İlk Bakış, s. 15-19
Bu kitap basit bir önkabulden yola çıktı: Bir şehri görebilmek için başka bir şehre ihtiyaç var. İnsan bir şehre yaşamak üzere gittiyse, o şehrin gündelik hayat pratiğini öğrenmek zorundadır. Turistin yüzeysel bakışından farklı olarak, şehre dikkatle, merakla, ısrarla bakmak demektir bu. Ve insan yabancı bir şehre dikkatle bakarken, karşısında bir diğer şehrin silueti belirir daima. Kişinin kendi şehridir bu, “kendinin” kabul ettiği şehir. Bazen içinde doğduğu, büyüdüğü, bazen bir süre yaşadığı, güçlü duygular beslediği, bazen bir hayal, bir imge olarak zihninde yer etmiş, bir çeşit aidiyet hissiyle bağlı olduğu şehir. Yabancı şehrin görüntüsünün ardında, o diğer şehir belirir. İnsan “kendi” şehrini sanki ilk kez şimdi gerçekten anlamaya başlıyormuş hissine kapılır. Aşina ve yakın olan, mesafe alındığında ve farklı olanın merceğinden bakınca yeni bir anlam kazanır.
Evet, kitap bir yolcuğun ve iki kentin hikâyesi: Hong Kong ve İstanbul. Daha doğrusu, esas olarak Hong Kong, onun merceğinden göründüğü kadarıyla İstanbul.
Asya’nın iki ucunda iki şehir, iki liman, iki geçit alanı. Aralarında önemli benzerlikler ve farklılıklar var. İlk bakışta, birbirine hiç de denk olmayan iki varlık gibiler. Hong Kong küçük, İstanbul devasa. Toplam alanı 1100 kilometrekare olan, 7.5 milyon insanın yaşadığı bir ada kent ve 5461 kilometrekareden [1] fazla alana yayılan 14.6 milyonluk bir mega kent. Hong Kong’un tarihi kısa, İstanbul’unki binlerce yıllık. İstanbul hiçbir zaman sömürge olmaz, Hong Kong sömürgecilik içinde biçimlenir. İstanbul bin beş yüz yılı aşkın süre boyunca üç imparatorluğa (Doğu Roma, Bizans, Osmanlı) başkentlik yapar, Hong Kong on dokuzuncu yüzyılın ortasında iki dünya imparatorluğunun (Britanya ve Çin) çatışma ve etki alanlarının kıyısında kurulur. Avantajlı coğrafi konumları nedeniyle iki kent de tarihleri boyunca bölgelerinin önde gelen ticaret merkezi rolünü üstlenir. İki kentin de modern kültürünü yoğun göç dalgası altında oluşmuş bir toplumsal doku şekillendirir. Ekonomik büyüme iki kentte de öncelikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında gelişen imalat sanayii etrafında gerçekleşir. İki kent de yirminci yüzyılın ortasından itibaren kendine özgü ve dinamik bir kültür endüstrisine sahiptir. 1960’larda Hong Kong ve Yeşilçam sinemaları dünyanın en fazla film üreten sektörleri arasında yer alır. 1990’lar iki kentin de küresel kapitalist sisteme entegre edilmesi yönündeki çabaların yoğunluk kazandığı dönem olur. Hizmet sektörü ekonomisinin ihtiyaçları temelinde şekillenen yeni bir kent vizyonunun ortaya çıktığı bu dönemde, iki kentte de turizm ve tüketim odaklı kentsel dönüşüm ve mutenalaşma süreçleri yaşanır. Küresel sistemde “kentin pazarlanması” ve “markalaşma” (“İstanbul markası” / “Hong Kong markası” yaratma) çabaları belirginleşir. Geçtiğimiz yirmi yıldır iki kentte de kapsamlı altyapı ve inşaat projeleriyle ekonomiye canlılık kazandırılması hedeflenmiştir. Amansız yıkıp yapma faaliyetleri, kent belleğinin korunmasına ilişkin hassasiyetlerin ve yeni kentsel muhalefet biçimlerinin ortaya çıkışını tetikler. Bu sürecin uzantısı olarak, iki kentte de dünyada ses getiren kent işgali hareketleri yaşanır: 2013 İstanbul Gezi Parkı Hareketi ve 2014 Hong Kong Şemsiye Hareketi. Protestoları ortaya çıkaran sorunlar, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran illiberal demokrasi ve otoriter yönetim anlayışı tartışmalarıyla yakından alakalıdır. [2] İzleyen süreçte iki kentte de toplumsal ayrışmalar derinleşir. Ayrışmanın önemli bir eksenini, kent kimliğine ilişkin birbiriyle çatışan tasavvurlar oluşturmaktadır. İstanbul’da, kentin post-emperyal kimliğinde hangi vurgunun öne çıkacağına ilişkin tartışmalar (İslami ve neo-Osmanlı mı, cumhuriyetçi ve seküler mi?) sürerken, Hong Kong’da kentin post-kolonyal kimliğinin niteliği (Çin’le bütünleşmek mi, özerklik iddiası mı?) tartışılır.
Bu olguları kısaca sıraladıktan sonra eklemeliyim ki, kitap bir Hong Kong-İstanbul karşılaştırması değil. Bunun yerine Hong Kong ve İstanbul’un geçtiğimiz otuz yılda küresel süreçlere eklemlenme biçimleri yan yana konarak, kentlerin birbiriyle ilişkili değerlendirilmesini mümkün kılacak bir perspektif sunulması amaçlanıyor. Burada ağırlık Türkiye’deki okurun daha az aşina olduğu Hong Kong’a verilecek, bir anlamda okurun İstanbul’a son otuz yılda benzer süreçlerden geçmiş Asya’nın öteki ucundaki bir diğer liman kentinin, Hong Kong’un merceğinden bakması sağlanmaya çalışılacak. Böylesi bir paralel okumanın iki kente ilişkin yeni düşünme biçimleri ortaya çıkaracağını ümit ediyorum.
