  | | İlyas Tunç: "Acının efsanesi, kutsallığı olmaz" Tuğçe Çelik, Birgün, 20 Şubat 2025 Çevirmen ve yazar İlyas Tunç’un Metis Yayınları’ndan çıkan Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman başlıklı kitabı, 20. yüzyılda dünyanın dört bir yanında siyasi, etnik ya da dinsel nedenlerle yapılan kırım ve katliamları ele alıyor. Kitap, yüzyılın henüz başında Kongo’da yerlilerin öldürülmesiyle başlayıp hemen her yıla birkaç katliamın sığdırıldığı vahşi örneklerle devam ediyor. Kitabı, “Acının efsanesi olmaz, kutsallığı da. Tarihe özgü kavramlardır bunlar. Efsaneleştirilmiş ya da kutsallaştırılmış bir tarihi ise sorgulamak gerekir. Böyle bir sorgulama acılarımızı hatırlamakla mümkündür. Din, dil, ırk, millet gibi, tarihsel düzleme çekilmiş etnik kavramların ötesinde bir duygudur çünkü acı” sözleriyle özetleyen Tunç ile Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman üzerine konuştuk.Kitap nasıl bir ihtiyacın sonucunda ortaya çıktı?Yıllar önce ‘İtaatsiz Portreler’ adlı bir kitap kaleme almıştım; üyesi oldukları toplumu özgürleştirmeye ya da geliştirmeye çalışan sivil itaatsizler, vicdani retçiler, sömürgecilik karşıtı liderler, çevreciler, vb insanların yaşam öykülerini anlattığım bir kitap. Verdikleri mücadeleler sırasında hem kendilerinin hem toplumlarının uğradıkları saldırılar, kıyımlar, sürüklendikleri savaşlar, çektikleri acılar, bilinçaltımda derin bir zemin bulmuş olmalı. Konuyu tarihsel boyuttan, romanlar hariç, edebi boyuta taşıyan anlatı ya da deneme çerçevesinde kapsamlı bir çalışma yoktu. İhtiyaç, yokluğun olduğu yerde ortaya çıkarmış. Bu noktada, kitabın, doğruların çokluğu; yani ‘o katliamı o yapmış, hayır o değil, öteki yapmış, tarihi belgeler şöyle, benimki de böyle’ gibi polemikler karşısında sadece gerçekliğin tekliğini, söz konusu katliamın verdiği acıyı, önyargısız biçimde yansıttığını belirtmeliyim. Kitaptaki metinlerin çizdiği tablo, 20. yüzyılın trajik bir özeti. Özetlenen trajedide bizim de payımız olduğunu yadsıyamayız. Suçluluk duymamıza yol açan bu durumdan kurtulmanın çaresini ise, belki de kendimizi güvende hissetme dürtümüz nedeniyle, kabullenmek zorunda kaldığımız iktidar söylemlerine sarılmakta buluruz. Kahramanlık hikâyeleriyle süslü iktidar söylemlerine değil, bireysel vicdana sarılma ihtiyacının daha öncelikli bir ihtiyaç olduğunu bilmek, insanın insanla ya da insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlayabilir. Eserdeki metinlerde yerli halklar topraklarını emperyalistlere karşı savunurken bir yandan da konsensüs oluşturma çabası içerisindeler. Beyaz adamın ‘uygarlık’ getirme iddiası ve dolayısıyla yaptığı katliamları nasıl yorumlarsınız?Uygarlık kavramı, bilime, teknolojiye, sanata ilişkin bazı kriterler çerçevesinde düşünülse de, göreceli bir kavram. Barbarlık karşıtlığı olarak, uygarlığın en ayırt edici özelliğinin öldürmemek olduğuna inananlardanım. Bu anlamda, barbarlığın bulaşmadığı uygar toplumlar yok, diyebiliriz; tıpkı uygarlığın bulaşmadığı barbar toplumlar yok, diyebileceğimiz gibi. Beyaz adamın uygarlık getirme iddiasına gelince, söylem, özellikle Afrika ve Amerika kıtalarındaki yerli halklara ilişkin olsa da bununla sınırlı değil. Siyah ya da beyaz, sınıfsal bağlamda sınır tanımıyor uygarlık getirme iddiaları. Ancak, sınıfsal çelişkileri etnik unsurlarla gizleyen kim derseniz, onun, beyaz adam olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yüzyılın başında Kongo’da yaşananları biliyoruz; Ruanda’da, Güney Afrika’da, Nijerya’da, Sudan’da, Çad’da, Cezayir’de Angola’da ve daha birçok Afrika ülkesinde yaşananları da... Sınıfsal çelişkileri etnik unsurlarla gizlemenin mümkün olmadığı işçi katliamlarına ne demeli? Büyük