| | Aslıhan Aykaç: "Küresel kapitalizme karşı dayanışma alternatifleri: Üret, paylaş, takas et" Jinda Zekioğlu, artigercek.com, 6 Şubat 2019 Küreselleşmenin oyununa gelmeden, tuzağına düşmeden, kendinizi yalnız hissetmeden, mücadele etmenin bir yolu var mı? Bu gündemi görünür kılan, her gün sokağa çıktığınızda size kendinizi kötü hissettiren kapitalist üretim tuzağına karşı ne yapabilirsiniz, nasıl karşı koyabilirsiniz? Üstelik ‘karşı konulamaz’ diyerek, toplumlar üzerindeki baskısını bu denli hissettiren bir küresel politik algı yaratımı varken...
İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Aslıhan Aykaç bunun kitabını yazdı. Aykaç, Dayanışma Ekonomileri: Üretim ve Bölüşüme Alternatif Yaklaşımlar adlı kitabında, Türkiye’den ve dünyadan örnekler vererek bireye ve topluma alternatifler sunuyor. Türkiye’nin kendine özgü bir kalkınma reçetesi ile bugün bambaşka bir yerde olabilecekken, küreselleşmenin denizinde boğulduğunun altını çizen Aykaç, "Hiçbir şey için geç değil" diyor ve ekliyor: Şikâyet etmek yerine alternatif sunmak, durup başımıza gelecek felaketi beklemek yerine yetkinliğimizi artırmak daha iyi bir geleceğin başlangıç noktası olabilir.
Kitabınızın ismi bile iktisadın o keskin dikenli tellerle çevrili çitlerinin yerini, hayallerimizdeki köy kırlarına, bağlarına, bahçelerine bırakıyor. Dayanışma, üretim, bölüşmek, alternatifler... Nedir sizi bu alanda çalışmaya sürükleyen?
Üç temel motivasyonum var. Birincisi, kapitalist sistemin beş yüzyıllık tarihinin bu son aşamasında sınıflar arası uçurumun daha önce görülmemiş bir oranda artması oldu. Bugün sorun basitçe bir kesimin gelirinin düşük olması ve sosyal korumaya muhtaç olması değil, açlık ve yoksulluk sınırlarının anlamını kaybettiği derin bir yoksulluk düzeyine karşılık sosyal koruma mekanizmalarının bölüşüm işlevini karşılayamaması.
İkinci bir motivasyon ise günümüz kapitalizminin metalaşmanın sınırlarını daha önce görülmemiş bir düzeyde ve biçimde genişletmiş olması, bu nedenle şu veya bu şekilde hepimizin piyasaya bağımlı olması. Bu tüketim döngüsünün dışına çıkamadığımız sürece sosyal eşitsizliğin sürekli olarak yeniden üretilmesine alet oluyoruz. Son olarak, “Ne yapmalı?” sorusu benim için esin kaynağı oldu. Geleneksel sol reçeteler tüm kuramsal geçerliliklerine rağmen bugünkü çerçevede uygulanabilir alternatifler sunamıyor; bu noktada tepeden inme bir kuramcılık yerine tabandan geleni anlamaya ve tanımlamaya çalışmak gerekiyor.
"Türkiye özgün bir kalkınma reçetesi ile bambaşka olabilirdi"
Son 30 yılının altını özellikle çizdiğiniz kapitalist üretim modellerinin küreselleşmesi tuzağı ne gibi bağları kopardı?
Kapitalizm daha önce de küreseldi ama bugünkü küresel aşamayı daha önceki dönemlerden farklı kılan birkaç unsur var. Öncelikle daha önce ticarete dayalı bir küreselleşmeden söz ederken bugün üretime dayalı bir küreselleşmeden bahsediyoruz. Tükettiğimiz malların her bir parçası başka bir ülkede üretiliyor, montajı başka bir yerde yapılıyor. Böyle olunca her bir ülke son ürünün herhangi bir parçası için küresel piyasalara bağımlı oluyor. İkinci bir fark ise bugünün tüketim ideolojisi dünyanın bütün tüketicilerini birleştirdi ve piyasaya zincirledi. Bugün dünyanın neresinde olursanız olun herhangi bir metaya ulaşabilirsiniz, son çıkan telefon modelini aynı gün satın alabilirsiniz, belirleyici olan tek şey cebinizdeki para.
