Ali Bulunmaz, "Kavramlar da yaşama dâhil", K24
Felsefenin kimi insanlarda yer etmiş kötü şöhretinin kaynağını bulmak hiç de zor değil. Sokrates öncesi dönemden başlayarak felsefenin, bazı bazı “etliye sütlüye bulaşmadan ahkâm kesenler cemiyeti” diye nitelenmesinin o kötü şöhrette payı büyük. Bunu ortaya atanların argümanını haklı çıkaracak “düşünürler” elbette oldu. Ancak o ifadeyi geçersiz kılan, gerçek felsefecilerin hakikaten ahkâm kesmesi. Yani bilgi ve ileri görüşlülükle hareket edip hem geçmişi hem gününü yorumlaması hem de geleceğe dair tahminler yürütmesi ve nihayet zamanını yönlendirmesi. Bir bakıma yaşadığı döneme tanıklık etmesi. Buna, felsefenin ve felsefecilerin harekete geçtiği, birtakım kıpırdanışların bayrağını taşıdığı dönem de diyebiliriz. Tarihte böyle zaman dilimleri felsefe adına vardı elbette ama özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında, söz konusu dalgalanma daha gözle görülür hale geldi. Bunun lokomotifliğini de 1960’lardan başlayarak Fransız felsefesinin yaptığı kabul ediliyor. Alain Badiou’nun hazırladığı Fransız Felsefesinin Macerası kitabına 1960’lardan Günümüze alt başlığını koyması böyle açıklanabilir.
Birbirinden ayrılmayan edebiyat ve felsefe
Badiou, kitabında kendisi gibi babalara yer verirken kimilerinin gönül koymasını engellemek için “dikkat çekici bazı ‘gençler’ hakkında da yazacağım, felsefede olgunluğa geç ulaşılır” diyor. Yazarın, Fransız Felsefesinin Macerası’na konuk ettikleri, öyle yabana atılır isimler değil: Louis Althusser, Jean-Paul Sartre, Gilles Deleuze, Jacques Lacan, Michel Foucault, Jacques Ranciére, Jacques Derrida, Paul Ricœur, Georges Canguilhem.
Badiou, “Fransız felsefesi” diyerek felsefenin evrenselliğine bir gölge mi düşürüyor ya da şoven bir işe mi girişiyor? Hayır. Bunu vurgulamasının nedeni, ele aldığı dönemin yaratıcılığı ve evrenselliği kadar, tekil bir felsefi an olmasıyla ilgili. O ân’ı belirleyense bilimle ve sanatla dirsek temasında bulunan düşünürlerin varlığı. Örneğin Althusser ve Lacan’la bilim, Derrida’yla sanat tarafı ağır basan bir dönem bu.
Yaşam ve kavram ayrımı yapılabileceği gibi kavramların, yaşam içinde eritildiği bir dönemden de bahsediyor Badiou. Bir başka deyişle “kavram ile var oluş arasındaki ilişkinin” ele alınış biçimi, 1960’tan sonraki Fransız felsefesine yön veriyor. Tabii burada, sanat da siyaset de kendisini gösteriyor. 1980’lere gelindiğinde ise Badiou’nun adını andığı gibi felsefeyi modernleştirme çabasına girişen Fransız düşünürlerle karşılaşıyoruz. Dünyadaki gelişmeleri izleyen ve bunları yorumlamak üzere yeni kavramlar türetip hayata katılan isimler bunlar. Badiou’ya göre o dönemde “figüratif olmayan resme, yeni müziğe, tiyatroya, polisiye romana, caza, sinemaya yönelik güçlü bir felsefi ilgi ortaya çıkar.”
1980’den sonra cinsellik de felsefi ilgiden payını alırken 1960’lardan beri süregelen edebiyatla felsefe arasındaki bağ daha da güçlenir. Hatta Badiou buna “Fransız felsefesinin amaçlarından biri edebiyat ile felsefenin birbirinden ayırt edilemez olacağı yeni bir yazı mahalli yaratılması” der; yani felsefeyle edebiyat birbirine yapışır, kavramla yaşam iç içe geçer. Camus’nün “filozof olmak istiyorsan romanlar yaz” sözü ete kemiğe bürünür. Böylece özne, dilde yaratılır. Lacan’la birlikte psikanaliz, edebiyat ve felsefe ortaklığına doğru yaklaştırılır. Ama aynı zamanda psikanalizle felsefe arasında önü alınamaz bir tartışma da başlar. Bu itişmeye Sartre, Deleuze, Foucault, Althusser ve elbette Lacan karışır; özne, bu tartışmanın yine merkezine yerleş(tiril)ir. Badiou, var olan bu tartışmanın hem ortaklıktan hem de rekabetten kaynaklandığını belirtir. Kavgalar, birliktelikler ya da ayrımlar, yaratılan veya çöpe atılan kavramlar, Badiou’ya göre Fransız felsefesinin, pek çok açmaza el atarak çıkış yolları göstermesiyle evrenselliğe katkı sunduğunun işareti.