Okumakta olduğunuz “İlk Bakış” başlıklı giriş bölümü öncelikle on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan “modern kent deneyimi” tartışmalarından hareketle, günümüzde kentin deneyimlenme biçimlerini anlamlandırmayı mümkün kılacak bir kavramsal çerçeve sunmayı hedefliyor. Bu bölümde aynı zamanda Hong Kong’un Britanya tarafından Çin’e devredildiği 1997 yılıyla el değişiminin yirminci yıldönümünün kutlandığı 2017 yılı arasında geçen dönemde dünya siyasetinde yaşanan büyük dönüşüme değinilerek, “yolculuk hikâyesi”nin içinde yer aldığı tarihsel bağlam değerlendirilmeye çalışılacak. Kitaba adını veren “şehri şahsileştirmek” fikrini bu kavramsal ve tarihsel çerçeve içinde ele almayı deneyeceğim.
Girişi izleyen iki bölüm Hong Kong’un kuruluşundan bu yana geçirdiği dönüşümü tarihsel süreç içinde tartışmayı amaçlıyor. “Ödünç Şehir: Sömürge Dönemi” başlıklı ikinci bölümde, Afyon Savaşları’nın Çin’in yenilgisiyle sonuçlanmasının ardından Britanya İmparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Hong Kong adasının, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı boyunca bir “ticaret kolonisi” olarak yapılandırılması, ardından yirminci yüzyılın ilk yarısında bölgede yaşanan çalkantılı siyasi süreçlerin etkisiyle yaşanan demografik, ekonomik, toplumsal değişim ve nihayet 1970’lerden itibaren kentin hızlı bir gelişim sürecine girerek önce kapitalist bir metropole, ardından önemli bir finans merkezine dönüşümünün hikâyesi anlatılacak.
Üçüncü bölüm, “Yeni Bir Parantez: Sömürge Sonrası Dönem”, Hong Kong’un el değişimi sonrasındaki ilk yirmi yılını, 1997-2017 arasında yaşanan gelişmeleri değerlendirmeyi amaçlıyor. Bu bölümde, 1997 yazında Doğu Asya bölgesini sarsan ekonomik kriz ve 2003 kuş gribi salgınının kentte yarattığı büyük sarsıntının ardından, Hong Kong’un adım adım Çin’in ekonomik ve siyasi etki alanına giriş süreci tartışılacak. Yeni binyılla birlikte Çin dünya sahnesine yükselen küresel güç olarak çıkarken, Hong Kong kendisi için geliştirilmiş “Özel Yönetim Bölgesi” düzenlemesinin yarattığı bir dizi yapısal sorunla boğuşan, kimlik krizine sürüklenen bir kent görünümündedir. Bu bölümde, sömürge-sonrası Hong Kong’unu tanımlayan yapısal sorunlar ve çatışma alanları ele alınırken, bu bağlam içinde 2014 Şemsiye Hareketi’nin ne anlama geldiği tartışılmaya çalışılacak.
“Hong Kong 1997/2017: Fragmanlar” başlıklı dördüncü bölümde, Hong Kong’a ilişkin kendi öznel gözlem ve deneyimlerimi Georg Simmel ve Walter Benjamin’in modern kent deneyimini kavramsallaştırma şekilleri ışığında ele almayı deneyeceğim. Hong Kong’u ilginç ve biricik kılan kimi unsurların geçmişte ve bugün benim için ne ifade ettiğine bakarken, hem önceki bölümlerde kentin tarihsel gelişimiyle ilgili yaptığım değerlendirmeye, hem de sonraki bölümde günümüz İstanbul kent kültürüne ilişkin yapacağım tartışmaya farklı bir boyut ve yaklaşım getirebilmeyi umuyorum.
Beşinci bölüm, “İstanbul 2017: Snapshot”, adından da anlaşılacağı gibi öncelikle bugünün İstanbulu’na, esas olarak da İstanbul’un merkezinde yaşanmakta olan dönüşüme hızlıca göz atmayı hedefliyor. Bu anlık görüntüden yola çıkarak İstanbul kültür hayatının 1990’lardan 2010’lara yaşadığı inişli çıkışlı değişimi, Ackbar Abbas’ ın el değişimi dönemi Hong Kong’u bağlamında geliştirdiği “gözden yitiş kültürü” kavramıyla ilişkili olarak ele almaya çalışacağım.
Altıncı bölüm “Son Bakış”ta, Hong Kong ve İstanbul’a yirmi yıllık bir tarihsel değişim süreci bağlamında birbirinin merceğinden bakmanın benim için ne ifade ettiği sorusuna bakacağım “son” bir defa. “Şehrin şahsileşmesi” ne anlama geliyor? Şehirler insanların kişisel hikâyelerine, hayat maceralarına nasıl giriyor? Şehir kişiyi nasıl şekillendiriyor? Sanıyorum bunu kavramak için biraz mesafelenmeye ihtiyaç var. İnsanın yaşadığı şeylere zamanın yarattığı mesafeden, başka şehirlerin yarattığı mesafeden, araya giren diğer şeylerin oluşturduğu çoklu merceklerden bakması gerekiyor. İnsan şehrin kendinde bıraktığı izleri bu “son bakışta” gerçek anlamda keşfetmeye başlıyor diye düşünüyorum.