Giriş, Müşterekler: Çatışkılar, Hatlar, İmkânlar, s. 13-18
Müşterekler, Türkiye’de özellikle son zamanlarda sık telaffuz edildiğini duyduğumuz bir kavram. Belki daha da önemlisi, müşterekler adıyla telaffuz edildiğini duymuyor olsak da bu mefhumun fikriyatıyla her gün karşılaşıyoruz: müşterek, yani herkesin olan ve o yüzden hiç kimsenin olmayan; ortak olan, ortak yönetilen ve üzerine ortak karar verilen. Müşterekler en geniş anlamıyla paylaştığımız ortak zenginliktir. Bu zenginlik doğanın bahşettiği (su, hava, ormanlar gibi) varlıkların yanı sıra toplumsal yaratıcılığın ürünlerini (parklar, kentsel altyapı ve internet gibi) de içerir. Dolayısıyla, müşterekler fiziksel varlıklarla sınırlı değildir; dilleri, toplumsal gelenekleri, kültürel birikimi ve kolektif bilgi dağarcığımızı da kapsar. Öte yandan, müşterekler kavramı meta ilişkileri içinde yer almayan bu zenginliğin etrafında örülen ortak üretim, karşılıklılık, işbirliği temelli toplumsal ilişkilere de işaret eder.
Son yıllarda, sadece Türkiye’de değil küresel bağlamda da müşterek/müşterekler kavramlarının adeta her kapıyı açan bir anahtar olarak yeniden keşfedilmesine şahit olduk. Örneğin, Dünya Bankası gibi uluslararası kalkınma kurumları “kaynakların verimli kullanımı” için ormanlar ve meralar gibi müştereklerin topluluk-temelli (community-based) mekanizmalarla yönetilmesi gerekliliğinden dem vuruyor; piyasa mekanizmaları ve ilişkilerinin toplumsalın her alanına yayılmasının aslında kapitalizmin sürdürülebilirliği için zararlı olduğunun (zımni) kabulüyle, sistemi kendinden kurtarmak için elzem olan müştereklere vurgu yapıyor. Müşterekleri bir tür üçüncü yol olarak gören yaklaşımlar ise, toplumsal-ekonomik düzlemin belli alanlarının piyasaya, belli alanlarının ise devlete bırakılması gerektiğini sorunsallaştırmadan kabul ederek piyasa-devlet ikilisinin yetersiz kaldığı veya arzu edilmediği alanların –sanki bu ikisinden azade kalabilirlermiş gibi– bir müşterek olarak topluluklar yönetimine bırakılmasını savunuyor.
Öte yandan, hem Türkiye’de hem de dünyada toplumsal hareketlerin söylemlerini artan bir şekilde müştereklerin savunusu ve/veya (yeniden) kurulması olarak çerçevelediğini görüyoruz. Gerek direnişler gerekse farklı toplumsallık tahayyülleri müştereklere –müşterek olanı savunmak, müşterek olanı geri almak, müşterekler kurmak– atıfla dile geliyor. Şüphesiz bunun en çarpıcı örneğini Türkiye’de Gezi Parkı sürecinde yaşadık. Park’ta cisimleşen yaşam alanı savunusu ve müşterekleştirme pratiğinin öncüllerini ekoloji ve kent mücadelelerinde bir süredir izleyegeldiğimizi söylemek ise herhalde yanlış olmaz.
Ve fakat, müşterek kavramının yükselen cazibesiyle yaygınlaşan kullanımları çoğu kez birbiriyle benzeşmeyen ve hatta çelişen duruşlar içeriyor. Yukarıda birkaç örneğini verdiğimiz bu kullanımlarda müşterekler bazen sadece sömürülecek bir kaynağı, bazen kendi çıkarları için ortaklaşan bir grup insanı, bazen ise kapitalizm dışında dayanışma temelli bir hayatı ifade ediyor. Farklı tarafların dilinde yer bulan bu kavram aslında müştereklerin ne olduğuna dair bambaşka yaklaşımlar ve kavramsallaştırmalara, dolayısıyla bu yaklaşımların toplumsal-fiziksel gerçekliği algılama biçimlerine sıkı sıkıya bağlı. Bu yüzden –ve tam da birçoğumuzun bu kavrama bir tahayyül ve siyasi imkân olarak yüzümüzü döndüğümüz bugünlerde– farklı bahislerin farklı “müşterekler”inde zımni kalan yaklaşım ve algılayışların tartışılması her zamankinden daha elzem.