"İmanı arayan zihnin" eleştirisi
Badiou, 1960’lardan 1980’lerin sonlarına, hatta 1990’ların ortalarına kadar, başta Avrupa felsefesine şekil vermiş babaları anlatırken aynı zamanda onların kendisindeki karşılığına ve felsefi söylemlerine de değiniyor. Sartre’ın varoluşçuluğuna yaklaşması ve ondan kopuşu bunlardan biri. Çünkü Badiou, geçmişte büyük ilgi uyandıran ama bugün herhangi biçimde bir yere oturtmakta zorlandığı Sartre’ın varlık görüşünü kıyasıya eleştiriyor. Ancak hakkını da teslim ediyor ve geri adım atmadan fikirlerini savunmasını takdirle karşılıyor: “Sartre, şimdiden neredeyse yarım asır olmakla beraber [hakikatin karanlığının], karanlık olduğunu bildiği – ve kim ne derse desin bakî kalacak- bu karanlığın nâdir kâşiflerinden biriydi.”
Yaptığı Hafıza, Tarih ve Unutuş okuması yüzünden Ricœur’ün, Badiou’yu affetmemesi ise felsefi kavgalara ve küskünlüklere bir örnek. Badiou, Ricœur’ü “anlamaya çalışan iman”dan, “imanı arayan zihin”e doğru yaptığı yolculuk nedeniyle eleştirir; tarihi hafızadan ayırmak zorunda kalışı yüzünden kaygıyla izler.
Kitapta dikkatimizi çeken şey, Badiou’nun babaları eleştirisi. Evet, onların bir şekilde felsefeye ve hayata kattıklarını es geçmiyor ama kendisinde bıraktığı izleri gündeme getiriyor. Mesela özne kuramı bulunup bulunmadığını tartıştığı Canguilhem yüzünden tezini savunamaması ve Badiou’ya yazdığı kaba mektupların varlığı ilginç. Aslında ele aldığı tüm isimlerin, özneyi nasıl algıladığıyla ilgileniyor yazar. Bir bakıma Fransız felsefesinin 1960 sonrası özne yaklaşımı da diyebiliriz buna. Badiou’nun, “öznesiz öznel olanı düşünme” çabasından dolayı ve siyaset-felsefe birlikteliğinde açtığı çığır nedeniyle Althusser’e saygı duyması da bir kenara not edilmeli. Foucault’ya ise filozoftan ziyade felsefi antropolog ya da düşünce tarihçisi diyecek oluyor, sonra da “Foucault ne filozof ne tarihçi ne de ikisinin kırması” gibi bir belirleme ortaya koyuyor.
Deleuze’ün söylemini “Leibniz’den sonra doğru ve yanlış yoktur; olanaklı olandan olanaklı olana gidiş vardır” biçiminde özetleyen Badiou, onun uzanım, diyalektik ve Descartes karşıtı Kıvrım’ına atıf yapar. Badiou’ya göre bu, onun “aldatıcı sevecenliğini” ortaya koyar ve yaratıcı süreklinin karşısına kurucu kopuşu yerleştirmesi, Deleuze’ün bir yerde hakikatle yaşamı ayırıp karşılaştırdığını gösterir.
Hayatın dışında ve tam ortasında
Felsefenin kimlik, var oluş ve yersizlik-yurtsuzluk gibi konuları bir arada ele alması da 1960’lardan sonra Fransız geleneğinde gerçekleşir. Badiou’nun bu bağlamda andığı isim de Derrida. Varlık, var olan, var oluş ve var olmayana dair yaptığı ayrımlardan hareketle yapıbozum üstadı Derrida’ya felsefi bir saygı duruşunda bulunur Badiou.
Ranciére’in Badiou’yla arasında kimi zaman sertleşen tatlı atışmaları da kitapta su yüzüne çıkıyor. Her ikisi de birbirine sıkı eleştiriler yöneltiyor. Badiou, hakkında hep iyi şeyler söylemeye özen gösterdiği ve uzun zamandır örgütlü siyasetle uğraşmayan Ranciére’in üslubunu üçe ayırarak özetliyor: Bildirici, argüman süreksizliği olmayan ve örnekler etrafında kavramsal bağlantı arayışı barındıran söylem... Badiou, Ranciére’in bu üslupla geliştirdiği tarih söylemini ise şöyle eleştiriyor: “Birbirine benzemeyen dünyalarda oluş halinde bulunan idealar, şu veya bu tarih sekansında görünürde uğradıkları başarısızlıkların koşullarını belirleyen şeyle değil, evrensel dayatmalarının, öngörülemez yeni dünyaları katederken, bir noktadan diğerine, oluşuyla yargılanmalıdır.”
Badiou’ya anlaşmazlıkları bir tarafa, kitapta yer alan isimlerin teori üretmekle kalmadığı, pratiğe de katkı sunduğu gözden uzak tutulmamalı. Belki de bu nedenle peşlerinden yalnızca öğrencileri değil, her yaştan ve her sosyal statüden pek çok insan gitti, gitmeyi de sürdürüyor. Bir başka deyişle Badiou’nun andığı isimler, 1960’tan sonraki dönemde yaşama kattıklarıyla da birer fenomen. Siyaset, felsefe, bilim ve kültür gibi alanlar arasında bağlantılar kurmalarının yanında önemli geçişler sağlamalarıyla da öne çıkıyorlar. Kullanıp yarattıkları kavramlarla hayatın dışına taştıkları gibi tam ortasına da düşüyorlar. Badiou’nun, olayı çoğunlukla kavram ve yaşam bağlamında değerlendirmesi de böylece anlaşılıyor.