Daniel Pennac:
"Başarıdan sonra yazının saflığından geriye ne kalır?"
Sosi Dolanoğlu, Virgül, Ocak 2000
Maceralarını bir roman dizisinde anlattığınız Benjamin Malaussène, ücretli bir günah keçisi. Bir polisiye kahramanı için neden böyle bir meslek seçtiniz?

Why not? Bunu neden mi seçtim? Bir filozof ve antropolog olan René Girard’ın “birini günah keçisi haline getirme” üzerine bir deneme olan kitabını (Günah Keçisi) okumuştum; yazar orada günah keçisini her uygarlığın, her insan topluluğunun vs. mayası olarak sunuyordu. Bu fikir bana çok cazip, çok doğru göründü ve o denemeyi okurken, kendini başkalarının yerine azarlatmak için ücret alan profesyonel bir günah keçisi neden olmasın diye bir fikir doğdu kafamda. Aslında böyle bir meslek de var; yalnız her şirketin bünyesinde erimiş durumda. Herkes herkesin günah keçisidir. Bu, şirket için bir çeşit zihinsel enerjiyi tasarruf etme yolu. Bilinmeyen bir şey değil yani.

Egzantrik bir polisiye kahramanı olan Malaussène’in çevresinde de sıradışı insanlar var; üvey kız ve erkek kardeşlerinden ve köpek Julius’tan meydana gelen ailesi mesela; sonra Theo, Stojil ve diğerleri...

Evet, tamamen öyle. Kara romanı ancak türün bütün arketiplerini birbiri ardına ters yüz etme koşuluyla yazmaya karar vermiştim; mesela kahramanın polis memuru, gazeteci, sigortacı falan olmasını istemiyordum; yani alışılmışın dışında biri olmalıydı. Aynı şekilde yalnız olmasını da istemiyordum, etrafında bir sürü çocuk olmalıydı ama kendisi bu çocukların babası olmamalıydı vs. vs.

Romanlardaki çocuklar, Malaussène’in üvey kardeşleri, hepsi de çok sevimli, her biri ötekinden farklı; acaba sizin çevrenizde de böyle çocuklar, onlara model teşkil edecek çocuklar var mıydı?

Evet, elbette. Ben hayatımın otuz yılını çocuklarla geçirdim, otuz yılda sabrımı taşırmayı asla başaramadılar. Çünkü bir çocuğun gelişmesini her zaman çok ilgi çekici, heyecan verici, beklenmedik buldum. Mesela otuz öğrencilik bir sınıfı ele alalım; bu otuz kişilik sınıf bir bütün oluşturur, yandaki sınıftan farklıdır, karakteri farklıdır, aynı zamanda her sınıftaki otuz çocuk otuz bireydir, öğretmen olarak onları kendi başlarına özerk, bireysel bütünlükler olarak değerlendirmelisiniz, yoksa işinizi iyi yapamazsınız; onları aynı zamanda da bir topluluk olarak değerlendirmelisiniz. Bütün bu bireyleri tek tek ele almak için bir yıl yetmez, bir başka deyişle sınıfa her girdiğimde, her sabah yoğun bir merak duygusu içinde olurdum. Arada sırada sabrımın taştığı olurdu ama hep geç yattığım zamanlar. Bana “sizce bir öğretmenin en önemli niteliği ne olmalıdır?” diye sorulduğunda hep şu cevabı verdim: Erkenden uyumak.

Kahramanınız çok canlı, kozmopolit bir çevrede yaşıyor, Belville’de. Siz de kahramanınız gibi Belville’de yaşıyorsunuz. Belville romanlarınızdaki kadar eğlenceli bir yer mi?

Evet, bence öyle. Herkes eğlenceli bulmuyor, ama ben buluyorum. Karım da öyle. Otuz yıldır orada oturuyoruz, sokak canlı. Belville Paris’in zanaatkârların bulunduğu bir mahallesi; orada ayakkabı tamircisi bulabilirsiniz, çilingir bulabilirsiniz. Yani hâlâ küçük meslekler var; bu bir. Üstelik orada bütün dünyadan insanlar var. Türkler de...

Buradan ırkçılığa gelecek olursak... Özel olarak mahallede, genel olarak Fransa’da ırkçılık için neler söyleyeceksiniz?

Irkçılık ilginç bir kavram çünkü bunu başkalarını günah keçisi haline getirmekle bağlantılandırmak gerekir. Yani büyük ırkçılık krizleri her zaman ekonomik durgunluk dönemlerinde ortaya çıktı. Örneğin Fransa ne zaman büyük bir durgunluk dönemine girse hemen Araplara karşı ırkçılık baş gösterir. Yoksa aslında temelde ırkçı bir toplum değil Fransa. Ama Fransa’daki ırkçılık yokluğu, toplumun ekonomik sağlığına bağlı. Şuna inanıyorum, eğer tarih bize bir şey öğrettiyse o da ırkçılık krizlerinin ekonomik durgunluk krizleriyle bir arada gittiğidir.

