| ISBN13 978-605-316-136-3 | 13x19,5 cm, 168 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, s. 11-15 Bitki ve insan duyuları arasındaki benzerlikler konusuna, 1990’larda doktoram sonrasında Yale Üniversitesi’nde genç bir öğretim görevlisi olarak çalıştığım sıralarda ilgi duymaya başladım. Yalnızca bitkilere özgü olan ve insan biyolojisiyle bağlantılı olmayan bir biyolojik süreç üzerinde çalışmak amacındaydım (bu amacı ailemdeki altı tıp doktoruna tepki olarak seçmiştim belki de). Böylece bitkilerin gelişimlerini düzenlemek için ışıktan nasıl yararlandıkları sorusuna yöneldim. Araştırmamda [1] bir bitkinin aydınlık ortamda mı yoksa karanlık ortamda mı olduğunu belirlemesinde gerekli olan kendine özgü bir gen grubu keşfettim. Daha sonra, büyük bir şaşkınlıkla ve planlarımın tam aksine bu gen grubunun aynı zamanda insan DNA’sının da bir parçası olduğunu keşfettim. [2] Bu sonuç, “bitkilere özgü” görünen bu genlerin insanlarda ne işe yaradığı yolundaki bariz soruyu gündeme getirdi. Aradan geçen yılların ve birçok araştırmanın ardından bu genlerin bitkilerde olduğu kadar hayvanlarda da bulunduğunu, dahası bunların aynı zamanda her iki canlı türünde (başka gelişimsel süreçlerin yanı sıra) ışığa yönelik tepkileri düzenlediğini artık öğrenmiş bulunuyoruz! [3] Elde edilen bu sonuçlar, bitkilerle hayvanlar arasındaki genetik farklılığın daha önce düşündüğüm kadar belirgin olmadığını fark etmemi sağladı. Bitkilerin ışığa tepkisiyle ilgili araştırmalar zaman içinde yerini meyve sineklerinde lösemi konusundaki araştırmalara bıraktığında, bitki biyolojisiyle insan biyolojisi arasındaki benzerlikleri sorgulamaya başladım. Bu süreçte, Küçük Korku Dükkânı filmindeki gibi “Beni besle!” demeyi bilen bir bitki olmasa da, epey şey “bilen” birçok bitki olduğunu keşfettim. Şurası kesin ki, hemen arka bahçemizde bulunan çiçek ve ağaçların son derece incelikli duyu mekanizmalarına pek dikkat etmiyoruz. Çoğu hayvan yaşayacağı ortamı seçebilir, fırtınada sığınacak yer bakabilir, yiyecek ve eş arayabilir veya mevsimin değişmesiyle birlikte başka yerlere göç edebilirken, bitkiler daha iyi şartlara sahip ortamlara hareket etme olanağından yoksun olarak, sürekli değişen hava şartlarına, kendilerine sarkan komşu bitkilere ve zararlı böceklere direnip mevcut koşullara uyum sağlamak zorundadır. Hareket edemedikleri için bitkiler, sürekli değişen koşullara göre büyümelerini ayarlamalarını sağlayan karmaşık duyu sistemleri ve düzenleyici sistemler geliştirmişlerdir. Bir karaağaç komşusunun gölge yapıp yapmadığını bilmek zorundadır ki mevcut ışığa doğru büyümenin bir yolunu bulabilsin. Bir marul çevresinde kendisini yemeye hazır obur yaprak bitleri olup olmadığını bilmek zorundadır ki onları öldürecek zehirli kimyasallar üreterek kendini onlardan koruyabilsin. Bir Douglas köknarı güçlü rüzgârların dallarını sallayıp sallamadığını bilmek zorundadır ki bu rüzgârlara karşı daha güçlü bir gövde geliştirebilsin. Keza kiraz ağaçları da ne zaman çiçek açmaları gerektiğini bilmek zorundadır. Genetik düzeyde bitkiler birçok hayvandan