Nedir zararı?
Bunun en büyük zararı Küresel Güney olarak tanımladığımız, sisteme ucuz emek ya da ucuz hammadde arzıyla dahil olan ülkelerin ekonomik ve teknolojik olarak sisteme bağımlılığının artması ve giderek daha çok borçlanmaları ve risk altında kalmaları. Bu sorunlar Yunanistan, Arjantin gibi ülkelerde finansal krizler şeklinde patlak veriyor, ancak Bangladeş, Hindistan, Çin gibi ülkelerde küresel sermayenin üretim faaliyetleri çevresel felaketlere yol açıyor. Sosyolojik olarak baktığımızda küresel göçü de kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız düşünmek doğru olmaz.
Bunu istemiyor muydu Türkiye? Muasır medeniyet seviyesi derken, daha güçlü Türkiye derken…
Türkiye’nin durumunu diğer gelişmekte olan ülkelerden farklı görmemek lazım. Gerek Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modernleşme çabaları gerekse Cumhuriyet döneminin muasır medeniyetler seviyesi dünya ekonomisinden ve politik konjonktüründen kopuk değildi. Kalkınma anlayışımız da modernlik anlayışımız da dünyadaki gelişmelerle ve benzer ülkelerin durumuyla paralellik gösterdi. Ama dünyada her ülkede geçerli olabilecek tek tip, evrensel bir kalkınmadan söz etmek mümkün değil. Türkiye kendi özgün koşullarını karşılayacak bir kalkınma reçetesine sahip olsaydı bugün bambaşka bir toplumsal yapıdan söz ediyor olabilirdik.
Örneğin bu kadar büyük bir nüfusa sahip, ekilebilir topraklara sahip, dört mevsimin yaşandığı bir ülke neden tarımdan vazgeçti? Neden hayvancılığı kaybettik ve hayvan ithal eder duruma geldik? Neden tarımı, tarımsal çıktıyı destekleyecek bir sanayi yapısını kuramadık? Bu soruların cevabını kamu spotunda söylendiği gibi ‘ekilebilir toprakların mirasla bölünmesi’nde aramak çok indirgemeci bir yaklaşım.
"Aalternatifi yerel pratiklerde bulabiliriz"
Siz özellikle önü alınamayan, alternatifsiz bırakılan küreselleşmeye yönelik 'çaresizlik' algısının da değiştirilebileceğini düşünüyorsunuz. Nasıl olacak o? Bu tuzağa düşmeden o yol nasıl yürünecek?
Benim aradığım şey piyasanın dayattığı metalaşmanın, dolayısıyla piyasaya bağımlılığın dışına çıkmaya yarayacak bir alternatif. Bu alternatifi devletçilikte, refah devletinde ya da sosyal politikanın sunduğu korumacı seçeneklerde görmüyorum. Aradığım alternatifler toplumun içinden gelen, deneme yanılma yoluyla da olsa toplumsal olan, çoğunlukla yerel pratikler. Metalaşmaya karşı dikkat etmemiz gereken ilk nokta, tüketim davranışlarımızda “istek” ve “ihtiyaç” arasındaki fark. Yani nelere ihtiyacımız var, nelere ise ihtiyaçtan değil beğendiğimiz için, moda olduğu için, sırf istediğimiz için yöneliyoruz? Öğrencilerime sık sık sorduğum soru belki burada da açıklayıcı olabilir: Kaç parça giysiniz var, bu giysiler içinde bir yıldan daha uzun süre giymedikleriniz var mı? Çünkü moda ve tekstil sektörü metalaşma ve tüketim döngüsünü en fazla besleyen sektörlerden biri.
Yaşamımızı gözden geçirmekle başlayabiliriz öyleyse...