Buhran öncesinde ya da sonrasında yaşanan işçi katliamlarından örnekler mi istersiniz; hem de uygar uluslardan biri olan İsveç’te, hem de İtalya’da, muz cumhuriyeti Kolombiya’da, katliamların baş aktörü CIA’nın ülkesi Amerika Birleşik Devletleri’nde, Şili’de, Rusya’da, Çin’de... Sömürge ülkelerin konsensüs oluşturma çabaları ise, topraklarını makineli tüfeklere karşı mızraklarla savunmalarının sonucu. Öyle ki sömürgeci ülkenin terk ettiği toprakları bu kez ya başka bir sömürgeci ülke işgal ediyor ya da söz konusu ülke bir iç savaşın ortasında kalıyor. Katliamların en vahşice yapıldığı ortamlar, bu iç savaş ortamları. Vahşetin en kitlesel boyutu ise, uçaklardan atılan bombalar, zehirli gazlar vasıtasıyla gerçekleşiyor. İşte Hiroşima, işte Halepçe, işte Mato Grasso! Brezilya’nın Mato Grasso eyaletinde gerçekleştirilen katliamda, topraklarını terk etmeyen yerlileri köy meydanında toplamak amacıyla kiraladığı uçaktan önce şeker atıyor bir madencilik şirketinin patronu. Sonra mı? Sonra dinamit lokumları... Çığlık ve GözyaşıKitabı oluştururken nasıl etkilendiniz? Ne tür duygular ya da düşünceler oluştu?Kitabı oluştururken bir yandan metinleri yazdım bir yandan yazdığım metinle ilgili katliama konu olan araçlara başvurdum. Gazete kesiklerinden filmlere, meclis tutanaklarından fotoğraflara, karikatürlerden romanlara uzanan birbirinden farklı araçlardı bunlar. Beni etkileyen şeyin, tarihi belgelerden ziyade, o katliama ilişkin okuduğum romanlar, izlediğim filmler, gördüğüm fotoğraflar olduğunu belirtmeliyim. Tarihi belgelerin sayısal verileri, etnik ve ayrımcı yaklaşımları, insanda tedirginliğe, korkuya neden olurken, diğerleri acı, hüzün, pişmanlık, yüzleşme, bağışlama gibi daha insani duygulara yol açar. Savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya yaratmak için, umut, direniş ve mücadele ruhu gerekir; ama sömürüyle, savaşla, yıkımla beslenenlerin bile insani duygular taşıdığını unutmamak, özlemini duyduğumuz o dünyanın yaratılmasına katkıda bulunabilir. Halepçe katliamında ölen oğlu Muhammed’in bedenine sarılan baba Ömer Havar’ın heykeline bakıp da donakalmamak mümkün mü? Ya da Pablo Picasso’nun Kore’de katliam adlı tablosuna bakıp da... Madımak Katliamında yakılarak öldürülen Metin Altıok’un, Uğur Kaynar’ın, Behçet Aysan’ın merdivende çekilmiş o simgesel fotoğrafını gördükçe hâlâ içimin acıdığını kime anlatabilirim? Behçet’in elinde yangın tüpü, Metin’in elinde bir süpürge, Uğur ise, elini çenesine dayamış düşünüyor. Uğur’un ‘düşündüğü’ noktada, sözün hükmü kalmaz, çığlık devreye girer. 20. yüzyılda yaşanan bu trajedileri yazarken çığlıkla gözyaşı arasına sıkışmış ne kadar duygu varsa hepsini yaşadım diyebilirim. Hatta, zaman zaman ‘bütün bu kötü şeyleri yazmaya değer mi’ diye düşünmedim de değil. Kararsız kaldığım yerlerde sözünü ettiğim sanatsal araçlar yardımıma koştu. Öldürmemek üzerine yoğunlaşan bir kitapKitabın işlevini nasıl yorumlarsınız?Kötü sonuçlara, katliamlara, maruz kalmamak için “benim dinime inanırsan, benim dilimi konuşursan, benim gibi düşünürsen, ırkını yüceltirsen, ‘ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ dersen, savaşıma destek verirsen, askere gidersen, silaha sarılırsan...” gibi koşulları bertaraf etme çabasında bir kitap Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman. Yazarın amacıyla yazının amacını birbirinden bağımsız düşünemeyiz. Son kertede ikisinin de örtüştüğü noktanın, ne Dublin’de Croke Park Stadyumu’nda ne Paris’te Sen Nehri kıyısında ne Kahramanmaraş’ta bir evde, ne de Saraybosna’da bir ekmek kuyruğunda, nerede olursa olsun, ‘öldürmemek’ eylemsizliği üzerinde yoğunlaştığını söylemeliyim.
Okuyabileceğiniz diğer İlyas Tunç söyleşileri |