Avrupa Modernitesinde Osmanlı Unsuru, s. 15-19
Bu bölümün başlığı, bazı klasik sorulara cevap arayacağımı düşündürebilir: Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın bir parçası mıydı, değil miydi? Moderniteye Osmanlı zamanında mı yoksa Cumhuriyet döneminde mi geçtik? Avrupa nasıl modernleşti de Osmanlı ve Türkiye geri kaldı? vb. Bir bakıma bu tür sorulara da cevap vermeye çalışıyor olacağım, ama aslında konuya alışılmadık bir açıdan yaklaşarak, yukarıda değinilen klasik soruları da ortadan kaldırabilecek bir çerçeve önermeye çalışacağım. Ancak öncelikle, sosyoloji kuramının temellerinden, yani klasik yazarlardan başlayarak, sözü fazla uzatmadan, modernite, Avrupa ve Osmanlı hakkındaki görüşlerine başvuralım. Burada çok kısa bir şekilde, ilgili kuramların ana unsurlarını özetleyeceğim.
Modernite Kuramı: Klasikler
İlk olarak, Marx’a göre:
– Modernite kapitalizmle başlar, ama onunla bitmez. Günümüzde kapitalizm ile modernite özdeştir, ama bunun bir sonrası da vardır. Modernite, eşitlik ve özgürlük vaatleri yapmıştır, ama kapitalizm bunları ancak yetersiz ölçüde karşılayabilmiştir. Dolayısıyla modernitenin gideceği bir aşama daha vardır: Sınıf mücadelesi yoluyla kurulacak olan tam eşitlik ve özgürlük düzeni, yani sosyalizm.
– Kapitalizm (yani modernite) tarihsel evrimin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır; sosyalizm de aynı şekilde tarihsel evrimin kaçınılmaz sonucu olarak kurulacaktır.
– Toplumsal değişim sınıf mücadelesi ve devrimler yoluyla ilerler. Toplumların altyapısını oluşturan üretici güçler, üretim ilişkileriyle çatışmaya girerler; altyapı üstyapıyı yıkarak dönüştürür. Bunu şimdi üzerinde durduğumuz konu açısından tercüme edersek, kapitalist ekonomik düzen toplumun altyapısıdır; modern devlet ise üstyapı. O halde, modernitenin göstergesi niteliğinde olan iki temel kuruma, yani piyasa ekonomisi ile modern bürokratik devlet arasındaki ilişkiye Marx’ın gözlükleriyle bakarsak, ekonomik yapı neden, siyasal yapı ise sonuç olarak görünür.
– Son olarak, Marx’a göre, tarihin bu doğrusal şekilde ilerleme eğilimi, sadece Batı toplumlarına özgü bir şeydir. Doğu’da ise Asya Tipi Üretim Tarzı diye adlandırılan ve tarihin akışının dışında, durağan bir nitelik taşıyan bir toplum ve devlet yapısı vardır. Osmanlı İmparatorluğu bunun bir parçası, bir örneğidir. Demek ki Marx’a göre, Osmanlı’nın modernite içinde yeri yoktur.
Weber’e bakalım. Ona göre:
– Modernite, yani kapitalist piyasa ekonomisi ile modern siyasal organizasyon, yani merkezi ve bürokratik devlet, rasyonalitenin bir sonucu, bir göstergesidir. Kapitalist ekonomik düzen hesap kitap yapmaya dayanan, rasyonel mantığa uygun bir düzendir. Aynı şekilde modern devlet de bürokratik bir organizasyona, yani yasal-ussal (legal-rasyonel) bir yapıya sahiptir. O halde modern ekonomik yapı ile modern siyasal yapı arasında bir uyum vardır. Marx’ın düşündüğü gibi, birisi altyapı, öbürü onun üstyapısı değildir. İkisi de aynı mantığın paralel ürünleridir.
– Rasyonalite, Batı toplumlarına özgü bir özelliktir. Dolayısıyla modernite Batı’da ortaya çıkmıştır.
– Son olarak, Protestan ahlak ile kapitalizm arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Protestanlık kapitalizmin önünü açmış, rasyonalitenin egemen olmasına olanak sağlamıştır.
Ancak dikkat edilirse, burada kuramsal bir problem vardır. Şöyle ki, eğer Batı hep rasyoneldiyse, modernite neden nispeten daha yakın bir zamanda ortaya çıktı? Neden bu yolun açılması için Protestanlığa ihtiyaç duyuldu? Başka bir deyişle, Weber’in belki de en ünlü tezi olarak tanımlanabilecek bu tez, diğer tespitleriyle bir ölçüde tutarsızdır. (Protestanlık konusunun bizim alternatif analizimiz açısından önemine daha sonra değineceğiz.)
O halde sonuç olarak Marx gibi Weber de açık bir şekilde Osmanlı’nın bütün bu süreçlerin dışında olduğunu söylemiş oluyor; ama bence her ikisi de yanılıyor. Neden yanıldıklarını birazdan göreceğiz. Şimdi Marx ile Weber’i takiben bu konularda yazan çağdaş kuramcıların söylediklerine biraz bakalım.