daha karmaşık bir yapıya sahiptir ve biyolojide en önemli keşiflerin kaynağı bitkiler üzerinde yapılmış araştırmalardır. Robert Hooke 1665’te, kendi yaptığı ilk mikroskoplardan biriyle şişe mantarını incelerken hücreyi keşfetti. On dokuzuncu yüzyılda Gregor Mendel bezelyelerden yararlanarak modern genetiğin ilkelerini ortaya koyarken, yirminci yüzyılın ortalarında Barbara McClintock Hint mısırından yararlanarak genlerin yer değiştirebildiğini, yani zıplayabildiğini kanıtladı. Bugün artık bu “zıplayan genlerin” bütün DNA’ların belirgin bir özelliği olduğunu ve insanlardaki kanserle yakından ilişkili olduğunu biliyoruz. Her ne kadar Darwin’i modern evrim teorisinin kurucu babası olarak tanıyorsak da, onun en önemli bulguları aslında bitki biyolojisiyle ilgiliydi; bu kitabın ilerleyen sayfalarında onun bu bulgularıyla sık sık karşılaşacağız. Elbette bu kitapta “bilme” sözcüğünü yaygın kullanılan anlamının dışında kullanıyorum. Bitkilerin merkezi sinir sistemleri yoktur: Bir bitkinin bir bilgiyi bedeninin geneline yönlendiren bir beyni yoktur. Yine de bir bitkinin farklı bölümleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve ışık, havadaki kimyasallar ve sıcaklık değerleriyle ilgili bilgiler kök ile yapraklar ve çiçek ile gövde arasında sürekli dolaşarak bitkinin çevresine en iyi şekilde uyum göstermesini sağlar. İnsan davranışını bitkilerin kendi dünyalarındaki işlevsel hareketlerle kıyaslayamayız, ama sizden kitap boyunca bitkiler için genelde insan deneyimlerine mahsus olan terminolojiyi kullanmamı hoş görmenizi rica ediyorum. Bir bitkinin gördüklerini veya kokladıklarını araştırırken, bitkilerin gözleri veya burunları olduğunu (ya da bütün duyu girdilerini duygularla renklendiren bir beyinleri olduğunu) iddia etmiyorum. Ama bu terminolojinin görme, koku, bitkilerin ne olduğu ve nihayet biz insanların ne olduğu konusunda yeni düşünceler geliştirmemizde bize yardımcı olacağına inanıyorum. Kitabım Bitkilerin Gizli Yaşamı değil; bitkilerin bizim gibi olduğuna dair argümanlar arıyorsanız, onları burada bulamazsınız. Ünlü bitki fizyoloğu Arthur Galston’ın 1974’te, son derece popüler ama bilimsellikten uzak olan bu kitaba yoğun bir ilgi gösterilen dönemlerde ifade ettiği gibi, “yeterli kanıtlarla desteklenmeden ileri sürülen tuhaf iddialara” karşı ihtiyatlı olmalıyız. [4] Bitkilerin Gizli Yaşamı, ihtiyatsız okuru yanlış yönlendirmekten daha kötüsünü yapmış, biliminsanlarının hayvan duyularıyla bitki duyuları arasında paralellikler olduğuna işaret eden her araştırmaya ihtiyatla yaklaşmalarına, dolayısıyla bitkilerin davranışlarıyla ilgili önemli araştırmaların önünün tıkanmasına yol açmıştı. Bitkilerin Gizli Yaşamı’nın medyayı salladığı günlerin üstünden on yıllar geçti ve bu süre zarfında biliminsanlarının bitki biyolojisi konusundaki bilgileri muazzam biçimde arttı. Bu kitapta, bitki biyolojisindeki en son araştırmaları inceliyor ve bitkilerin gerçekten de duyuları olduğunu iddia ediyorum. Bu kitap çağdaş bilimin bitkilerin duyuları hakkında söylediği şeylerle ilgili kapsamlı ve bütünlüklü