Belville yoksul bir mahalle mi, yoksa orta halli mi?

Orta halli bir mahalle... Asıl yoksulluk banliyöde. Şöyle diyelim, Paris şehri merkez, Belville Paris’in kenarında bir mahalle, ondan sonra dış mahalleler var, onların ötesinde de banliyöler başlıyor. Merkezden ne kadar uzaklaşırsan işsizlik, kültürsüzlük o kadar artıyor, bu çok açık.

Otuz yıldır Belville’de oturduğunuzu söylediniz; bu bilinçli bir seçim miydi?

Başlangıçta hayır; mahalleye geldim çünkü orada bir arkadaşım oturuyordu, bir dairesi vardı ve kiraya verecekti, üstelik Belville’de kiralar başka yerlere nazaran daha ucuzdu. Ama mahalleye hemen âşık olduğum için sonra kaldım.

Okuma mutluluğundan söz edecek olursak... Roman Gibi’de eğitim sisteminin okuma mutluluğunu, zevkini bir eziyet, azap haline getirdiğini söylüyorsunuz.

Hayır, hayır, tam böyle değil, maalesef bundan daha karmaşık. Suçlu eğitim sistemi olsaydı reforme ederdik olur biterdi. Daha karmaşık. Sanırım edebiyat zevk olarak hayatımıza ebeveynlerin çocuklarına akşam onları uyuturken anlattıkları, okudukları hikâyelerle giriyor. Aslında çocukları metinden önce edebiyatla tanıştırıyoruz, bu metni çözmek durumunda değiller, sadece dinliyorlar, sonra okul devreye giriyor ve çocuklar okulda okumayı öğrenmeye başlıyorlar. İşaretlerin ilk kez çözülmesi, yan yana getirilmiş keyfi işaretlerden başka bir şey olmayan kelimelerin ilk kez çözülmesi, işaretten anlama ilk geçiş müthiş bir heyecan yaratıyor. Bilmem siz, küçükken okumayı ilk öğrendiğinizde duyduğunuz heyecanı hatırlıyor musunuz? Çocuklar her şeyi yüksek sesle okumaya başlarlar, sokaktaki bütün afişleri, gazete başlıklarını, ne görürlerse her şeyi! Okumak gerçek bir heyecan. İşte tam o sırada ebeveynler çocuklarına hikâye okumayı, anlatmayı kesiyorlar. Okuma artık çocuğa sadece öğrenme ve anlama çabası açısından sunuluyor, bu da bir kopuş yaratıyor.

Yani okuma bir zorunluluk haline geldiğinde, getirildiğinde...

Evet. Yapılması gereken okulu mahkûm etmek değil, okulun rolünü öğretmektir. Okul okuma yöntemleri, teknikleri öğretir, başka rolü yoktur. Yani ebeveynler birkaç yıl boyunca akşamları çocuklarına karşılık beklemeden hikâyeler anlatmaya, okumaya devam etsinler. Çünkü çoğu zaman aileler çocuklarına okumayı kestikleri için çocuk tek başına kalır ve kendini ihanete uğramış, terk edilmiş hisseder, bu pek karmaşık, çocuğun kafasında olup biten bir şey. Çok yetenekli çocuklar var elbette, onlar için sorun oluşturmaz bu, ama birçok çocuk için böyle değil.

Çocuk bir zorunlulukla karşı karşıya kalıyor, oysa önceden ona hikâyeler okunuyor, anlatılıyordu ve bu bir zevkti, ama sonra okulda okumanın ona dayatılmasına mı tepki veriyor?

Benim bu tepkiye verdiğim karşılık, derslerimin bir bölümünde –haftada altı saatin ikisinde– onlara hikâyeler anlatmaktı; yüksek sesle romanlar okuyordum falan...

Maalesef öğretmenlerin çoğu böyle yapmıyor.

Şimdi yavaş yavaş yapmaya başlıyorlar.

