Esra Yalazan, "Kendini kurgulayan Gertrude Stein’ın özyaşam öyküsü", ahvalnews2.com/tr, 26 Mayıs 2018
Hikayeler aracılığıyla varoluşuna anlam katan ve her anlatıda kendini yeniden keşfeden insan, sanatın farklı formlarıyla buluştuğunda zihni hep aynı muammaya takılır. İnsan bir kurgu mudur?
Gerçeği olduğu haliyle hikaye etmek mümkün değilse, kelimelere dönüşen sadece yaşananların tortusu mudur? Dünyayla başa çıkabilmek için eğip büktüğümüz hikayeler hakiki hayat hikayemiz midir yoksa başkalarına göstermek istediğimiz birer “yansıma”dan mı ibarettir?
Biyografi yazarları, sevdikleri edebiyatçıları, sanatçıları insani zaaflarına ve en korkunç hallerine rağmen her koşulda hayran olunan “şahsiyetler” olarak anlatmayı sever. Bu gayet anlaşılır ama eserleriyle hayatları arasındaki mesafe okuru boşlukta bırakırken, genellikle kendilerini nasıl gördüklerini ve içsel hayatlarının sese dönüşmüş halini bilmeyiz.
Geleceğe kalsın diye yazılan günlükler ve mektuplar dışında özyaşam öyküsünü kurgulayarak yazanlara da sık rastlanmaz çünkü. Gertrude Stein bu anlamda ilginç istisnalardan biri.
Gertrude Stein, Alice B. Toklas’ın Özyaşamöyküsü’nde kendisine ve yakın sanat-edebiyat çevresine dair izlenimlerini, iz bırakan anıları hayatında çok önemli bir yer tutan dostu Alice B. Toklas’ın bakışıyla anlatmayı tercih etmiş.
Stein, dönemin kültürel portresini, bohem yaşantısını, sanatçıların yaratma ve üretim süreçlerini eğlenceli anektodlarla ve dedikodularıyla anlatırken, gelecekte şöhret olacak sanatçı adaylarının “mahrem” hikayelerini de dinliyoruz. 1932 yılında, altı haftalık kısa bir süre içinde yazılan kitap, ertesi yıl New York’da yayımlanıyor ve hemen çok satan bir kitap haline gelip Stein’ın ilk kez gerçekten şöhret olmasını sağlıyor.
Bugün “bilgilendiren ve eğlendiren” bir kültür tarihi diye tanımlanan bu kitap neden o yıllarda ses getirmişti ve neden sonrasında çok sert eleştirilerin de hedefi olmuştu? Kitabın çevirmeni Nesrin kasap, sunuş yazısına, “Gertrude Stein yazın dünyasında belki de en çok tartışılan kişilerden biridir” diyerek başlıyor.
Stein’ın bu kadar çok tartışılmasının sebebi, sanatçıların hikayelerinin akışını da değiştiren katkıdan ziyade, onu kendi tarihselliğinin içinde farklı konumlandıranların çelişkiler sanırım; bir yandan anlaşılmaz romancılığı ve şairliği için alay edenler diğer yanda 20. yy’ın düzyazı ve şiirine silinemeyecek bir damga vuran öncü bir yazar, hatta dahi olarak kabul edenler. Veya onun dikenli eleştirel dilinden nasibini aldığı için kendi reklamını yapan “klinik bir megaloman” olduğunu düşünen bazı sanatçılar.
Ben bir okur olarak bu tespitlerin hiçbirine tam olarak katılmıyorum ama oraya gelmeden evvel onun bu kitabı yazma gerekçesini daha iyi kavramakta fayda var. Stein 1903’de kardeşi Leo’la birlikte Amerika’yı terk edip Paris’e yerleşir.
Yaşadıkları ev yenilikçi ressamların tablolarıyla dolmaya başlar ve Avrupa’nın önemli resim koleksiyonlarından birini oluştururlar. Stein, Cezanne’dan başlayarak Matisse, Braque, Juan Gris ve Picasso gibi ressamların tablolarının ilk alıcıları olur ve onları evine gelenlere göstererek bu ressamların tanınmalarına da katkıda bulunur.
