"Bağdat bombardımanının ikinci günü, bir Yunanlı kameramanla Filistin Oteli'nin önüne çıkmıştık; daraldık çünkü, herkes acayip gergindi. Sabaha kadar ve gün boyu bombardıman devam etmişti. İşte o akşamüzeri otelin önünde biraz oturduk. 'Bugün kızımın yaşgünü,' dedi, 'Gidemiyorum. Ama sonunda buradan canlı çıkacağım ve kızıma gideceğim.' Acayip kötü oldum, tüylerim diken dikendi. 'Buradan canlı çıkabilecek miyiz?' diye sormaya başlıyorsun hakikaten. Meselâ bir sabah Filistin Oteli'nin çok yakınına acayip bir bomba düştü. Öyle bir uyandım ki, otel isabet aldı sandım. O sırada sabah ezanı başladı. Hava hâlâ karanlık... Kilitlenip kaldım. Ne kamera alabiliyorum elime, ne çekim yapabiliyorum. Öyle boş boş bakıyorum, bir yer yanıyor ve ezan okunuyor..."
Artık ekranlarımızda simasını iyice bellediğimiz savaş muhabiri Mete Çubukçu, ABD'nin Irak bombardımanı sırasında, Bağdat'taki meşhur Filistin Oteli'nde hissettiklerini böyle anlatıyordu. "Peki abi, bombadan ve ezandan sonra imana geldin mi?" diye sordum, "Hayır da, ne yalan söyleyeyim, hep beraber gidiyoruz, ezan da bunun işareti diye düşündüm bir an," diye anlattı vaziyeti.
Mete Çubukçu onca senedir savaş ve kriz bölgelerinde, kelle koltukta habercilik yapıyor. Fakat onu 'iyi' haberci yapan şey göze aldığı risklerden ziyade dersine iyi çalışması. Daha önce Bizim Filistin: Bir Direnişin Tarihçesi kitabını okumuştum ve Filistin'le ilgili pek çok gerçeği o kitaptan öğrenmiştim. Önümüzdeki hafta da yeni bir kitabı çıkacak Mete Çubukçu'nun:
Ateş Altında Gazetecilik: Savaş ve Savaş Haberciliği...
Kitapta pek çok yaşanmışlık, anı ve dersler yer alıyor. Ama Mete Çubukçu sadece anılarla yetinmiyor, savaş ve savaş haberciliğinin ne anlama geldiğini, hatta taraf olmayı tartışıyor. Meselâ, "Kendinle bir haberci olarak çok gurur duyduğun anlar oldu mu?" diye sorunca şöyle cevap verdi:
"Yaptığımız iş çok çelişik. İş ne kadar kanlı, zorlu olursa, görüntüler ne kadar çarpıcıysa o kadar 'iyi' bir haber çıkartırsın. Hani işi kotardığını, çok iyi bir 'mal' ortaya çıktığını düşündüğün anlarda aslında ortada çok ciddi bir trajedi vardır."
'Bu iş korkmadan yapılmaz'Hani hep Hollywood filmlerinde rastladığımız o 'cool' ve gözüpek Amerikalı gazeteci figürlerinin yarattığı mucizeler yok hayatta. Gerçek bazen çok basit ve yalın olabiliyor. İnsan korkuyor. Mete Çubukçu zor durumlarda hep normal insan tepkisi vermiş ve korkmuş. Sık sık oğlu Ege'yi düşünmüş. "Serbest çalışan ve 'hayatının haberi'ni yapıp 'hayatının görüntüsü'nü yakalayarak büyük para kazanma peşinde koşan kafayı çizmiş tipler var tabii," diyor ama onların yaptığını habercilikten farklı bir şey olarak görüyor.
"Çok korktuğum anlar oldu. Bağdat'taki ABD bombardımanı felaketti. Her bomba deprem etkisi yapıyordu. Otelin içine camlardan kapılardan ateş topu giriyordu. Önceki Körfez Savaşı'nı takip eden Peter Arnett de oteldeydi, ilk savaşta da böyle miydi diye sorduk, 'Bu başka bir şey' dedi. Atropin iğneleri yanımızda, kimyasal bombalar atılırsa kendimize iğne yapmak için. Gerçi bir kimyasal saldırıda kendimize nasıl iğne yapacaktık onu da bilmiyorum ya, en azından daha güvende hissediyorduk o iğneler yanımızdayken...