Trajediden Topluluğa, Çitlemelerden Müşterekleştirmeye:
Müştereklere Farklı Yaklaşımlar
Müştereklere dair yazın ve çözümlemelerin neredeyse istisnasız tümü Garrett Hardin’in (1968) meşum müştereklerin trajedisi çerçevesine atıfta bulunur. Aslında müştereklere dair yerleşik yazının yakın zamana değin bu başat trajedi anlatısıyla şekillendiğini söylemek yanlış olmaz. Bu anlatıya göre, bir kaynağın –ki Hardin’in orijinal eserinde bahsi geçen, sığır otlatan ve yetiştirdikleri sığırlar ne kadar çoksa o kadar gelir elde eden çobanların ortak kullanımına açık bir otlaktır– bir grup birey tarafından ortaklaşa kullanılması kaçınılmaz olarak kaynağın aşırı kullanım nedeniyle tükenmesine yol açar. Zira her birey kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmeye, kaynağa ve grubun geneline getireceği maliyetleri gözardı ederek kaynak kullanımını artırmaya güdülenmiştir. Diğer bir deyişle, tükenebilir bir kaynağın ortak kullanımı söz konusu olduğunda bireyler toplam kullanımın kısıtlanması ve kaynağın korunması için üzerlerine düşeni yapmaktansa, bunu kendi dışındakilerin yapmasını bekler ve kendi kullanımı kısmaz. Her bir bireyin böyle davranması ise kaçınılmaz sonu –yani trajediyi– getirir. Sonu önlenemez bir yıkım olan bir süreçte sıkışıp kalan bireyler imgesinin karşılığında Hardin ancak ve ancak iki çözüm olabileceğini iddia eder: Devletleştirme/merkezileştirme veya özelleştirme. Müştereklerin trajedisinin engellenebilmesi için ya meseleye devlet (veya benzeri bir merkezi otorite) el koymalı ve söz konusu kaynaktan kimin ne kadar faydalanacağına dair kurallar koyup bu kuralların işleyişini kontrol etmelidir; ya da ortak kullanım yerine iyi tanımlanmış bir özel mülkiyet rejimi tesis edilmelidir.
Hardin’in iki siyasa önerisinin de salt teorik anlamda barındırdıkları sorunlar bir tarafa (örneğin, merkezi bir yapı mevcut kaynak ve kullanımı hakkında ne derece sağlıklı bilgiye sahip olabilir? Bu yapının kullanım kurallarına riayeti denetleme kapasitesi yeterli midir? Özel mülkiyet sistemini kim temin ve tesis edecektir? Özel mülkiyet hakları kaynağın sürdürülebilirliğini garanti eder mi?), bu anlatının özellikle ampirik geçerliliği birçokları tarafından sorgulandı ve eleştirildi. Müşterekler üzerine çalışmalarıyla ekonomi alanında Nobel alan (ancak siyaset bilimcisi olan) Elinor Ostrom başta olmak üzere, Fikret Berkes, Arun Agrawal vb. isimlerin araştırmaları da özellikle bu noktaya işaret etmekteydi. Bu araştırmacılar, toplulukların müşterek varlıkların kullanımlarına dair birtakım kurallar ve kontrol mekanizmaları tesis edebildiği ve aşırı kullanım trajedisini engelleyebildiği durumların aslında hiç de yabana atılmayacak kadar yaygın olduğunu gösterdiler. Bu çalışmaların vurguladığı nokta, aşırı kullanımın uzun vadede bireysel çıkarlara zarar verecek olması, bu durumun bireyler tarafından ayırdına varılabilmesi, müşterek varlıklara dair yerel bilginin kullanılarak etkin ve isabetli kurallar tasarlanabilmesi, topluluk-içi ilişkilerin yardımıyla bireylerin birbirlerinin kullanımlarını gözlemleyebilmesi ve kurala uyulmadığı durumlarda kendi aralarında cezai yaptırımları etkin bir şekilde uygulayabilmesi gibi etmenlerin bu tür “başarı” örneklerinin ortaya çıkmasındaki önemiydi.
