| ISBN13 978-605-316-218-6 | 13x19,5 cm, 176 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Sol: Evin Reddi, s. 17-20 Bu ülkede yaşayan solcuların hemen hepsi “yerlilik” meselesini gündeme getirme ihtiyacını şahsen duymamış olsa bile bu ihtiyacın altında yatan saikleri ve kaygıları, bir biçimde hissetmiştir. Özellikle 12 Eylül’den sonra sol, “iletişim kurma”, “meramını anlatma ve karşılık bulma” konusunda bu ülke halkıyla ciddi bir sorun yaşamış; daha doğrusu bunu epey zamandır yaşadığı halde farkına varmamış olduğunu darbe dönemi sırasında yaşadığı korkunç yalnızlık ve terk edilmişlik (hatta ihanete uğrama) hisleriyle anlamıştı. Bunun şoku epey uzun sürdü. Bu duruma tepki olarak bazı solcular “ne halleri varsa görsünler, bu halk buna layık demek ki” gibi bir haletiruhiyeyle kendilerini reklamcılığa, ticarete, sağ partilere siyasi danışmanlık yapmaya, hatta doğrudan buralara katılmaya adadılar. Kimileri bu ülke halkıyla barışmak adına, onlardan biri olmaya, İslam’ı seçmeye karar verdi (buna döneceğiz). Kimileri ise halkla aralarında bir sorun olmadığını, meselenin “egemen güçler”in mevzii bir zafer kazanmasından ibaret olduğunu düşünerek, aldatılan, uyutulan halkı bilinçlendirme mücadelelerini kaldıkları yerden, aynı şekilde sürdürdüler. Aydınlıkçı, Cumhuriyetçi Kemalist-Solcularınsa bir “iletişim kopukluğu” sorunu yaşadıkları söylenemez; halkla devlet ve ordu dolayımıyla “bağ kurma”yı, çekiçle bilinçlendirmeyi sürdürüyorlar. [1] Bir de kendini sol olarak tanımlamayı sürdüren, hatta zaman zaman solu köklere dönerek yeniden tanımlama gibi zorlu çabalara girişenlere de kulak veren, “nerede yanlış yaptık?” sorgulamasını samimiyetle yapmaya çalışan ve bu ülkenin kaderinde “yeniden” söz sahibi olmak için kitlesel politikaya atılan insanlar var. Ama halkın çeşitli kesimlerine, ezilenlere “ses vermeye”, onlardan “ses getirmeye” çalışırken ciddi iletişim sorunları yaşanmaya devam ediliyor. Solun, politikayı meslekleştiren, jargona boğan dili en önemli sorun hâlâ. [2] Ama sorun, sadece dille sınırlı kalmıyor; solun kendi evrensel “dert”lerini, “değer”lerini “hatırlayıp” yeniden biçimleyerek bu memleketin “dertleri” ve “değerleri”yle örtüştürme; milliyetçi ve dinci kimliklerin etkisi ve kapsama alanı giderek genişleyen hegemonyasını geriletebilecek, bu kimlikleri ivmelendiren enerji ve hareketliliği sol mecralara çekebilecek özgüvene ve çağırıcı gücü yüksek bir hareket kabiliyetine sahip olma; kamu sahasında yer edinebilmek için yeni politika alanları yaratma gibi sorunları da var. Özetle, olup bitenlere “Fransız kalmama”nın, memleket düzeyinde ses getirebilecek düşünceler ve pratikler üretmenin, kendini “Müslüman mahallesinde salyangoz satarken buluvermemek” için –Tanıl Bora’nın deyimiyle– “memleketin beşeri coğrafyası”nı cidden merak edip tanımanın kod adı gibi geliyor bana “yerlilik”. Kemal Tahirvari, memleket “değer”lerini eleştirelliğin sıfır noktasına kadar benimsemiş bir “yerli sol”a övgüler düzmek değil söz konusu olan. Bu anlamda “yerliliğe” ontolojik olmaktan çok iletişimsel, etkileşimsel ve dolayısıyla politik bir değer yükleniyor sanıyorum. Ben bu yazıda, bu türden bir “yerliliğin” alabildiğine