Ağustos 22, 1985, s. 9-11
“Ben ne güzel işerim sabah güneşe karşı / Ardımda medreseler önümde uzun çarşı / Ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam / ... / Turgut Uyar söylemiş ben saza uyarladım / Belki Turgut çok kızar sözleri yuvarladım / Ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam / Ağustos yirmi iki dediler ustan ölmüş / Çok gülünçsün azrail Turgut Uyar ölür mü / Ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam.” (Ferhan Şensoy, Ferhangi Şeyler)
Yücel Göktürk- Birçok şair için, âdet olduğu üzere, “yaşıyor” denebilir elbette. Ama 2011 itibariyle, Turgut Uyar üzerine Bahisleri Yükseltmek gibi oylumlu bir kitap yazılmasına, bir rock grubunun onun bir şiirini, “Büyük Ev Ablukada”yı kendisine isim yapmasına, bizim Bir+Bir’in manifestosunda onu referans almamıza, birçok internet sitesinde, sözlükte şiirlerinin alıntılanmasına, konu edilmesine bakılırsa, Turgut Uyar’ın yaşaması bir yana, güncel olduğu söylenebilir pekâlâ. Bu güncelliği neye borçluyuz? Kendisinin de dediği gibi, şiirinin nesrin kıyısında dolaşmasına mı, Tanpınar’ın şiirimizde -kendi şiiri de dahil- bir zafiyet olarak gördüğü “müzisizm”den uzak durmasına mı? Uyar şu saptamayı yapıyor: “Vakti geldiğinde ölemeyen şiir kendi zamanında da yaşamamış demektir.” Siz bunu kitabınızda “daha düz bir önerme”ye dönüştürüyorsunuz: “Ölümünden sonra hiç değilse bir süre daha yaşamaya devam etmesi de kendisinden sonra sorulmuş birtakım sorularla boğuşma yeteneğine bağlıdır.” Uyar’ın kendisinden sonra sorulmuş sorularla başa çıktığı söylenebilir herhalde...
Orhan Koçak- Artık başka bir tarihin içinden gelen, başka yaşanmışlıkların, düşünülmüşlüklerin içinden gelen sorulara da karşılık vermesi, yani diyelim ki bir mamutun hayaletinin fillerle söyleşmesi, fillerin bağrışmalarına karşılık vermesi gibi bir şey o... Turgut’un hâlâ bizi uğraştırmaya devam etmesi, eğer sahiden uğraştırıyorsa tabii, söylediğiniz etkenlere bağlı olabilir: şiirini dar anlamda şiirin, sanatın, estetiğin dış çeperlerinde bir yerde araştırmış olması, hayat ile şiir arasındaki “arayüz”ün ön ve arka yüzlerinde dolaşmış olması. Belki şu da vurgulanabilir: Bir ahlaki araştırmaya girişmişti, başlangıçta kendisi de pek farkında olmadan. Sorunlar çetrefilleşip çatallandıkça, birkaç ayrı ahlaki hat üzerinde yürümeyi öğrendi; dar anlamıyla ironiyle yetinmeyip bu hatların her birinden ötekilere sorular sordu. Kaçak ve alaycı sorular da değildi bunlar, canhıraş sorulardı, her zaman cevap alamayacağını bilse de. Bu zihinsel/ahlaki “polyvalence”, onda bir dilsel “polysemi”ye yol açıyordu. Son döneminde olduğu gibi en “kuru” -beyaz şarabın “dry” olması anlamında kuru, meyve kokularının geri planda kaldığı bir tat- şiirlerinde bile, hatta en çok oralarda, bu çok-hatlılık belirgindir. Kendinden sonraki bir zamana, sürekli bir “sonrazamana” da seslenen sorular var onda.
Mesela?
Mesela, “Ölmezsem, öldürmezsem / Kim benim farkıma varır?” cümlesi belki asıl siyasal, güncel anlamını 1984’ten itibaren kazandı, ama PKK’nin mücadelesini aşan -hatta şair Turgut’un kendi tanınma mücadelesini de aşan- rezonansları da var bu lafın: Herhangi bir zaman, Habermas gibi liberal demokrat filozofların veya Badiou gibi sıkı komünistlerin hâlâ hayal edebildiği bir saydam, suçluluksuz konuşma zemini oluşabilecek mi? Tanınma mücadelesi -her şekliyle- sürekli kendi karanlıklarını, kendi engel ve tıkanmalarını oluşturmaksızın ereğine ulaşabilecek mi? Bu soru Turgut’un belki asıl projesine de bağlanır: Kendi kendini “icat etme” çabası, imal edilmiş yeni yalanların ötesinde bir yere varabilir mi? Bu soru, geçmişin “kurtuluş” mücadelelerinde, devlet kurma veya bağımsızlık mücadelelerinde kilitlenmiş bir halde duruyordu. Bugününkilerde de yine bastırılmış bir halde duruyor. Ve zihinsizlik ve haysiyetsizlik üretiyor boyuna. Ne yazık ki “sınıf” kavramına müracaat da fazla bir şey getirmeyebilir bu noktada.
Turgut Uyar üzerine bir kitap yazmaya sizi götüren neydi?
Hâlâ sağda solda dolaşırken yarı-sesli mırıldanmadan edemediğim cümleleri, dizeleri, ritimleri var. Beni Uyar üzerine kitap yazmaya götüren bir basınç, içerden gelen bir basınç.
Uyar’a, sizin deyişinizle “yakalanmanız” nasıl oldu?
Başkalarına da sorun, mesela İzzet Yasar’a. Şöyle diyebilecektir: Ece Ayhan’ın, Melih Cevdet Anday’ın, Cemal Süreya’nın, hatta Necatigil’in şiiri gibi hemen yakalayan ve kesen bir şiir değildir Turgut’unki, ama bir zaman geçtikten sonra bakarsınız ki, çok önce yakalanmışsınız.
Sizin “çok önce yakalandığınızı” fark etmeniz nasıl, ne zaman oldu?
Çoktan yakalanmış olduğunu sonradan fark etmek şöyle oluyor, en azından bende: Sıkıntılı bir saatte, 1979, 80, 81, 82’de, bir cümle gelip seni buluyor. İçerden mi, dışardan mı, tam belli değil. Kimden, o da tam belli değil, ama sefil durumuna şöyle ya da böyle bir açıklık getiriyor, en azından bir gramer kazandırıyor, çıkış kapısı göstermese de.