Bu hattı takip eden çalışmalar (Sosyal-Ekolojik Sistemler Çerçevesi/Social-Ecological Systems Framework) şüphesiz müştereklere dair yerleşik fikriyatın sınırlarını zorladıkları ve genişlettikleri için oldukça kıymetli. Ostrom’un 2009 yılında aldığı Nobel ödülü ise hem akademik çalışma hem de politika önerisi geliştirme anlamında tüm dünyada bu çerçevenin kazandığı önemin sadece bir göstergesi. Bu noktada belki de en dikkate değer olan husus, Hardin’in –ve ana-akım iktisatçıların çoğunluğu gibi– kurguladığı salt ekonomik saiklerle hareket eden bireyin yerine toplumsal norm ve kuralların bağlayıcılığını tanıyan ekonomik birey kurgusunu koyuyor olması. Diğer bir deyişle, bireylerin dar anlamda ekonomik motivasyonları dışında kalan değer, endişe, saik ve tercihlerle (karşılıklılık, adalet, güven vb.) davranabilen sosyal varlıklar olduğunun, bu açıdan karşılıklı güven, aidiyet, işbirliği, yardımlaşma gibi etmenlerin müştereklere dair tartışmaların kilit parçası olması gerektiğinin kabul ve tescili, Hardin’in trajedisinin zeitgeist haline geldiği düşünülünce, aslında büyük bir adım. Ancak, yine de Ostromcu çerçeve içerisinde bireylerin toplamının ötesinde bir toplumsallıktan veya toplulukların müşterek varlıklarla fayda sağlanacak bir kaynak olmaklığın dışında kurabilecekleri ilişkilerden bahsetmek çok da mümkün değil. Öte yandan, bu yaklaşım müştereklerin içerisinde konumlandığı ekonomi-politik yapıları ve dolayısıyla sermaye süreçleri ve iktidar ilişkilerinin müşterekleri nasıl şekillendirdiğini ya görmezden geliyor, ya da bu konuları steril bir çözümlemenin nesnesi yapıyor.
Tam da bu noktada, müştereklere dair daha eski ve köklü bir yazına dönmekte fayda var: Marx ve ilk birikim (primitive accummulation). [1] Marx, Kapital’in birinci cildinin son bölümünde üretim süreci içerisinde artı değere el konması yoluyla sermaye birikimini mümkün kılan koşulların, yani bu süreci/döngüyü başlatacak sermayenin ve ücretli işçilerin kökeninin, nerede olduğu sorusuna yönelir. Bu bağlamda İngiltere örneğine odaklanarak kapitalist üretim dışında sermaye birikimini sağlayan ve tarihsel olarak kapitalist birikimi önceleyen çitleme pratiklerine (enclosures) odaklanır (ki burada gerçekten de kelimenin düz anlamıyla, çitleme yoluyla çevreleme pratiği söz konusudur). 17. yüzyıl İngilteresinde önce toprak sahiplerinin tekil eylemleriyle başlayıp sonra İngiliz Parlamentosu’nun çıkardığı Çitleme Kanunları ile kurumsallaşan kanallarla, ortak kullanılan otlaklar, ormanlar ve tarım arazileri gibi müşterekler çitlenir, özel mülkiyet altına alınır ve ortak kullanıma kapatılır. Çitlemeler yoluyla hem müşterek varlıkların sermayeye dönüştürülmesi hem de üreticilerin üretim (ve kendilerini idame ettirme) araçlarından kopartılarak proleterleştirilmesi, yani kapitalizmin iki önkoşulu, mümkün olur; kapitalizmin kökenlerinde el koyma, talan, çitleme ve şiddet içeren bu ilk birikim süreçleri yatar.
Aslında Marx ilk birikim ve müştereklerin çitlemesine açıktan bir zamansallık (kapitalizm öncesi) atfetmemiş olsa da, Marksist gelenekte bu kavramlar uzun süre boyunca kapitalizmle henüz tanışmamış mekânlar ve/veya kapitalizme geçiş öncesi dönemlere özgüymüşçesine kullanıldı. Bu anlamda en temel açılımı ise Marksist coğrafyacı David Harvey “mülksüzleştirme yoluyla birikim (accummulation by dispossession)” kavramıyla yaptı. Harvey’ye (2004) göre müştereklerin çitlenmesi belli bir dönem veya coğrafi bölgeyle sınırlı olmaktansa, sermaye birikiminin tıkandığı ve kapitalizmin krize girdiği dönemlerde –Kapitalist Batı da dahil olmak üzere– başvurulan bir birikim yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda Harvey’nin bahsettiği süreçler arasında toprağın metalaştırılması, özelleştirilmesi ve çiftçi nüfusun zorla topraktan edilmesi; müşterekler üzerindeki hakların bastırılması; emek gücünün metalaşması ve alternatif üretim-tüketim formlarının yok edilmesi; kamu mallarının özelleştirilmesi; fikri mülkiyet haklarıyla bio-genetik malzemenin lisanslanması; doğanın ve kültürün metalaştırılması –ezcümle, çeşitli toplumsal kullanım ilişkilerinin ve/veya mülkiyet hakkı tiplerinin (ortak, kolektif, kamu vb.) özel mülkiyete dönüştürülmesi– bulunuyor.
Notlar
[1] Primitive accumulation kavramının karşılığı Türkçede özellikle son yıllarda tartışma konusu olmuştur. Biz bu kitapta bu kavramı “ilk birikim” olarak karşılamayı uygun buluyoruz. Bu kullanım dışında, “ilksel/ilkel birikim” de yaygın olarak kullanılmaktadır. Metne dön.