Amacı öncelikle para kazanmak değildir. Savaş öncesinin renki Paris’inde kapısı genç sanatçılara açık olan ev, kısa zamanda ressamların, yazarların, eleştirmenlerin, koleksiyonerlerin, amatör ressamların, müzisyenlerin buluşma noktası olur.
Stein’ın özellikle Hemingway’e öykü ve roman yazarlığının gelişimine katkısı, Picasso ve Matisse’le olan dostluğu, düşmanlıkları ve birbirleriyle rekabetine dair literatüre yerleşmiş olan hikayelerin esas kaynağının bu kitap olduğu belli. Eserlerindeki yenilikçi arayışların Kübizm’den etkilendiğini söyleyenler, onun 58 yaşında basit ama şaşırtan bir dille yazdığı “özyaşam öyküsüyle” sarsılmış olmalılar.
Kendi yazma sürecini, “Her şeyi sürekli başa dönerek kullanıp sürekli bir şimdiki zaman yaratma çabası” olarak tanımlayan yazarın anlattığı hikayeler bu algıyla okunduğunda, yazma dürtüsünün hakiki sebebi de açığa çıkıyor. O vakit sadece toplumun genel geçer ölçülerini değil, edebi geleneğin sınırlarını da aşan “devrimci” bir yaklaşımla karşılaşıyor okur.
Eğer karşılaştığı “dahileri” eserleriyle veya ilginç yaşam öyküleriyle aktarmayı seçseydi, bu kitabıyla sanat tarihine katkıda bulunan bir yazar olarak anılacaktı. Ama belli ki müthiş bir dirençle (özellikle o dönem için) yaptığı bundan çok daha fazlası.
Gerçeğin farklı boyutlarını sorgulayan daha prizmatik bir bakış; “Stein’la birlikte geçirdiğim bu yirmi beş yıllık bir süreyi anlattığım bu kitabı yazmaya karar vermeden önce, sık sık Yan Yana Oturduğum Dahi Eşleri adlı bir kitap yazacağımı söylüyordum. Pek çok dahinin karısıyla yan yana oturdum. Dahilerin, dahi benzerlerinin, dahi adaylarının karılarıyla yan yana oturdum”.
Stein’ın bu çerçeveyi çizmesinin sebebi tanıdığı sanatçıların eşlerine dair bilgi vermekten ibaret değil kuşkusuz. O Matisse’in, Picasso’nun ve diğerlerinin hayatlarına girip çıkan kadınların sanatçılar üzerindeki etkisini anlamaya çalışırken, hikayelerin her anlatışla başka bir gerçeklik algısı yarattığını da ima ediyor; “Matisse o sıralarda aşağı yukarı otuz beş yaşındaydı ve bir çöküntü içindeydi.
Salonun açılışında resmi için neler söylendiğini duyup insanların resmine neler yapmaya kalkıştığını gördükten sonra bir daha gitmemişti salona. Karısı oraya tek başına gidiyordu. Matisse evde kalıyor ve çok üzülüyordu. Madam Matisse’in anlatımına göre öykü böyleydi işte”.
Peki Gertrude Stein’ın hikayesi neydi? Onun tıpkı Picasso, Erik Satie gibi yeni keşiflerle biçimi şekillendirme arayışı, bana Proust’un, “Üslup yazarın gerçeğe dönüşümüdür” deyişini düşündürüyor. Bu kitabı tasarlarken onu motive eden duygu, hikayelerin kendisinden ziyade onları nasıl anlatıldığına dikkat çekmekti sanırım.
İngiliz romancı Jeanette Winterson, ona dair incelemesinde muradını net bir dille ifade etmiş: “Gertrude Stein etrafındaki herkesi kendi kurgusunun karakterlerine dönüştürmüştür. Ben bunun sanatta gerçekçiliğe karşı şahane bir darbe olduğunu düşünüyorum; eş zamanlı olarak hem kimliği hem hakikatin doğası hem de sanatın maksadını sorgulayan bir darbe”.
