| ISBN13 978-605-316-235-3 | 13x19,5 cm, 320 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Giriş, Hiçbir Şeyin Olduğu Gibi Kalmaması İçin, Her Şey Değişmeli, Srecko Horvat, s. 11-14 Ordular aralarındaki binlerce kilometrelik mesafeye rağmen birbirlerini vurabiliyorsa, dostların da fiziki mesafelerden düşmanlar kadar bağımsız olduklarını göstermesi şart. Uzun menzilli dostluk füzelerimizi ateşlemeyi sürdürelim öyleyse, sürdürelim ki uzamı bizim de onlar kadar hükümsüz kılabileceğimizi, sadece yok etme konusunda yaratıcı olanlara gösterelim. Günther Anders’ten Claude Eatherly’ye, 1959 Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın yirminci yüzyılın ortalarında yayımlanan meşhur romanı Leopar, Risorgimento adıyla bilinen iç savaş ve devrim günlerinde Sicilya aristokrasisinin verdiği hayatta kalma mücadelesini anlatır. Romanın –sonradan Luchino Visconti’ nin aynı adla uyarladığı filmde Alain Delon’un dillendirdiği– en bilindik cümlelerinden biri şöyledir: “Her şeyin olduğu gibi kalması için her şey değişmeli.” Benzer şekilde, Covid-19 krizinin dayatmasıyla bugünün egemen sınıfı da köklü bir dönüşüm gerçekleştiğinin, her şeyin olduğu gibi kalabilmesi için tek yolun onları iktidarda tutacak yeni bir toplumsal ve siyasi düzen olduğunun pekâlâ farkında. Covid-19 krizi malların serbest dolaşımını insanların serbest dolaşımından bile öncelikli kıldığı için Temmuz 2020’de Jeff Bezos servetini bir günde 13 milyar dolar artırdığı sırada [1] Amazon işçileri Covid-19’dan ölüyor, insanlık dışı çalışma koşullarını protesto ediyordu – kapitalizmin yakasını bırakmayan derin gerilimler konusunda başka bir kanıta ihtiyaç var mı? Peki ya, kapitalist yayılma hülyasının vücut bulmuş hali olan Elon Musk’ın, ABD’nin Evo Morales’e karşı gerçekleştirdiği darbenin Bolivya’daki lityum madenlerini kendisinin ele geçirebilmesi için yapıldığı iddiasına verdiği cevaba ne demeli: “Kime istersek ona darbe yaparız! Alışın artık buna.” [2] Kaldı ki bu bir sınıf savaşının ortasında olduğumuzu egemen sınıfın ağzından ilk duyuşumuz değil. “Tamam, bir sınıf savaşı var, ama savaşı veren benim sınıfım, zengin sınıf, kazanıyoruz da üstelik!” sözüyle akıllara kazınan bir başka milyarderi, Warren Buffett’ı hatırlayın. Mevcut eşitsizlikleri körükleyen ve gezegeni kitlesel bir yok oluşa sürükleyenlerin kârına kâr katan Covid-19 krizi, acımasız bir sınıf savaşı yaşandığı gerçeğini hiç olmadığı kadar gözle görülür hale getirdi. Üstelik, yine kazanmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sömürü, kaynak çıkarma ve genişleme –adına kapitalizm denen dünya sisteminin üç temel unsuru– kısır döngüsünü sürdürüp iktidarda kalmayı başaracağını uman egemen sınıf, “Her şeyin olduğu gibi kalması için her şey değişmeli,” diyor bir kez daha. Onlarca yıldır sıkılan kemerler ve yetersiz bütçeler yüzünden zaten perişan haldeki hastanelere, okullara yatırım yapmaktansa, bir kez daha iklim krizinden, küresel adaletsizlikten sorumlu şirketleri kurtarıyorlar. Covid-19 krizinin ön saflardaki asli çalışanların çilesini daha da artırdığı şu günlerde işçi haklarının korunması, teknolojinin sömürüyü ortadan kaldırmak için kullanılması gerekirken, “gözetim kapitalizminin” genişlemesi ve hızlanması için durum istismar ediliyor. İklim dengesini korumak yerine daha fazla doğal kaynağa ulaşmak için yaşam alanlarının yok edilmesi, bizi