Tabii 95'te bombardıman sırasında Saraybosna'ya girerken de epey korktuğumu hatırlıyorum. İgman Dağı var orada. Önünde de yaklaşık 2 kilometrelik bir yol... Keskin nişancılar için açık hedef. Tam Allah'a emanet gidiyorsun. Kafayı eğip, şoföre bas diyorsun, şansın varsa geçiyorsun. Keskin nişancı ya o an nişan almamış oluyor, ya canı istemiyor..."
Haberci de neticede insan ve haber peşinde koşarken, haberi falan bir kenara bırakıp çaresiz insanlara bir parça yardımcı olmaya çalışabiliyor. Mete Çubukçu'nun unutamadığı pek çok manzara var. Kosova savaşı sırasında Sırpların Kosovalı sivil halkı sınıra doğru sürmesi sırasında yaşadıklarını unutamıyor Çubukçu:
"Makedonya sınırında bir ara bölge oluşmuştu. Makedonyalı askerler etrafı çevirmiş, halk savaş bölgesinden araçlarla, yaya olarak kaçıyor ve burada birikiyordu. Trenlerle getirip bir sürü insanı bırakıyorlardı. Nazi kamplarına benzer bir görüntü vardı. Hergün kampa girip çıkıyorduk. İnsanlık dışı koşullardı. Hastalık ve ölümler başladı. Elimizden geldiğince süt, bisküvi falan götürüyorduk yanımızda. Bir gün bir Arnavut kadınla röportaj yaptık, 'Ne çektiğimizi dünyaya gösterin,' diyordu. İki de genç kızı vardı. Röportajı bitirdikten sonra yakama yapıştı ve 'Bu kızları buradan götüreceksin, bunlar burada ölür, kurtar onları,' dedi. Biz oraya kartla girip çıkıyorduk. Birini asistanımız gibi çıkarabilir miyiz diye düşündük ama öbürünü nasıl çıkaracağız? Her taraf asker. Beceremedik. Bir de çaresizliği düşünsenize. Hiç tanımadığı insanlara kızlarını emanet etmeye çalışıyordu kadın. Akıbetleri ne oldu diye sık sık düşünüyorum..."
Yürek nasır bağlar mı?..Peki yıllar içinde felaketlere, trajedilere, cesetlere tanık ola ola bu duruma alışmış mıydı? Yani yürek bir yerden sonra nasır bağlıyor muydu? Çubukçu, "Hem alışıyorsun, hem de alışmamaya çalışıyorsun. İnsani duygularını yitirmemek için direniyorsun. Pis bir çelişki. Ortada acayip bir vahşet var, o haberi yaptığın zaman 'Ne biçim iş oldu be' diyorsun. Fakat eve dönüp kendi başına kaldığında fena oluyorsun. Ben hep evde ağlarım mesela..." diyor.
Şu sıralar Ortadoğu tam bir ateş çemberi. Mete Çubukçu, kriz ve çatışmalarla ilgili iyi koku aldığından sormak istedim, ABD'nin Suriye ya da İran'a saldırma ihtimali nedir diye. Çubukçu ABD'nin Irak'ta tam bir batağa saplandığı görüşünde. Başta planlanan her şeyin revize edildiği, hiçbir Amerikan planının yaşama geçirilemediğini anlatıyor. Artık ABD'lilerin günübirlik planlarla hareket ettiğini ve Irak çöllerine gömülmekten kolay kolay kurtulamayacağını savunuyor.
"Ama tüm bunlar ABD'nin İran, Suriye ya da başka bir bölge ülkesinde iç karışıklık çıkarmayacağı anlamına gelmez. Tek tek ülkelerdeki etnik grupları veya farklı mezhepleri birbirine karşı kışkırtarak, kendilerine itaat etmeyen rejimleri içeriden yıkmayı hedefleyeceklerini düşünüyorum. Arada bir-iki bomba da bırakabilirler araziye. Yalnız, böyle tehditleri canlı tuttukları sürece İran'da mollalar daha da güçleniyor, gerçekten demokratik kuvvetler eziliyor."