Bir eğitimci ve yazar olarak internet çağında yeniyetmelerin okumaya ve edebiyata yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnternetten önce de görüntüler vardı. Televizyon çıktığında dediler ki “televizyon çocukları kendine bağlayacak”. Yeni bir teknoloji ortaya çıktığında hemen ona karşı çıkmak gerektiğine inanmıyorum. Her zaman verdiğim bir örnek vardır: O ilk tren kırlardan geçtiğinde ineklerin bir daha süt vermeyeceğini söylemişlerdi, inekler hâlâ süt vermeye devam ediyorlar. Aynı şekilde, televizyon ortaya çıktığında çocuklar okumayacak dendi. Bu çok aptalca çünkü içinde hem kütüphane hem televizyon olan yığınla ev var, bunlar bir arada bulunuyor... Aynı şekilde internetin de kitabı ortadan kaldıracağı söyleniyor. Açıkçası ben buna inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü çocukların okumayı öğrenirken hissettiği heyecanın, işaretten anlama geçiş anının, gerçekten de yaşanan en inanılmaz zihinsel yolculuk olduğunu düşünüyorum; özellikle de bizimkiler gibi ideogramatik olmayan yazılarda.
       Mesela şu harfin (kitabı Roman Gibi’deki “roman” kelimesinin “r” harfini gösteriyor) kendi başına hiçbir anlamı yok, hiçbir şeyi temsil etmiyor, kendi başına hiçbir şeyi imlemiyor, tamamen simgesel, bir fikrin simgesi bile değil; bir sesin simgesi. Bunun bir “er” harfi olduğuna karar verilmiş, üstelik ben “er” derken siz de “re” diyorsunuz. İşte bu sembolizmden anlama geçildiğinde, bu harflerden ikisi yan yana geldiğinde bir hece, bu heceye bir başka hece eklenince bir kelime meydana geliyor, bu kelime de “anne” oluyor diyelim. Şurası bir gerçek ki çocuk o anda yıldızlararası bir yolculuk yapıyor, kozmik bir yolculuk, görülmemiş bir yolculuk; hiçbir şey olmayan, hiçbir şeyi temsil etmeyen bir şeyden hareketle şifreyi çözüyor, kendisini dünyada en yakın hissettiği, kendisi için dünyadaki her şey demek olan bir şeyi işaret eden bir anlama geçiyor: Annesine. Ben bu heyecanı, o kadar güçlü, o kadar içe işleyen bu heyecanı teknolojinin, görüntünün filan yok etmeye yeteceğine inanmıyorum. Şu durum hariç: İnsanlık öyle bir şekilde gelişir, evrimleşir ki artık hiçbir şey okunmaz olur ve okumaya görüntü alanından başka bir karşılık bulunur, ama internette bu söz konusu değil, çünkü internet de yazıdan geçiyor –düşük zekâ düzeyi gerektiren bir yazı olsa da yine de yazı–, harflerin, kelimelerin, cümlelerin dünyasından geçiyor. Yani yazıyla mutlak bir karşıtlık içinde değil.

Günümüzün çocuklarına nasıl bu kadar iyimser bakabiliyorsunuz?

Ben 54 yaşındayım. Ben çocukken bize kitapları yasaklarlardı, “hadi dışarı çık, oyun oyna” falan derlerdi. Yatılı okuduğum okulda da “okumayı bırak, çalış” derlerdi. Okumanın vazgeçilmez olduğu miti tarihsel olarak o kadar eskiye dayanmıyor aslında. Televizyonun ortaya çıkışıyladır ki okuma bir tür ideolojik risk haline geldi. Bunun üzerinde de uzun boylu düşünülmüyor. Bu gezegende yaşayan insanlar arasındaki ciddi okurların oranının, Güttenberg’den beri değişmediğine inanıyorum. Dolayısıyla ciddi okurların sayısı muazzam ölçüde arttı. Çocuklar için, gelecek kuşağın çocukları için endişelensen de, şunu düşünmeden edemiyorsun: 1999 yılındayız, 1899 yılındaki okur sayısını bir tahmin etmeye çalış. Fransa’da ya da Türkiye’de 1899 yılına nazaran daha çok okur var. Gelişmeye gelince, göreceğiz, ilginç olmalı, ben burada olmayacağım, ölmüş olacağım, ama yine de göreceğiz, her şeyin bu kadar hızlı geliştiğini göz önünde bulunduracak olursak. Ama internet konusunda beni asıl kaygılandıran şey, okumayla değil, iletişimle ilgili. 17 yaşındaki kızım bir siber-kafeye gidip de bana “baba, Kanada’nın Québec şehrinde yaşayan biriyle sohbet ettim” dediğinde, ben derhal kapı komşusunu düşünüyorum, evinin tam karşısında oturan ve tanımadığı o kişiyi. O zaman da kendi kendime “bu nasıl bir toplum ki 12.000 km. uzakta oturan bir tiple sohbet ediyor da, kapı komşusunu tanımıyor” diyorum. Bu bana okumayla kıyaslanınca daha endişe verici görünüyor.

Siz Belville’de iletişim kurmakta zorluk çekmiyorsunuz besbelli...

Belville’in önemi sanki evimde internet varmış gibi olmasında. Çünkü sokağa çıktığımda karşılaştığım Çinli komşum sanal bir komşu değil, Çinli komşum; Kongolu komşum sanal bir komşu değil, Kongolu komşum; Arap komşum da Arap komşum. Ramazan bayramında Arap komşum bana şekerleme getirdiğinde, bunlar sanal şekerleme değil; ben de ona bir kap reçel götürdüğümde, bu da kurgusal bir kap reçel değil. Yiyebiliyoruz!
Okuyabileceğiniz diğer Daniel Pennac söyleşileri
▪ "Roman evrensel bir yalandır"
Esra Aliçavuşoğlu, Cumhuriyet, 13 Kasım 1999
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X