bir inceleme değil; öyle bir kitap olsaydı yalnızca bu alandaki çalışmaları yakından takip eden okurlarla sınırlı kalırdı. Onun yerine her bölümde bir insan duyusuna odaklanıyor ve bu duyunun insanlardaki işleviyle bitkilerdeki işlevini karşılaştırıyorum. Duyusal bilginin nasıl algılandığını, nasıl işlendiğini ve söz konusu duyunun bitki için ekolojik içerimlerini açıklıyorum. Her bölümde ayrıca konuyla ilgili hem tarihsel bir perspektif hem de çağdaş bir görüş sunuyorum. Bu kitap için görme, dokunma, duyma, içalgı (propriyosepsiyon) ve bellek konularını seçtim. Koku alma konusunu da ele alıyorum ama tat alma konusuna girmiyorum; bu iki duyu birbiriyle yakından ilişkili. Bitkilere tamamen bağımlıyız. Maine ormanlarındaki ağaçlardan yapılma ahşap evlerde uyanıyor, fincanımıza Brezilya’da yetişmiş kahve çekirdeklerinden öğütülmüş kahve koyuyor, Mısır pamuğundan yapılmış tişörtümüzü giyiyor, bilgisayardan kâğıda çıktı alıyor, Afrika’da yetişen kauçuklardan yapılma lastikleri olan ve milyonlarca yıl önce ölmüş açık tohumlu bitkilerden elde edilen benzinle çalışan arabalarımızla çocuklarımızı okula götürüyoruz. Bitkilerden elde edilen kimyasallar ateş düşürüyor (mesela aspirin) ve kanseri tedavi ediyor (Taxol). Buğday bir çağın sonunu getirip başka bir çağı başlattı, mütevazı patates ise kitlesel göçlere neden oldu. Bitkiler bizlere ilham vermeye ve bizi hayrete düşürmeye devam ediyor: Bir yanda dünyanın en büyük bağımsız organizmaları olan dev sekoyaları, diğer yanda dünyanın en küçük organizmaları olan algleri görüyoruz; güller ise istisnasız herkesin yüzünde güller açmasını sağlıyor. Bitkilerin bizim için neler yaptıklarını bildiğimize göre, biliminsanlarının onlar hakkında neler keşfettiklerini öğrenmek için biraz vakit ayırmaya değmez mi? Öyleyse gelin bitkilerin iç yaşamlarının ardındaki bilimi araştırma serüvenine başlayalım. İlk yapacağımız şey, arka bahçelerimizde sessiz sedasız duran bitkilerin neler gördüğünü ortaya çıkarmak olacak. Notlar [1] Daniel A. Chamovitz ve diğ., “The COP9 Complex, a Novel Multisubunit Nuclear Regulator Involved in Light Control of a Plant Developmental Switch”, Cell 86, no. 1 (1996): 115-21. Metne dön. [2] Daniel A. Chamovitz ve Xing- Wang Deng, “The Novel Components of the Arabidopsis Light Signaling Pathway May Define a Group of General Developmental Regulators Shared by Both Animal and Plant Kingdoms” Cell 82, no. 3 (1995): 353-54. Metne dön. [3] Alyson Knowles ve diğ., “The COP9 Signalosome Is Required for Light- Dependent Timeless Degradation and Drosophila Clock Resetting”, Journal of Neuroscience 29, no. 4 (2009): 1152-62; Ning Wei, Giovanna Serino ve Xing-Wang Deng, “The COP9 Signalosome: More Than a Protease”, Trends in Biochemical Sciences 33, no. 12 (2008): 592-600. Metne dön. [4] Peter Tompkins ve Christopher Bird, The Secret Life of Plants, New York: Harper & Row, 1973; Türkçesi: Bitkilerin Gizli Yaşamı, çev. Sulhi Dölek, İstanbul: Sungur, 1983; Arthur W. Galston, “The Unscientific Method”, Natural History 83 (1974): 18, 21, 24. Metne dön.
|