| | Hüseyin Karabey: "Ölüm cezası bile tecritin yanında hiç kalır" Ahmet Tulgar, Milliyet, 14 Ocak 2002 Sinemaya nasıl başladınız?
İktisat eğitimimin dördüncü senesinde sinemacı olmak için üniversiteyi bıraktım. Düğün salonlarında video çekimleri yapmaya başladım. Sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü’ne girdim. Sinema okudum. Aynı okulda yüksek lisans ve asistanlık yapıyorum.
Neydi sizi sinemaya yönelten?
Türkiye’de kendi yaşadıklarımı ifade eden bir sinema görmeyişim. Öğrenci gençliğin sorunları, bir işçi ailesinin çocuğu olarak varoşun sorunlarını, Güneydoğu kökenliyim, Güneydoğu sorunu, bunları görmüyordum sinemada.
Yaptığınız kısa filmler de, ilk uzun metrajlı filminiz de hep politik... Ama genç bir adam olarak aşık da olmuşsunuzdur herhalde. Aşkı da mı bulamıyordunuz sinemada?
“Politik film” kavramı da benim gibi yönetmenleri izole etmek için oluşturulmuş bir kavram. Keşke bu ülkede bunları yaşamasam da, başka şeyler anlatsam.
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki F Tipi cezaevi ve izolasyon uygulamalarını anlattığınız "Sessiz Ölüm"ü yapmaya ne zaman karar verdiniz?
Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün bir anahtar cümlesi en önemli etken oldu: "Avrupa standartlarını Türk cezaevlerine getireceğiz." Ben de merak ettim: Neden sağlık, eğitim sisteminde değil de cezaevi sisteminde Avrupa standartları? Ve araştırmaya başladım. 30 yıllık bir uygulama Avrupa’da F tipi. Birçok ülkede anayasaya aykırı bulunmuş, kararnamelerle sürdürülmüş. Ama adı izolasyon, kimsenin haberi olmayınca tepki de oluşmuyor.
Filminizde yer alan o ünlü silahlı eylemcilerle nasıl kontakt kurdunuz?
İlk Almanya’daki Tutuklu Yakınları Derneği ile bağlantı kurdum. Onların yardımıyla Stammheim Cezaevi’nde 22 yıl kalan ve Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) liderleri Andreas Baader, Jan Carl Raspe ve Gudrun Ensslin’in cezaevinde öldürüldükleri saldırıdan ağır yaralı olarak kurtulan Irmgard Möller ilk açıklamalarını benim kamerama yaptı. Buradan İtalya’daki Kızıl Tugaylar’la bağlantı kurdum. Sonra Avrupa’da en fazla siyasi tutuklu barındıran Bask’a geçtim. Sonra IRA. Bir tek ABD’de cezaevine girebildim. Orada parayı bastırdınız mı, her yere giriyorsunuz. Teksas, Maricio County Cezaevi’ne girdim.
Bazı yazarlar, "Kolay olmuştur bu film. Türkiye’nin düşmanları yardım etmiştir" diyecek...
Bu kez o her zamanki "Bizi Avrupa’ya şikâyet ediyorsunuz" söylemini kullanamazlar. Çünkü ben tam tersini yaptım. Avrupa’daki kötü bir uygulamayı Türk halkına şikâyet ettim.
Bizde aile yapılarının hâlâ çözülmemiş olması tecritin önünde bir engel, değil mi? Sivil toplum yerine analar, babalar, kardeşler gürültü koparıyor.
Avrupa’ya bakarsak, komşusunun durumunu bilmeyen insanlar mahkumların durumuyla da ilgilenmez tabii. Bize de toplumsal model olarak dayatılan bu. Cezaevlerinden başladılar buna.
22 yıl izolasyonda kalmak nasıl bir şey? Irmgard Möller’de sizin dikkatinizi en çok ne çekti?
Möller 24 yaşında cezaevine girmiş. Şu anda 50’li yaşlarında. Konuşurken 24 yaşında bir genç kız gibi davranıyor. Ama görüntüsü 55 yaşında bir kadın. Yani jestleri, mimikleri ilk girdiği gibi. Bir başka kişide de şunu fark ettim. Konuşurken iyi ya da kötü, ses tonu değişmiyor, yüzünde hiçbir mimik olmuyor. Nedenini sordum? "Biz gardiyanlara duygularımızı göstermemeyi öğrendik. Çünkü neye sevindiğimizi ya da neden korktuğumuzu öğrenince bizi cezalandırmaları kolaylaşıyordu" dedi.
F Tipi cezaevinin en olumsuz tarafı sizce nedir?
Tecrit bir insanın, bir insana karşı işleyebileceği en büyük suç bence. Bir insanlık suçu. Ölüm cezası bile bunun yanında hafif kalır. 20 yıl tecritte kalmış olan RAF üyesi Gühther Sonnenberg şöyle bir şey anlattı: Çıktığında insanlara soru soruyormuş, insanlar cevap vermeyince sinirleniyormuş. Sonradan anlamış ki aslında soru sormuyor sadece düşünüyormuş.
Michel Foucault’nun yazdığına göre cezaevlerinde mahkumların gözlemlenmesi aynı zamanda bilime hizmet ediyor, bilgi üretiyormuş. Bu mahkumlar da bilimsel amaçlı gözlemlere maruz kalmış mı?
Evet, 70’li yıllarda Hamburg Üniversitesi astronotların uzayda çok uzun süre tecrit halinde olacaklarını gözönünde bulundurarak "Camera Silence" yani "Sessiz Oda" diye bir deney yapmış mahkumlar üzerinde. İnsanın bazı duyu organları uyarıcılardan mahrum bırakılarak kişiliğinin ne kadar zamanda çökeceği araştırılıyor. İşte F Tipi uygulamasında amaçlanan da bu zaten.
Sadece siyasi mahkûmlar mı çekiyor izolasyonun acısını?
Hayır. Fransa’da geçen yıl 125 mahkum kendisini öldürmüş. Bu yıllık ortalama. Zaten devlet açısından en temiz cinayet de insanı kendi kendisini öldürecek hale getirmek.
ABD’de durum nasıl?
Orada cezaevlerinin yüzde 60’ı özelleştirilmiş. Şerif kendi adını verdiği bir cezaevi işletebiliyor mesela. Özel cezaevleri mahkûmlarını şirketlere, fabrikalara ucuz işgücü olarak pazarlıyorlar ve kâr ediyorlar. Artık fabrikalar cezaevlerinin yakınlarında açılıyor.
Herhalde bu kapitalizmin en fazla özlediği, arzu ettiği işçi tipidir. Hiçbir sosyal talebi olmayan, direnmesi olanaksız işçiler.
Evet, dünyanın birçok ünlü markası artık ucuz olduğu için mahkûmları çalıştırıyor ABD’de. Bu da adalet sistemine yansıyor. Ve çok hafif suçlardan ötürü bile insanlar bu çalışma zorunluluğu olan özel cezaelerine tıkılıyor. Çalışmayan da hücreye atılıyor.
Peki, herhangi bir ülkede resmi bir engellemeyle karşılaştınız mı çalışırken?
Sessiz çalışmayı öğrendim. Dar bir kadroyla çalışıyorum, devletin haberi olmuyor. Ama film gösterime girdikten sonra tehdit telefonları almaya başladım. Okuyabileceğiniz diğer Hüseyin Karabey söyleşileri |