Elbette. Satın aldığım hangi ürünleri veya hizmetleri kendim üretebilirim? Evet bir cep telefonunu evde yapmanızı beklemiyoruz ama gıda üretimini evde karşılamak hem sağlık hem çevre hem de piyasaya bağımlılık açısından daha etkin bir alternatif. Spor salonuna gitmek yerine parkta ya da sahilde yürüyüş yapmak da hem çevreci hem de daha özerk bir alternatif. Bireysel düzeyde yapabileceklerimizin ötesinde kolektif olarak yapabileceklerimize de bakmamız gerekiyor. Birlikte neler yapabiliriz? Bu her zaman bir üretim olmak zorunda değil, bölüşümü de birlikte örgütleyebiliriz. Topluluk temelli tarım, tüketici kooperatifleri bunun için güzel örnekler. Hangi hizmetleri piyasadan almak yerine gönüllü olarak birlikte çalışarak, dayanışma içinde örgütleyebiliriz?
"Takas kültürü de bir çözüm"
Ne demek 'Dayanışma Ekonomisi'? Bunu, iktisat ile arası pek olmayanlara da anlatmanın bir yolu vardır mutlaka. Nasıl anlatabiliriz?
Dayanışma ekonomilerini piyasadan veya devletten bağımsız olarak ortaya çıkan üretim ve bölüşüm faaliyetleri olarak tanımlamak mümkün, burada belirleyici olan bu faaliyetlerin yerelden çıkması ve kolektif olması. Yerelden çıktıkları için bu faaliyetlerin tek bir biçimde örgütlendiğini söyleyemeyiz. Kooperatifler en eski ve en yaygın dayanışma ekonomileri sayılabilir; ama bunun yanı sıra üretici pazarları, gıda toplulukları, permakültür grupları, takas pazarları, tüketici kooperatifleri, üretici birlikleri yine dayanışma ekonomileri içinde sayılabilir.
Yunanistan genelinde bir örneği mevcut. Öyle değil mi?
Evet, ekonomik krizden sonra Yunanistan’da yaygın bir biçimde gözlemlendi. Bunların bazıları kendi para birimlerini dahi oluşturdu ve yerel bir takas ekonomisi ortaya çıkardı. Hane üretimi nakit sıkıntısı yaşayan ve piyasada marjinalleşen kesim için ekonomik bir alan oldu. İnsanlar evlerinde ürettikleri sabun, zeytinyağı veya küçük üretim sayılabilecek başka şeyleri değiş tokuş yapmaya başladı. Metropollerde ise “zaman bankası” olarak tanımlayabileceğimiz hizmet takasları ortaya çıktı, örneğin bir saatlik bir gitar dersine karşılık bir saatlik bir çocuk bakım hizmeti takas edildi, böylelikle para karşılığı değişim devre dışı bırakıldı.
"Başka bir üretim mümkün"
Küresel ekonomide, emeğin varlığını ve yerini sorguluyorsunuz. İnsan emeğinin dünyadaki yeri nedir?
Eğer fiziksel işleri tamamen otomasyona devredersek ve diyelim ki insan emeği tarımda ya da sanayi faaliyetlerinde kullanılmazsa insanlar hangi alanlarda çalışacak? Belki bundan sonra bilim, sanat ya da felsefe gibi alanlar zihinsel kapasitemizi daha fazla kullanabileceğimiz alanlar olarak öne çıkacak. Dolayısıyla ben “insan emeğinin gereksizliği”, “işin sonu” ya da “istihdamın ortadan kalkacağı” argümanlarını gerçekçi bulmuyorum, başka tür bir üretimin ortaya çıkacağını düşünüyorum.
Andre Gorz’un bu konuda çok önemli bir değerlendirmesi var, emeğin değerini yapılan iş miktarına göre değil, ortaya çıkardığı toplumsal olarak üretilen varlığa göre belirlemek gerekir. Bugün tarım ve hayvancılıktaki emek vasıfsız sayılıyor, belki de en düşük değere sahip. Oysa toplumun gıda ihtiyacını ithalatla sağlayan bir ülkede tarımsal üretim de tarım emeği de sağladığı toplumsal fayda nedeniyle küçümsenmeyecek bir öneme sahiptir.
