Banu Yıldıran Genç, "Tanıdık yaşamlar, tanıdık hikâyeler...", Agos Kitap/Kirk, 1 Ekim 2016
"Dışarıdan çok çekici, neşeli, sıcakkanlı, espritüel ve kendine güvenli gözüken narsist erkek, içinde yetersiz, değersiz, sevilmeye layık olmadığını düşünen çaresiz bir küçük çocuk yaşatır. Kendini yere göğe koyamaz, her şeyi başaracağını düşünür, her şeye hakkı vardır, başkaları onun için vardır sanki ve onun bütün isteklerini yerine getirmek zorundadır. Onlarla işi bittiğinde dönüp yüzlerine bakmaz. Empati yeteneği yoktur. Zeki narsist erkek bütün bunları göstermemeyi başarır. Hatta mütevazi bir erkek izlenimi bile verebilir. Narsist gözükmenin pek hoş olmadığını bilir çünkü. Empati gösterir gibi yapar, dinler gibi yapar, anlayış gösterir gibi yapar. Hatta sever gibi yapar. Terk edilmeye katlanamaz. Kendi terk etmek ister. Ya da herkesi kendine bağımlı kılmaya çalışır." Psikiyatrist Alper Hasanoğlu narsistik kişilik bozukluğunu özellikle erkekler üzerinden böyle tanımlıyordu bir yazısında, genellikle erkeklerde görüldüğünü de ekleyerek. Bu hastalığın tam tanımı 1980'lere dayanıyor ama Elizabeth Harrower 1966'da yayımlanan ve geçen ay çıkan romanı Gözetleme Kulesi'nde müthiş bir narsist erkek portresi çizmiş. Edebiyatın hayatın önüne geçtiği durumlardan biriyle daha karşı karşıyayız.
'Küçük Prenses' masalı
İyi bir özel okulda öğrenim gören Laura ve Clare'in babalarının ölümüyle başlar roman. Babalarının ani ölümü, hiç birikim yapmaması, okuldakilerin değişen tavırları yer yer ‘Küçük Prenses’ masalını anımsatıyor. Buradaki en önemli fark kızların annelerinin hayatta olması, yıllarca yatılı okumuş çocuklarını tanımayan, pek de ilgilenmeyen Stella Vaizey roman ilerledikçe yaşamasaydı da pek bir şey değişmeyeceğini gösteriyor okura. Bir doktor ya da opera sanatçısı olmayı hayal eden başarılı Laura bir sekreterlik okuluna, ortaokul yaşındaki Clare ise mahalle okuluna giderek ve evin bütün işlerini yüklenirler. Laura'nın çalışmaya başlamasıyla bu destek maddi boyuta taşınır ve kızlar bir anda koca bir evi çekip çevirmeye başlarlar.
Annelerinin ilgisizliği ve bencilliğinin ilk bölümlerde sıkça vurgulanması kızların içine düştükleri kimsesizlik ve çaresizlik duygusunu perçinliyor. İki kardeş aslında Avrupa'da ya da Amerika'da yaşıyor olsalar başlarının çaresine bakabilecek denli güçlülerdir ama Avustralya'nın taşra kasabası gibi olması, ansızın çıkan 2. Dünya Savaşı ve getirdiği kriz bu çaresizliği günbegün artırır.
Clare ablasına göre daha özgür ruhlu olsa da onun koruması altındadır ve onları terk edip Avrupa'ya gitmeye karar veren annelerinden sonra sığınacak birisine ihtiyaç duyacak kadar küçüktür. Laura'nın iyi eğitimi sebebiyle etrafındaki işçi kızlardan “farklı” olduğunu kısa sürede anlaması iyice içine kapanmasına yol açacak, kazanan ve evi geçindiren kendisi olsa da annesinin başlarında olmasını bir lütuf gibi görecektir. İşte bu şartlar altında hayatına giren ilk erkeğin, kendinden yaşça büyük patronu Felix Shaw'ın evlenme teklifini kabul etmek ona yapılması gerekenmiş gibi görünecektir. Clare küçük yaşına rağmen ablasının hakkında hiçbir şey bilmediği, hiçbir şey hissetmediği bir adamla evlenme kararını sorgular. Felix'in evlenince oturmak üzere aldığı beyaz müstakil ev, ki ev imgesi roman boyunca tekrarlanır, Laura'yı kazanmak için en büyük kozudur.
İyi kalpli, hediyeler alan, durmadan iş kurup büyütüp sonra onu başkalarına neredeyse hibe eden Felix Shaw yazının başındaki teşhisin konacağı ilk insanlardandır. Elizabeth Harrower önce Laura'nın duygularına ağırlık verirken onun gün geçtikçe geçerliliğini kaybeden yargılarının, sindirilmiş kişiliğinin örneklendiği olaylarla ağırlığı yavaşça o evde büyüyüp bir genç kız olan Clare'e kaydırır. Clare yaşananların hem kurbanı hem de tanığıdır. Önceleri bu psikolojik şiddetten korkar, ablasını korumak adına kendisini ezdirirken sonraları harekete geçmek gerektiğini anlar. Asıl kurban Laura için ise durum farklıdır.
Harrower’in sırrı
Beraber yaşadığı kadınları deli gibi çalıştıran, haklarını vermediği gibi durmaksızın aşağılayan, özellikle Laura'nın kişiliğini, romanın başındakini gücünü, özgüvenini, hayallerini yıkıp geçen, istemediği bir şeyi yaparsa o en değerli imgeyi, “ev”i satıveren, kimseyle arkadaş olamayan, sonradan ortaya çıkan alkol sorunuyla psikolojik şiddeti fiziksel şiddete doğru ilerleten bir roman kahramanından yaratmış Elizabeth Harrower. Ve öylesine ‘gerçek’ki bu kahraman, çoğu zaman yazarın gerçekten gözlemlemese bu karakteri yaratamayacağını düşündüm.
Elizabeth Harrower insan psikolojisini eşsiz bir gözlemle anlatıyor. Romanın kurgusunun başarısı, arka plandaki savaş, ekonomik kriz ve kültür çatışmasıyla kendini iyice belli ediyor. Metis Yayınları bizi yine iyi edebiyatla ve romanın başında bahsedilen dayının sonradan amca olması dışında oldukça düzgün bir çeviriyle buluşturuyor.