisi mümkün bir gelecek için neler yapılabilir sorusunu sorarak yüzünü geçmişe çeviriyor. Geçmişi gelecekteki parlak anların habercisi olarak yeniden kurmaya girişiyor.

Notlar


[1] Ayrıntılı bilgi için bkz. Lovelock, J., Novasen: Yaklaşan Hiperzekâ Çağı, Kolektif Kitap, 2021. Çev. Ebru Kılıç. Metne dön.
[2] Akt. Horvat, S., Gelecekten Gelen Şiir –Küresel Özgürleşme Hareketi Neden Uygarlığımızın Son Fırsatı, Kolektif Kitap, 2021. Çev. M. Taha Tunç. Metne dön.
[3] Metis, 2021. Çev. Ayşecan Ay. Metne dön.
[4] Metis, 2019. Çev. Haluk Barışcan. Metne dön.
[5] Tom Paine’in (1737-1809) Sağduyu adlı kitabı, tüm zamanların en ufuk açıcı metinlerinden biri olarak kabul ediliyor. ABD Bağımsızlık Bildirgesi’ni ve Fransız Devrimi’ni etkileyen Paine’in yoksulların ve işçilerin yararına geliştirdiği fikirler, köleliğin kaldırılması için ömrü boyu verdiği mücadele, günümüzde demokrasi, eşitlik ve özgürlük arayışında yol gösterici olmayı sürdürüyor. Metne dön.
[6] Son Bakışta Aşk, Metis, 2012. Çev. Nurdan Gürbilek. Metne dön.
[7] a.g.e. Metne dön.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X