her köşe başında Covid-19 virüsünden daha ölümcül virüslerin beklediği bir pandemi çağına sürüklüyor. Polise aktarılan mali kaynaklarda kesintiye gidilmesi gerekirken, polisler hemen her yerde bir orduya dönüştürülüp Covid-19’a sanki savaştaymışız gibi tepki veriliyor. Yakın zamanda ABD Ulusal Muhafızları için yayınlanan bir reklamda şöyle deniyordu: “Cephe evimizin arka bahçesidir bazen.” Anlaşılan, çağrının kaynağı toplumsal bir hareket, yahut faaliyetlerini gizli yürüten devrimci bir parti değil de bir virüs olunca, zamanında Weather Underground’un yaptığı o meşhur “Savaşı eve getirin!” çağrısı birdenbire duyulmuş. Minneapolis’ten Portland’a, Budapeşte’den İstanbul’a, Santiago’dan Belgrad’a, kapitalist savaş artık düpedüz bir iç savaşa dönüştü. Eric Garner, George Floyd ve sistematik ırkçılığın daha birçok kurbanı tarafından defalarca tekrarlanan “Nefes alamıyorum” sözü, polis şiddetinden, hava kirliliğinden, virüslerden, depresyondan, kaygıdan, korkudan, sermayenin doğaya, hayvanlara, akciğerlere, zihinlere ve ruhlara el atmasıyla peyda olan daha bir sürü semptomdan bunalan, ölen herkes için baskın duygu haline geldi. Evet, kapitalizm ve ırkçılığın virüsleri dünyayı kasıp kavuruyor, ama bu kitabın kendisi de farklı türde bir virüsün ürünü aslında. Covid-19 hastalığına yol açan koronavirüs olmasa bu kitap muhtemelen hiç gün yüzüne çıkmazdı; dahası, tam da bizi yok oluşa sürükleyen bir dünya sisteminin virüsünü hedef alan işbirliği ve enternasyonalizm “virüslerinin” de ürünü bu kitap. Çoğu zaman birey gibi davranmaya, birey olarak ölmeye zorlansak da, insanların kendilerine uyguladığı “tecritten” yükselen eleştirel seslerin bolluğu toplum diye bir şeyin hâlâ var olduğunu gösteriyor – güle güle Maggie Thatcher! Bu seslerden bazılarını önce görüntülü sohbetlerle sonra da bir kitapla belgeleme fikri, Covid-19 pandemisinin ABD, Brezilya, Meksika gibi ülkeleri vurmasından önce, Avrupa’nın pandeminin merkez üssüne dönüştüğü 2020 Martının ortalarına doğru, kendimi tecrit ettiğim Viyana’daki bir otel odasında doğdu. Avrupa’daki devletlerin görülmemiş seyahat kısıtlamaları getirip birbiri ardına “olağanüstü hal” ilan ettiği o ilk dönemde ülkem Hırvatistan’a iki ay boyunca dönemedim. Delirmekten, derin bir umutsuzluğa düşmekten kendimi korumanın tek yolu “DiEM25 TV: Koronavirüs Sonrası Dünya” adını verdiğimiz şeyi kurup “tecridi” delmekti. Avrupa’da Demokrasi Hareketi 2025’in* bıkıp usanmadan dünyayı dolaşmaya, insanlarla tanışıp sahada örgütlenmeye alışkın olan biz üyeleri için tecrit yeni bir durumdu, gerçek enternasyonalistlerin her biri için öyleydi aslında. Birdenbire elimizde kalan tek şey dijital ortamdı. Ama o da kısa bir süre sonra Naomi Klein’ın “Ekranlı Yeni Düzen” dediği şeye dönüşecekti: gözetim kapitalizminin beyinlerimize, ruhlarımıza nüfuz etmesi, zihin emekçilerinin daha fazla sömürüye maruz kalması, duygularımızın, hatta bilinçdışımızın suyunun sıkılması. [3] Notlar* Bkz. https://diem25.org/tr/. Avrupa Birliği'nin “zenginlere ve güçlülere hizmet eden” mevcut yapısını değiştirip, “tüm Avrupa ülkelerini bağımsız bir meclis altında birleştiren, tüm Avrupalıları eşit vatandaşlar olarak koruyan, refahlarını ve mutluluğunu sağlamak için tasarlanmış bir Anayasaya dayanan” bir yapı kurmak amacıyla yola çıkan DiEM25’in manifestosu için bkz. https://diem25.org/manifesto/. |