çapraşık siyasi içerimlerini tartışmayacağım. Başta İsmet Özel olmak üzere bazı seçkin sağcı kalemlerimizin, Türkiye solunu “ecnebiliği” bir yana bırakıp “yerli” olmaya davet etmelerinin, “ev”den firar etmiş olmakla suçlamalarının hikmetini deşeleyip genelde “sol olmak”, “yabancı ve/veya firari” olmak, ait olmak, sahiplenmek ve sevmek hakkında soyut, spekülatif birtakım laflar edeceğim. Solun evsizliği ve evrenselliği üzerinde ısrar eden, bir varoluş biçimi olarak “yerliliği” reddeden, bu ısrar ve reddi sağcı yerlicilerle polemiğe girerek serimlemeye çalışan bir deneme olacak bu. “Eve Dön!” ya da Şiirin Şiddeti Yerlilik üzerinde düşünmüş, söz almış hemen herkesin başvurduğu temel metafor olan “ev”le başlayalım. Hayatımız tıbbın hükümranlık alanına iyice girdiğinden beri “evde” doğan çocukların sayısı gün geçtikçe azalıyor, ama bazı istisnalar dışında hepimiz bir “eve” doğuyoruz hâlâ. Bachelard, o harika kitabı Mekânın Poetikası’nda (1996), “[bazı metafizikçilerin sandığı gibi] dünyanın ortasına bırakılmadan önce, evin beşiğine yatırılır insan,” der. Biyolojik bir canlı olmaktan kültürel-tinsel bir varlık olmaya giden yolu evde katederiz; “insan varlığının ilk evrenidir ev.” Konuşmayı, anlamayı, sevmeyi, özlemeyi, sıcaklığı, şefkati, özeni, bağlılığı, fedakârlığı, erkek ya da kadın olmayı “ev”de, evdekilerden öğreniriz. Evde kendimizi güvende hissederiz. Bir benlik oluşturmamız için, yanlarında kendimizi emniyette hissedebileceğimiz “ötekiler”i barındıran bir eve ihtiyacımız vardır; ipek böceğinin kozaya ihtiyacı olduğu gibi. Yine Bachelard’a başvuracak olursak: “Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi.” Özetle, bizi hayata ilmekleyen bağlar kurduğumuz, bizi biz kılan kişilerin, barındıkları somut bir mekân olmaktan öte yarattıkları bir atmosferdir ev. Bizi korur, kollar ve kurar. Notlar [1] Aradan geçen 25 yılda bu “ordu dolayımı” ortadan kalkınca çekiç de kalktı tabii. Aydınlık çevresi öteden beri halktan çok devlet aygıtıyla “iletişim kurma”yı sevdiği için hep can attığı kaynaşmayı gerçekleştirerek örtük iktidar ortaklığını elde etti. Daha mutedil Kemalistlerin partisi CHP ise önce uzunca bir süre hâlâ gücünü yitirmemis¸ orduyla birlikte kaskatı bir laiklik savunuculuğundan başka neredeyse hiçbir şey yapmayarak, sonra da laiklikle ilgili hemen hemen bütün kazanımların sahiden teker teker ortadan kaldırılmasına tek ses etmeyerek büyüdükçe büyümesine katkıda bulunduğu muhafazakârlık halkasına canıgönülden dahil olmayı seçti bu iletişim sorunlarını çözme stratejisi olarak; o yüzden yolsuzluğun eşi benzeri görülmemiş¸ boyutlara ulaştığı bir dönemde halkı ürkütmemek için “israf ”tan dem vurmakta, Ayasofya ve Kariye müzelerinin cami yapılması aleyhinde tek söz etmemeye özen göstermekte vs. Hatta genel başkanları partinin elli küsur yıllık “ortanın solu” iddiasını bile terk edip sağ-sol ayrımının 18. yüzyıla ait bir kavram olduğunu vurgulayarak pekiştirdi “halkla kucaklaşma” hamlesini. Metne dön. [2] Tanıl Bora bu yazının çıktığı sıralarda bu konuda çok önemli yazılar yazmıştı. Bu yazıları sonradan başka yazılarıyla birlikte Sol, Sinizm, Pragmatizm (2010) adlı kitabında bir araya getirdi. Metne dön.
|