Stein’ın salt gerçekliğe karşı itirazı gelecekte kendisinin nasıl anılması gerektiğine dair yorumlarla buluştuğunda epey riskli hale geliyor, kibri hakiki kimliğini kısmen perdeliyor ama bir yandan da ölümünden sonra biyografisini yazacak olanları zarifçe uyarıyor; “Yeryüzündeki bütün insanlarla dost olup tanıyabilen, bütün insanların da tanıyabildiği bir insan olmasına karşın, hep seçkin, kibar insanların beğendiği bir yazar olması oldukça gülünç bir şeydir. Ama bir gün onların, herkesin, ona ve kitaplarına ilgi duyabileceklerini ve keşfedeceklerini söyler hep”.
Hayat arkadaşı, sekreteri Alice’in ismiyle yazdığı, bugün için bile sıra dışı olan bu “yaşam öyküsünü” seksen beş yıl sonra ilk kez Türkçede okuyup onu yeniden keşfediyorsak, öngörülerinde haklı çıktığını söylemek mümkün. Yaşadığı dönemde ve sonrasında “yaşadıklarından ilham alan yazar” muamelesi yapılması sahiden haksızlık ve bir miktar cinsiyetçilik de içeriyor.
Ama mesela sevdiği ve desteklediği Hemingway’e dair yazdıkları one neden düşmanca yaklaşıldığını da gösteriyor: “Anderson’la Stein Hemingway konusunda konuşurlarken onları dinlemek son derece eğlenceli oluyordu. Hemingway’in ödleğin teki olduğunu ikisi de kabul ediyordu, tıpkı Mark Twain’in betimlediği Mississipi nehri üzerinde seyreden o düz omurgalı gemilerdeki adamlara benziyor, diyordu Stein ısrarla. Hemingway’in gerçek öyküsü, yazdıkları değil de gerçek Ernest Hemingway’in itirafları ne müthiş bir kitap olurdu, diyordu her ikisi de”.
Stein’ın dayatılan, ezberlenmiş tüm kalıplara olan cesur itirazı etrafındaki sanatçıların da kederini bir biçimde etkilemiş belli ki. Winterson’un “Onsekizinci yüzyılın nüktedanlığıyla modern hassasiyetin patlaması” diye tanımladığı bu kurgulanmış “hayat hikayesi” itiraflardan ya da anılardan ibaret değil.
Kendine has özel bir tür deneyi de içeriyor. Bu deneyi göze almanın her dönem bir bedeli var tabii. Kitabın yayınlanmasından bir süre sonra aralarında Matisse’in de bulunduğu bir grup sanatçı ve yazar, Transition dergisinde kitapta yer alan “gerçekleri” inkar eden bir yazı yayınlamışlar. Bu kitap o sanatçıların yanılgısını gösteren en güçlü işaret, zamana aldırmayan sanatın insanı sürekli "şimdiki zamanda” tutan canlı ruhu.
Filmlere de onu olan meşhur bir konuşma var; “Biraz sonra mırıldanarak Gertrude Stein’ın portresini beğendiğimi söyledim Picasso’ya. Evet dedi, o da. Herkes onun portredeki kadına benzemediğini söylüyor ama hiç farketmez, nasıl olsa bir gün benzeyecek”.
Stein’ın yaptığı da bu. Sözcüklerin ahengiyle yazı sanatındaki dinamizmi yakalamak. Sanatın mucizesini sıkıcı bir kabullenişle değil sezgisel bir gerçeklik algısıyla göstermek. Hayatın şiirini kalabalığın uğultusundan çekip çıkarmak. Kurgulanan hikayelerin hafifliğiyle özgürleşmek ve hayatı taklit etme tuzağına düşmeden “kayıp anları” sanatta bulup edebi kılmak.