Çağdaş Kuramcılar
Önce Weberci ekolden, birkaç önemli ve tanıdık isim: Charles Tilly, Anthony Giddens ve Michael Mann. Weberci bu yazarlar, Marx’tan çok farklı bir şekilde, hatta onun kuramını tersine çevirerek, şu tezi ortaya atarlar: Modern devlet diye bildiğimiz siyasal örgütlenme, yani şiddet araçlarının meşru kullanımının tek elde toplanması, karar verme ve yönetim gücünün merkezi bir örgütte odaklanması, belli bir coğrafi birim üzerinde egemenliğin tesisi, aslında kapitalizmin sonucu değil nedenidir. Yani bu yazarlara göre modern devlet kapitalizmin ürünü değildir, onun yaratıcısıdır. Bu yoruma göre önce merkezi devlet kurulmuş, onu destekleyen bir süreç olarak piyasa ekonomisi oluşmuştur. Bu görüşü Marx’ın kelimeleriyle ifade edersek, Marx’ın tezini tam tersine çevirmiş oluruz: Önce altyapı sonra üstyapı değil, önce üstyapı sonra altyapı oluşmuştur.
Bu nasıl olabilir? Nasıl olur da üstyapı altyapıyı belirler? Çünkü bu yazarların gözünde, modern devlet savaş yaparak oluşmuştur. Hatta, özellikle Tilly, modern devleti organize olmuş ve kendini meşrulaştırmış bir “mafya”ya benzetir. Yani, bir mahalle kabadayısının sizi koruma altına alması gibi, devlet kurmaya aday olan silahlı güç sizi koruması altına alırken, bir yandan da sizden itaat ister. Devlet ile toplum arasındaki egemenlik ilişkisi bu yolla oluşur. O halde, devlet denen örgüt, şiddet araçlarının düzenli bir yönetim altına sokulmasından kaynaklanır. Savaş yapmakla devlet kurmak iç içe geçen süreçlerdir.
Peki, bunu doğru kabul edelim, ama bunun kapitalizmle ilişkisi ne olabilir? İşte aynı yazarlar diyorlar ki, eğer durum buysa, savaş yapmak için hem toplumu hem de mali kaynakları bir düzen altına sokmak gerekir. Savaşın muntazam olarak finanse edilmesi, düzenli orduların kurulup onlara maaş verilmesi, iaşe ve barınmalarının sağlanması gerekir. Bunun için de merkezi ve düzenli bir vergi toplama sistemi ve bu parasal vergilerin sürekliliğini sağlayacak bir ekonomik yapının teşvik edilmesi gerekir. Yani para ekonomisine geçilir, çünkü savaşın finansmanı düzenli bir para akışına dayalıdır. Bunu iyi yapabilen toplumlar savaşta da başarılı olacaktır, devlet kurmada da. Dolayısıyla para ekonomisinin teşviki sonucunda kapitalizm ilerler. Sermaye birikimine olanak sağlanır. Devletin kendi çıkarları sonucunda kapitalizm gelişir.
Buradaki analizin Weberci kökenleri kolayca görülebilir. Buna göre, düzenli ve rasyonel bir siyasal yapı, aynı şekilde rasyonel bir ekonomik yapının gelişmesine ihtiyaç duyar ve bunun gelişmesine neden olur, önayak olur. Böylece üstyapı kurulurken, altyapı gelişir.
Buraya kadar çok ilginç bir teori. Peki, Osmanlı? Bu yazarlar, bütün bunlar Avrupa’da oluyor diye anlatırken Osmanlı hakkında ne derler? Hiç. Hiçbir şey. Osmanlı İmparatorluğu bu analizlerde yer almaz, adı bile geçmez. Ya da geçse bile ancak olumsuz ve dışlayıcı atıflarla geçer.
Webercilerden biraz söz etmiş olduk; şimdi bir de Marx’ı takip eden yazarlara bakalım. Yine ünlü bir isim: Perry Anderson. 16. ve 17. yüzyıllarda Batı Avrupa moderniteye geçerken Osmanlı’nın durumu neydi sorusuna, demin adını andığımız yazarlardan farklı olarak, Perry Anderson’ın bir cevabı vardır. Lineages of the Absolutist State (1974, Mutlak Devletin Şeceresi) başlıklı kitabında, aynen şöyle der:
Osmanlı İmparatorluğu, başından sonuna kadar, Avrupa kıtası içinde kendine özgü bir toplumsal varlık olarak bulundu. (s. 361)
Beş yüz yıl boyunca Güneydoğu Avrupa’yı işgal eden Osmanlı İmparatorluğu, kıtanın toplumsal ve siyasal düzenine uyum sağlayamadan orada kamp kurdu. Hıristiyan dünyanın davetsiz bir İslami misafiri olarak, Avrupa kültürüne her zaman büyük ölçüde yabancı kaldı... (s. 397)
Bu tespitler, sadece iki-üç cümleden ibaret olsa da, ardında yatan geniş bir tahayyül ve önyargı dünyasının varlığına işaret eder ve bir dizi önemli kuramsal sorunla yüklüdür. Örneğin bu Marksist düşünür, aynen Papa gibi, Avrupa’yı Hıristiyanlıkla özdeş tutmaktadır. Sonra, Avrupa’nın çeşitli siyasal güçleriyle beş yüz yıl gibi bir süre için gerek ortaklık gerekse çatışma içinde, ama sürekli bir alışveriş içinde bulunan Osmanlı devleti, davetsiz bir misafir, kamp kurmuş bir yabancı olarak tanımlanmaktadır. Kısacası, burada ideolojik bir önyargıdan söz edebiliriz. Bu ideolojik önyargıya Oryantalizm veya Avrupa-merkezcilik diyoruz.