Birinci Bölüm, s. 11-13
Özet. Bu ilk bölümü okur için özetlemek zor çünkü okurun kim olduğunu ve okumanın hangi duygulanıma dayandığını pek bilmiyoruz. Yazar –peki uygun ad bu mu?– kendini “tutkulu” bir Beckett okuru ve tedavi etmeye çalışan bir psikanalist olarak sunuyor... kimi, neyi? İş işten geçtikten sonra Beckett’ı ve onun yıkıcı yazma düşkünlüğünü mü? Kendini ve kendi tedavi edici okuma düşkünlüğünü mü? Yazar, Beckett’ta kendini mi psikanalize tabi tutuyor? Sonunda Beckett bir psikanaliste teslim olmasa da en azından bu psikanaliste gelecek mi? Yani olay birliğini oluşturan şeyi anlamakta oldukça yetersiz kalıyoruz.
Zaman birliği hem geniş, hem de anlaşılması kolay: Biri için verili bir anda var olan şey ile başka biri için başka bir anda var olan şey arasında fark yok; daima şimdiki zaman; tabii temsil edilebilir olması koşuluyla. Ama, her biri kendi tarzında olmak üzere, yazı ve psikanalizin yaptığı şey de bu değil mi?
Buna karşılık, çeşitli gezintilere davet edilen okurun azami yarar sağlaması için mekân birliğine uyulmuyor: Yok olmuş bir tiyatro, yıldızlı gökyüzünü gözlemek için bir siper, Vincennes Ormanı’nda karşılaşmalar, kartondan tablolar yapan bir ressama ziyaret, varsayılan yazarın uykusuzluğunun titizlikle betimlenmesi, kap üzerine düşünceler, bir akıl hastanesinin bahçesinde işleyen dokunsal aynaya ilişkin ilginç fikir, anlatı ile söylem arasındaki, yansıma sözcükler, gurultular ve küfürler arasındaki farklar üzerine, neresi olduğu belirtilmemiş yerlerde gerçekleştirilen kaçınılmaz tartışmalar, ki bu da bizi mantıksal olarak anüs tarafından düşünce üretimi, ardından da papağanlar olayına götürüyor. Bunu sans (-sız / -siz) edatının anlamı üzerine karmakarışık yeni bir tartışma, ardından da olumsuz düşünce kuramına temkinli bir giriş izliyor. Bu başıboş gezinti sonunda amacına ulaşıyor: Beckett psikanaliste geliyor. Bölümün parlak pasajı bu.
Her şey gri, kasvetli bir atmosfere bürünmüştür: Eğer nedenini bilmek istiyorsan, devamını oku.
18 Ekim 1990
1953 yılının ilk haftaları, serin bir akşam ama kış havası gibi değil, ömrüm boyunca ilk ve son kez Babylone Tiyatrosu’ndayım. Bu olay anılarım arasında önemsiz bir yer tutacak ve giderek yok olacak. Otuz yaşındayım. Dört kişiyiz: ikinci çocuğumuzu bekleyen karım, benim gibi Daniel Lagache’ın formasyon alan psikanalistlere yönelik seminerine devam eden ve yine benim gibi Lacan tarafından analiz edilen psikolog bir meslektaşım; son olarak, onun mühendis kocası. Tanınmayan birinin ilk oyunu sahneleniyor ama yazarınızın durumundan da anlayacağınız gibi, Paris’in sol yakasında oturan her aydın oyunu görmek zorunda hissediyor kendini. Oyun skandal yaratıyor, ama aşırı politik ya da erotik bir içeriğe sahip olduğu için değil, içeriği olmadığı için, hiçbir şey üzerine ve hiçbir şeyden yana olmayan bir oyun olduğu için: edebiyatın genel ahlakına, bekleyişi ve beklentisiyle alay edilen izleyiciye, bir şeylerin olacağını, bir tiyatro temsilinin bir olayın temsili olduğunu varsayan zımni sözleşmeye aykırı davranış, daha beteri darbe. Perde açıldığında salonun yarısı boş. Ara olduğunda, başka birçokları gibi bu duruma daha fazla katlanamayan mühendis arkadaş gidiyor. Yakınlardaki bir kahvede bekleyecek bizi: Arkadaşın psikanalize ve modern tiyatroya duyduğu düşmanlık kalıcı olacak.
İkinci perde: birkaç anlamsız varyant dışında birincinin tekrarı. Bize doğrudan hitap ederek bekleyişimizle dalga geçen oyuncuların alaylı sözlerine rağmen, beklemekte inat ediyoruz. Sonuna dek bekleyeceğiz, tıpkı ömrümüz boyunca bir gün her şeyin bitmesini beklediğimiz gibi, ki bu da sonuçta çok zaman alıyor. Aslında başlık bizi uyarmıştı: Godot’yu Beklerken. Çıkışta, her türlü yanlış anlama ihtimalinden uzak görünüyor oyun bana. Tanrı öldü, biliyoruz, ama gelmesini beklemeye devam ediyoruz. Daha doğrusu, her şeyi ondan beklemek yerine, küçük tanrılar tarafından küçük şeyler verilmesini bekliyoruz: eğlenceler, hayaller, zorbalıklar, kurumlanmalar, devamlı altüst olan sebepler; sakar ya da sefih tanrılar.*
Rüyalarımdan biri gerçekleşiyordu: Pascal’ın Düşünceler’inin sahneye konduğunu görmek. O dönem Düşünceler’in eleştirel bir baskısını hazırlıyordum... Ama bunları daha sonra düşündüm. O sırada coşmuş ve büyülenmiş haldeydim.
Yine de olağanüstü bir fark vardı: Samuel Beckett’ın oyunu kahkaha dalgalarına yol açıyordu. Zoraki, daha doğrusu kara kahkahalar. Buna karşılık Pascal gülmez. Ne yaşamında ne yapıtında güldürmeye çalışır. Kaygıyı, polemiği, suçlamaları, soyut biçimleri kullanır. Oynadığı zaman, ötekiyle değil, şeylerle oynar: cıvayla dolu dikey bir tüp, bir hesap makinesi. İnsanlık durumunun sefaletini Beckett da onun kadar yaşadı. Ama ondan ironiyle, acı alayla, sözcük oyunlarıyla, dalga geçen öykünmelerle, parodilerle, asparagaslarla söz ediyor. Okurda, izleyicide kışkırttığı kahkaha, varlığımızın merkezini dolduran hiçliğin ifşasını katlanılır kılıyor.
* “Sakar” anlamına gelen Fransızca godiche ve “sefih” anlamına gelen godailleux sözcüğü. Godot’ya ve “tanrı” anlamına gelen İngilizce god sözcüğüne gönderme. –ç.n.