Ahmet Geyik, "Açlık ve obezliğin kıskacında bir dünya: Gıda Krizi", Kitapeki.com, 2 Mart 2016
Tüm dünyada, özelinde ülkemizde yaşanan kriz koşulları toplumun küçük bir kesimini daha da zenginleştirirken yaşamını emeği ile idame ettiren büyük kesimin yaşam şartlarını gün geçtikçe daha da kötüleştiriyor. Abdullah Aysu Gıda Krizi kitabında üreticilerin (çiftçilerin) açlık sınırında yaşadığı, tüketicilerin ise gerek gıda fiyatlarının pahallığından gerekse sağlıklı gıdaya ulaşamamalarından yakındığı durumun nedenlerini tüm boyutlarıyla masaya yatırıyor.
Tarım, ekoloji ve egemenlik arasındaki ilişkilere odaklanarak gıda krizinin nedenlerini araştırıyor yazar. Gerek dünya gerekse Türkiye ölçeğinden verdiği örneklerle yaşamakta olduğumuz krizin somutluğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Krizin yarattığı koşullar ‘gıda hakkını’, ‘sağlıklı gıda hakkını’ her geçen gün daha fazla gasp ediyor. Krizin altında ezilenler ise yine başta yoksullar, küçük ölçekli üretim yapan çiftçiler, üreticiler ve dar gelirli tüketiciler.
Abdullah Aysu, gıda krizinin nedenlerine ‘küresel gıda krizi’ başlığında genişçe yer ayırıyor kitabında; iklimsel felaketler ve kuraklık, tarımsal ürün stoklarının kaldırılması, tarımda şirketleşme ve tekelleşme, ihracata dayalı üretim, gıda tüketim alışkanlıklarındaki değişiklikler, gıda üzerine finansal spekülasyonlar ve vurgunlar yapılması, tarımsal ürünlerin bitkisel yakıt amaçlı kullanılması, toprak ve su gaspı yoluyla ekolojik tahribat (sayfa 36) gıda krizinin nedenleri arasında.
Gıda krizinin ortaya çıkışında insan faktörü daha doğrusu çok uluslu şirketler ve hükümetler eliyle uygulanan liberal politikalar, krizin insan yaşamını tehdit eden boyutlara ulaşmasında en önemli faktör.
Ülkemizin gündeminde de uzun zamandır tartışılan, itirazlara rağmen kurulmaya çalışılan hidroelektrik santraller (HES), rüzgar enerji santralleri (RES), güneş enerji santralleri (GES) ve termik santraller başlıklarında açıklayıcı ve bilimsel verilerle, santrallerin ekolojik sisteme ve insan yaşamına verdiği zararlar gözler önüne seriliyor. Türkiye’de sadece 2010’da, çalışmakta olan 19 kömürlü termik santralden kaynaklanan hava kirliliği 7900 erken ölüme yol açtı. Santrallerden kaynaklı hava kirliliğine maruz kalan insanların ömrü yaklaşık 10 yıl kısaldığından, toplamda yaklaşık 79 bin yaşam yılı çalınmış oldu.(sayfa 127) Yapılması planlanan yeni termik santrallerin yaratacağı durum ise tahmin edilemeyecek boyutlarda. Sonuç olarak, Kömür yerüstünde de, yeraltında da öldürüyor! (sayfa 127)
Uzunca bir süredir temiz enerji olarak sunulan, çevreye duyarlı birçok insanın samimiyetle savunduğu rüzgar ve güneş enerji santralleri de kitapta ele alınmış. RES ve GES’ler temiz enerji kapsamında değerlendirilmekle birlikte itiraz edilen asıl konu santrallerin ticari amaçlarla kurulması. Herkesin kullanma hakkına sahip olduğu rüzgar gibi bir varlığı birinin (şirketlerin) para kazanmak amacıyla kullanması ve kazanç elde ederken tüm canlı ve cansız varlıkların yaşadığı ekolojiyi tahrip etmesi, canlıların canına kastetmesi onu temiz enerji olmaktan çıkarır. (sayfa 137)
Bir enerjinin temiz enerji kapsamında değerlendirilebilmesinin birincil koşulu toplumsal varlık olan toprak, su, hava ve güneşin birilerinin (şirketlerin) kar aracı haline getirilmemesidir.
Liberal tarım politikaların sonuçları ve ekolojik sistemin tahribatının geldiği boyut rakamlarla ifade edildiğinde;
1960 yılından bu yana dünya nüfusu 2 kat, gıda üretim miktarı 3 kat artmasına rağmen dünyada 3 milyar insan gıda sorunu yaşıyor.
Dünyada 1.5 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yeterli beslenemiyor bir kısmı da doğrudan veya dolaylı açlığa dayalı nedenlerle ölüyor.(sayfa 25)
Her yıl açlıktan 36 milyon, çok yemenin getirdiği hastalıklardan 29 milyon kişi ölüyor. (sayfa 147)
Yukarıdaki tablonun vahametini ve sürdürülemez olduğunu vurgulayan yazar; BİR EŞİĞE GELDİK. Tarihsel bir yol ayrımındayız. Makas değişikliği zorunlu hale geldi. Atacağımız adımın yönü çok önemli. Çünkü bir tarafta milyarlarca aç, diğer tarafta milyarlarca obez var. (sayfa 147) cümleleriyle başlayan, kitabın üçüncü bölümünde krizden çıkışın yollarını da okuruna aktarıyor.
Zorunlu hale gelen makas değişikliğinin ilk şartı gıda egemenliği; halkların, kendi gıdalarını ve tarımsal etkinliklerini – üretimin başlangıcından pazarlamanın sonuna kadar- doğaya ve insanlara zarar vermeyecek şekilde ve özgürce belirleme, yaşamı devam ettirebilme gereklilikleri çerçevesinde yerel tarımsal üretim ve ticaret yöntemlerini koruma ve denetleme, kendi kendine yeterlilik seviyelerini belirleme, piyasalara ürün dampingini sınırlandırma hakkıdır.(sayfa 152)
Gıda egemenliği için ilk olarak GDO’lu tohumların kullanımının terk edilerek yerel tohumların tarımsal üretimde kullanılması. Bunun yanında endüstriyel tarımsal üretim biçimleri yerine bilge köylü tarım tarzına geçilmesi, üretilen ürünlerin dağıtımında ise serbest piyasanın belirleyiciliğinden öte yerel pazarların güçlendirilmesi, ürünlerin aracısız tüketiciyle buluşturulması gerekiyor.
Abdullah Aysu’nun Gıda Krizi kitabı bir ders kitabı titizliğiyle kalem ve kağıt elimizde notlar alarak okunması ve tartışılması gereken bir kitap. Çünkü yaşadığımız gıda krizi sürdürülemez boyutlarda artık makas değişikliği zorunlu hale geldi.