Neticede, Mete Çubukçu bölgede savaşların ve kanın durdurulması için gerekli koşulun Filistin ve İsrail arasında şu ya da bu biçimde bir anlaşmanın tesis edilmesi olduğunu düşünüyor. Bu ise pek öyle kolay görünmüyor. En azından 15 yıllık yakın dönemde bölgede silahların susacağına ihtimal vermiyor. "Eh, o zaman daha uzun süre ekmeğinden olmayacaksın," diyorum. Gülüyor, "Kan dursun da, biz ekmeğimizden olalım," diyor...
'Bıçağı ver Vito, kafasına saplayacağım bu herifin!'"Afganistan'da saçma sapan bir şoför bulduk. Yolları bildiğini söyledi ama adam bizi bir saat kadar dolaştırdıktan sonra 'Kaybolduk,' dedi. Günlerdir Afganistan'da çok berbat koşullarda dolaşıyorduk ve leş gibiydik. Sinirlerimiz nasıl bozuk. Meğerse Taliban mevzilerinin önüne gelmişiz. Adam 'Kaybolduk,' deyince Mete delirdi, 'Bıçağı ver Vito, kafasına saplayacağım bu herifin!' diye bağırmaya başladı. Zor tuttum!"
Kameraman Vito, Mete Çubukçu'yla birlikte defalarca ateş çemberine girmiş. Filistin, Afganistan ve Arnavutluk'ta beraberlermiş. Kendi alanında haklı bir üne sahip; en iyi kameramanlardan biri. Kafalarda hep soru işareti yaratan 'Vito' ismi de Karşıyaka'da takılan bir lakap; gerçek ismini neredeyse annesi bile unutmuş. Mete Çubukçu'yla bir röportaj yapmaya karar verdiğimde "Vito'ya da bir şeyler anlattırmalı," diye düşündüm açıkçası; neticede beraber acayip yerlere girip çıkmışlardı ve Vito'nun doğal bir mizah anlayışı vardı...
Mete Çubukçu Vito'yla beraber yaşadıkları anları da kitabına aktarmış. Birini anlattı:
"Tacikistan'dan Afganistan'a, Kabil'e doğru gidiyoruz. Dört araçlık bir gazeteci konvoyu var. Dağların tepelerinden acayip bir yolculuk yapıyoruz. Bir ahırda konakladık, 20 kişi falan sıkış tepiş yattık. Sabaha karşı bir uçaksavar ateşi başladı. Uyandım, 'Tamam abi,' dedim, 'İşte şimdi geldik mekâna.' Bu arada Vito da zangır zangır titriyor..."
Burada lafa Vito girdi. "Hani sordun ya, 'En çok nerede korktun?' diye, işte o ahırda ödüm patladı. Herkes uyanık ama kimse kıpırdamıyor. Zaten hava çok soğuk, taş kesmiş herkes. Bende çarpıntı başladı. Yerden bir karış yukardayım sanıyorum. Sabah ahırdan çıktık, ortalık güneşli, 'Ne oldu?' diye sorduk. Aralarında haberleşmek için şifreli atış yapıyorlarmış meğerse!.."
Kameraman ve muhabir ateş çemberlerinin içinde mutlaka uyumlu olmalı. Aksi takdirde pek çok sorun yaşanabilir. Vito da bunu teyit ediyor:
"Ekip çok önemli. Her şartta birbirini kollamak zorundasın. İş ne kadar vahim olursa, haber de o kadar çarpıcı oluyor. Bunun için de yakında, işin merkezinde olmalısın. Görüntüyle bunu yansıtmalısın. Ben haberdeyken kameranın vizöründen bakıyorum ve dalıp gidiyorum. Siper aldığımız bir yerden çıkıp görüntünün peşinden giderken Mete'nin kemerime yapışıp beni geri çektiği çok olmuştur..."