Özellikle yerel seçim öncesi, bu çalışmanızın yerel yöneticilik yapmaya aday kişiler tarafından dikkatle incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Siz Türkiye'de hangi bölgelere üretim ve bölüşümde ne tür alternatif önerirsiniz?
Yerel yönetici olmak isteyen adayların seçim bölgelerini ve söz konusu dinamikleri iyi çalışması, eldeki beşeri ve fiziki kaynaklarla nasıl bir modelin kurulabileceğini değerlendirmesi gerek.
Örneğin Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri geleneksel olarak tarımın hakim olduğu bölgeler, buralarda tarımsal kalkınmaya destek verilmeli ve kooperatifçilik canlandırılmalı. Ancak burada tepeden inme politik bir belirlenim, bir dayatma yerine bir bilinçlendirme ve kolaylaştırma daha etkin olacaktır. İnsanlar önerilen modelin kendileri için iyi olduğunu anlamadan katılımcı ya da gönüllü olmazlar.
Şehirlerde nasıl örgütlenilebilir?
Dayanışma ekonomileri yalnızca tarım gibi geleneksel sektörlerde geçerli değil, sanayi ve hizmetler alanında da etkin olarak hayata geçirilebilir seçenekler mevcut. Marmara ve Ege bölgelerinde sanayileşme daha fazla ve farklı sanayi kollarına destek hizmet alanları var. Örneğin yazılım, pazarlama gibi destek hizmet alanlarında çok fazla “freelance” ya da serbest çalışan insan var, “home office” ya da evden çalışanlar var, bu serbest çalışanları belli bir ağ içinde örgütlemek, iş paylaşımı ile istihdam güvencesi ve gelir güvencesi sağlamak mümkün. Dayanışma ekonomileri geleneksel sektörlerde piyasadan daha uzak, daha bağımsız kalabilirken, modern sektörlerde piyasayla mesafeli ilişki kurmak daha zor olabiliyor. Böyle durumlarda istihdam ilişkilerinde özerklik, yüksek çalışma standartları ve adil ücretler dayanışma ekonomilerinin başlıca hedefleri olabilir.
Bir tür alternatif ve dayanışma kültürü kurulamazsa eğer, ne gibi sonuçlar bekliyor dünyayı ve Türkiye'yi?
Dünyada dayanışmanın çok başarılı olduğu örnekler var, Brezilya’da Topraksızlar Hareketi, Dünya Sosyal Forumu, Arjantin’de, Fransa’da ve Yunanistan’da fabrika işgalleri, kayıtdışı çalışanları örgütleyen WIEGO bunlardan bazıları. Dolayısıyla küçük küçük ve dağınık da olsa dünyada dayanışmaya yönelik yoğun bir çaba ve arayışın olduğunu söylemek mümkün.
Türkiye’de bunların daha küçük nüveler halinde olduğunu görüyoruz. Yapısal olarak örgütlü bir toplum olmayışımız, sivil toplum örgütlenmesinde, gönüllü hareketlerde zayıf olmamız dayanışma kültürünün gelişmesini de olumsuz etkiliyor. Bunun için gerek geleneksel dayanışma mekanizmalarını gerekse kamusal alanda etkinlik gösteren toplumsal hareketlerin dinamiklerini canlandırmak, harekete geçirmek gerek. Bu tür dayanışma seçeneklerinin yokluğunda kapitalizmin yarattığı belirsizliğin derin toplumsal çöküşlere yol açması kaçınılmaz görünüyor.
Bireyden başlayarak tüm dünya toplumlarına ne tavsiye ediyorsunuz?
Önce bireysel sonra da kolektif olarak yapabileceklerimize odaklanmak, şikâyet etmek yerine alternatif sunmak, durup başımıza gelecek felaketi beklemek yerine yetkinliğimizi artırmak daha iyi bir geleceğin başlangıç noktası olabilir. Okuyabileceğiniz diğer Aslıhan Aykaç söyleşileri |