Kameramanlarda derinlik sarhoşluğu gibi bir durum oluyor anlaşılan. Tabii Vito ve Mete Çubukçu'nun 'yükseklik sarhoşluğu' yaşadığı zamanlar da olmuş. Beraberce Afganistan'dan çıkmaya çalışırken, Tacikistan yolu üzerindeki İndikuş dağlarında 6 bin rakımlı Encümen Tepesi geçidinden geçmeleri gerekiyormuş. "Bir cip kiraladık. Lastikleri kabak, çok eski bir araçtı. Karlara saplanıp kalıyorduk, Mete'yle beraber inip karları kazıdıktan sonra bir süre daha da gidebiliyorduk, sonra yine saplanıyorduk. Ama rakım dan dolayı solunum güçlüğü çekmeye başladık, artık hiçbir şey yapamıyoruz. En sonunda Mete, 'Tamam arkadaş, işte burada ölelim artık' dedi," diye anlatıyor Vito. Sonunda eski Sovyet döneminden kalma bir kamyon gelip geçmiş yanlarından, gayet muntazam tırmanıyormuş rampayı. Onların beş saatte çıktığı yolu birkaç dakikada katetmiş. Durdurmuşlar. Gerisi Vito'nun anlatımıyla şöyle:
"Bizim şoför kamyoncuyla konuştu, yanımıza gelip, 'Bizi çekmek istemiyor,' dedi. 'Nasıl çekmez!' diye fırladım. Meğer adam 50 dolar istiyormuş. Yanımızdaki para çok az. Sonunda 35 dolara anlaştım. Bu sefer adam bana 'Seni Müslüman yapacağım ondan sonra çekeceğim,' dedi. 'Ben Müslümanım zaten,' dedim, inanmadı, ellerimi açıp kelime-i şahadet getirdim hemen. 'Artık değilsen bile oldun,' dedi. Tepeye kadar çıktıktan sonra, ağlaya ağlaya indik aşağı..."
Uygarlığın bittiği yer"Batı tüm bu savaşlarda çok ikiyüzlü davranıyor. Bernard-Henri Levy diye bir adam var, Fransız felsefeci, Bosna'nın filmini çekti hatta. 'Bosna Avrupa'nın bittiği yerdir,' demişti. O uygarlık ve insanlık projesi, hümanizm falan, hakikaten Avrupa'nın göbeğindeki Bosna'da 250 bin insan ölene kadar herkesin seyretmesiyle birlikte bitmiştir. Kosova'da da bu işin devam edeceğini herkes hissediyordu. Bu öyle bir durum ki, ben kendi adıma yaşanan vahşeti gördükten sonra, 'Birisi gelsin ve şu işi durdursun,' ruh haline girdim. İşte ABD bütün dünyada askeri müdahaleler için bu ruh halini kullanıyor.
İşgalleri meşrulaştırmaya hizmet eden bir diğer kurum da 'embedded' gazetecilik. İşgalcilere iliştirilerek yapılan gazeteciliğe karşıyım. Irak işgalinde İngiliz ve Amerikan ordu sözcüleri 'embedded' uygulamasından çok memnun olduklarını açıkladı mesela. Askeri bir sözcü böyle bir açıklama yapıyorsa, burada gazetecilik açısından bir problem vardır..."
'Az daha ölüyorduk...'"İsrail askerleri bizi bir binada sıkıştırdı. Haber geçmek için o binadaki televizyon stüdyosundaydık. İsrail askerlerinden kaçan Filistinli asker ve polisler oraya sığındı. Aşağıdan operasyon başladı. Biz beşinci kattaydık. Sabaha kadar çatışmalar sürdü. Vura vura bizim bulunduğumuz stüdyoya kadar geldiler. Hepimizi çırılçıplak soyup eşyalarımızı aradılar. Biri başka bir kapıyı açmak için canlı kalkan olarak beni kullanmaya kalktı, sırtıma silahı yasladı, son anda komutanı engel oldu. İçeride Filistinliler vardı, teslim oldular. Sanırım biz orada olmasaydık infaz edebilirlerdi. İki kat altımızda beş Filistinli'yi öldürmüşlerdi ve görüntülerini aldık; hepsi kafalarının üstünden vurulmuştu..."